Popüler Yayınlar

20 Haziran 2007 Çarşamba

YOL YOK

1
- Bilirsin, ben kimsenin hakkında kötü düşünmem ve kötü düşünmeyi de sevmem.
- Ama o şahıs “kürsü dibinde ağlayan, davul dibinde oynayan” cinslerden.
- Arapların dediği gibi; “Allah akılsızlara ağzı konuşsunlar diye değil, yemek yesinler diye vermiştir.” O öyle dedi diye, üzülmeme gerek yoktur. Ben neyim ve neciyim? Bana addedilenlerin neresindeyim? Acaba doğru mu söylüyorlar diye düşünürüm. Ve kendimde bir hata bulursam, onu düzeltirim. Bir insanın ilk önce kendisini çok iyi tanıması gerekir. Çok insan kendini tanımaktan uzaktır. Kendini tanıyan, Allah’ı tanır.
- Senin olaylara yaklaşım tarzın beni çok etkiliyor.
- İnsanların en alçağı zenginlere yağcılık yapan ve onlara boyun eğen fakirdir. İnsanların en şereflisi de fakirin önünde eğilen ve onun insanlık haklarına hürmet eden zengindir. Muhammed Mağribi böyle diyor. İşte bu benim hayat felsefemin temelini oluşturmaktadır. Ben kimseye boyun eğmedim. Hele hele dünyalık için, bunu düşünmem bile imkansızdır. Tahtası çürümüş bir iskelenin yararlı olacağını düşünmek gibi bir şey bu. Bir gün bir büyüğümün yanında bir konu konuşuluyordu, o büyüğümün sinir harbine gireceğini, ortalığın gerileceğini düşünmüştüm. Fakat öyle olmadı. Olgunluğunu sergileyen bu büyük zat, o kadar konuşma ve tartışmanın sonunda şu cümleyle her şeye son noktayı koymuştu; evet bu cümle, çok şeyler ifade etmiş ve yıllarca kafamda, çok şeyi pişirmiştir; o büyük insan şöyle demişti; “senin anlattıklarının eni yok, sonu yok, geleceği yok, gideceği yok, kısaca; o söylediklerinin sonunda “Yol Yok” demişti. Konuşmanın aslına çok uygun düşmüştü bu söz.
- Konu neydi ki...? dedi elini saçları arasında gezdirirken.
- Konu; dünyalık peşinde koşmanın kazandırdıkları ve kaybettirdikleri idi... Şunu hiçbir zaman unutma; Batılı bir aristokrat der ki; Zayıf daima adalet ve eşitlik ister, halbuki bunlar kuvvetlinin umurunda değildir. Dünyalık dedim de sana ne ikram edeyim?
- Hiçbir şey istemem... Sağol... dedi ve elindeki kitabı yelpaze yaparak, yüzüne soğuk rüzgarların gelmesini sağlamaya başladı. Gözü kitaplıkta gezinmeye başladığında, Osman ayağa kalktı:
- Benimki de laf mı yani... Yüreği ve içi yanan hastaya kar ister misin demeye benzer... Buz gibi bir yayık ayranım var. Dolabımdan hiç eksik olmaz. Ondan getireyim de beraber içeriz... Yakup, kitaplardan beğendiğin olursa çekinme al götür. Ben bunu sadece sana teklif ediyorum. Çünkü ben şuna inanan bir insanım, bir kitabın bir başka kişiye verilmesini asla tasvip etmem. Çünkü; onu yazan insan, o kitaplar satıldığı müddetçe, elde edeceği çıkar sayesinde, belki daha büyük bir eser hazırlama imkanı bulacak. Herkes kitap değiş tokuş yaparsa, onu yazan insanın kazancı ne olacak? Evet dünyalık düşündüğümüzde kazancı az olur. Fakat, sevap bakımından bakıldığında kazancı asla dünyalık ile ölçülemez. Şu da bir gerçek ki, bunları yazan ve hazırlayan kişi ve kurumlar elde edeceği maddi kazançla daha büyük veya daha güzel bir eser hazırlama olanağı bulacaktır. Ama değiş dokuşla kitap elden ele gezerse, kimse kitap hazırlama imkanı bulamaz. Herkes o kitabı almalı ve kütüphanesinde bulundurmalı ki, çok kişi kazanabilsin. Özellikle de eser yazmakta olan yazarlar kazansın ve daha güzel ürünler ortaya koyma imkanı bulsun. Ne dersin bu konuda haklı mıyım? - Dünyalığı sevmem diyorsun ama, dünyalık kazanmanın da her türlü yolunu biliyorsun?
- Haklısın... Bu konularda senin tecrübene saygım var. Ben okumaya zaman bulamayan biriyim. Malum dünya işleri. Yapmamak olmaz. Fakat üzerimize inen ağırlık buna müsaade etmiyor.
- Okumak zoraki olmuyor. Onu sevmek gerekli. Sevmediğin hiçbir iş sana fayda getirmez. Benim gibi iki dünya arasındaki farkı anlamaya çalışan için çok ama çok okuması ve ayrıca da çok çalışması gerekir. Hz. Ali (RA) Yoksulluk zekâyı köreltir, yoksul bir insan kendi memleketinde bile garip olur...der. Ben bu yoksulluğu iki yönden ele alıyorum hem ilim, irfan, bilimden yoksunluk, hem de maddi açıdan yoksunluk. Bu nedenle ilmi seviyorum, maddi açıdan da eğik olmamanın yollarını çok iyi biliyorum. Evet.... Dünyada söz sahibi olanların önünde ve arkasında çok büyük maddi bir güç bulunmaktadır. Düşmanımın silahı günümüz dünyasında maddi kazanç ise, onu bilmek zorundayım. Düşmanının silahını bilmeyen, nasıl karşı koyabilir ki?... Neyse ben şu ayranları getireyim..
Yakup, ayağa kalkıp pencere önündeki masada duran sürahiden bir bardak su doldurdu. Suyu yudum yudum içmeye başladı. Osman’ın kendi eliyle yaptığı kütüphaneyi incelemeye başladı. Pek çok kitap vardı. Osman, bu kitapları okuduğu gazete ve dergilerden takip etmiş ve posta ile istemişti. Bazen de kasabaya ve şehirde işlerini bitirince kitapçılardan almıştı. Kitaplarının pek çoğu dini içerikli kitaplardı. Ayrıca, dünya klasiklerini de severdi. Yakup kütüphanedeki kitapları her zaman incelemeye bayılırdı. Kendisi de böyle bir kütüphane kurmaya çalışmış ama becerememişti. Osman, okula giden çocukları olduğu için onlara yarayacak kitapları da bulundurmayı ihmal etmemiş ve onlar içinde ayrı bir bölüm oluşturmuştu. Bu kitaplar köyde kalan çocuklar için tam bir hazine oluşturuyordu. Ders ve ödev yapmakta zorlandıkları zaman hemen Osman’ın evine koşuyorlardı. Bazen bunları kendisi de incelerdi. Genel kültür konusunda da pek çok kitap vardı.
- Osman, Osman sen bir dahisin be arkadaş... dedi mırıldanarak... Dünya coğrafyasının her bir çeşidi bile var. Dünyanın metrekaresini mi çıkaracaksın be Osman?.... dedi gülümseyerek... Sen okusaymışsın, çok büyük bir alim olurdun be Osman...
- Ne dedin Yakup?... dedi elinde tepsi ile içeri girerken...
- Hiç... dedi iç çekerek... Senin şu kitap merakını düşünüyordum... Eğer sen okusaydın, dünyanın en büyük âlimi olurdun. Buna inancım sonsuz.
- Evet, okumaktan ne anladığımıza bağlı bu. Ben genel okumayı severim. Tek bir branşım yok. Eğer okumaktan kastın diplomalı olmak ise, aman benden uzak olsun. O imkanım her zaman vardı ve halen de var.
- Bu yaşta Üniversite mi okuyacağını ima ediyorsun?... derken şaşkınlığı yüzünden okunuyordu.
- Neden olmasın. Okumanın yaşı yoktur. Benim yaşım 36, senin yaşın 35 aramızda bir şey yok. Ben her zaman ve zeminde her konuda rahatlıkla konuşabilir, bilgi alışverişi yapabilirim. İstersem bunu, diplomalı hale de getirir, doktorasını bile yapabilirim. Ama, ben bu tür bir şey istemedim. Ben, böyle bir yaşamı tercih ettim. Dünyadaki herkes mutluluğu arar. Bulmanın tek bir yolu vardır; düşünceleri kontrol etmek. Mutluluk dış koşullara değil, iç koşullara bağlıdır. Bazı insanlar zoraki katlanarak bir hayat yaşarken, bazıları da çöplük içinde dahi olsa, kendine mutlu olma çizgisini çizebilmektedir.
- Bu yaştan sonra okuyup diploma almak mı? Pöh, pek de imkan dahilinde görünmüyor.
- Evet, haklı olabilirsin. Ama senin baktığın pencereden ben de bakarsam. Aynı pencereden baksak bile aynı şeyleri görme imkanımız her zaman aynı değildir. Biz beşikten mezara kadar okumakla görevliyiz. Son nefesimizi vermeden önce bile öğrenmeye devam edeceğiz. Bu bizim hayat felsefemiz olmak zorunda. Diploma sadece dünyada unvan ve imkanı kazandırır. Elbet ki; bazı meslekler için bu çok elzemdir, örneğin doktorluk, mühendislik, bir çok meslek sayılabilir. Benim düsturumu az çok bilirsin. Şunu hiç düşündün mü? Hz. Muhammed (SAV) kaç yaşında peygamber oldu?... Evet bizim o yaşa gelmemize daha çok var. Biz peygamber olacağız demiyoruz, çünkü o kapı kapanmıştır. Benim peygamberim, ümmi olmasına rağmen, Peygamber ilan edilmiştir. Her konuda bilgin ve alimdi. Öyle değil mi?
- Evet öyle, fakat o söylediğin gibi bir peygamberdi. Yani seçilmiş kişi. Sen ve ben kendimizi haşa o kefeye koyma hakkına sahip değiliz.
- Öyle bir iddia aklımın ucundan dahi geçmez.... Hele şu ayrandan bir yudum al,,... Evet, mükemmel değil mi. İşte bu ayranı elde ederken çeşitli aşamaları bilmek gerekir. Bu ayran bildiğin ayran tadında değildir. Aksine içtikçe içmen için teşvik eder. Bunu yapmak da bir sanattır..... Ben şunu söylemek istiyorum. Hz. Muhammed (SAV) elbet seçilmiş bir kuldur. Kâinat bile onun yüzü suyu hürmetine yaratılmıştır. Öyle bir iddia bizi dinde ve inandığımız yolda yanlışa sürükler. Benim söylemek istediğim şudur; Rabbim bize ilim ihsan eylemiş. Bu ilmi kim kabul eder, onu sinesine alırsa, benim sevgili kulum olur demiş. İşte ben bunun üzerine okumanın bir erdemlik ve kazanç olduğuna inanıyorum. Benim ümmi peygamberime inen Kur’an’ın ilk ayeti “İkra, diye başlar, yani; oku, oku, seni Yaratan Rabbin adı ile oku” dur.
- Yaa... Ben bu açıdan hiç düşünmemiştim.....
- Beşikten mezara kadar okumak bize farz kılınmış. Yakup bey, bir ayran daha almaz mısın? Hayatımızda bazı ilkelerin olmalı. Unutma, bir budala bile eleştirebilir, suçlayabilir, yakınabilir; nitekim pek çok budala böyle davranır. Ama anlayışlı ve bağışlayıcı olmak için sağlam bir kişilik ve oto kontrol gerekir.
- Yooo... Ayran almayayım. Senin yanına gelince bir başka dünyadayım sanki? Verdiğin ayranın içinde sihir mi var, ilaç mı var? Nedir bu keramet Allah aşkına? Aynı şeyleri başka bir yerde hissetmiyorum.
- Ben de sihir, ilaç gibi şeyler yok. Bende senin özleyip de ulaşamadığın, isteyip de yapamadığın veya yapmak isteyip de yapamadığın şeyleri buluyor olmandan kaynaklanıyor olabilir.
- Haklısın... Osman, bu köyde kaç kişi bu davarcılık ile geçinmektedir?
- Aşağı yukarı hepimiz bu işle uğraşıyoruz. Kimi az kimi çok. Uğraşıyoruz işte. Hayrola, neden sordun?
- Çocukluğumdan beridir şunu düşünürüm; bu köye bir fabrika kurulsa, köyden ayrılanlar tekrar köye dönse, okulumuz eskisi gibi cıvıl cıvıl çocuk sesleri ile dolsa, anneler babalar bu kurulan fabrikada çalışarak, iaşelerini temin etseler, ne güzel olurdu değil mi?
- Toplum olarak bir özelliğimiz vardır, çok mükemmel fikir üretiriz ama, icraat safhamız olmaz. Olsa bile, sıkıntılara katlanamaz, çok çabuk yoruluruz. Kısaca maymun iştahlı bir toplumuz demek yerinde olur. Eğer bir kişi azmedip de bir işte başarılı olmuşsa da hepimiz ona imreniriz. Elimize geçen ilk fırsatta o işin aynısını yapmaya çalışırız. Bizi değerli kılan, yaptığımız işlerdir. İcraatlara göre davranan bir yapımız var. Senin özlemlerin benim hedefimde zaten var. Elbette ki çok mükemmel bir ortam olur. Madem şu an üreten bir pozisyonumuz var, neden bunu değerlendirmeyelim?
- Benim söylemek istediğimi anladın... Evet, gerçekten olabilir mi? Sadece sözde mi kalır?
- Ne sözde, ne düşüncede... Bismillah deyip başladığın an fiiliyata geçmiş olur. Bir işi düşünmek, işin yüzde onu, o işe başlamak yarısı, o işi yürütmek tamamını teşkil eder...... Şu kağıtları al, bugün hiçbir işle uğraşmayacağız. Sadece ve sadece bu kağıda düşündüklerimizi yazacağız. Sen kafanda tasarladığın işin nasıl olmasını istediğini, bende nasıl olması gerektiğini yazacağım. Kısaca ikimiz de aynı konuyu işleyeceğiz. Sonuçta bu iki plan birleşecek ve ortaya bir eser çıkacak veya çıkmasına zemin hazırlayacak..... Ne dersin?
- Bilirsin ben kağıt kalemi pek sevmem... Düşündüklerimi kağıda aktarmam uzun sürer.
- Olsun... Zaman bizim sermayemiz, ama şu an boşa harcanan bir sermaye. Madem böyle bir düşüncemiz hasıl oldu, bu köyün insanlarına imkan sağlama fırsatı yakaladık, buyur o zaman. Bunda kaçamak cevap olmaz.
- Yazmasam da söylesem...
- İşte bu olmaz. Senin yazdığını ben, benim yazdığımı sen inceleyeceksin. Sonra da olması gerekeni ek bir sayfaya ilave edeceğiz.
- Ondan sonra devamımı var? Osman, gözünü seveyim. Bu yaştan sonra elimde defter kalem,
- Hayrola? Bunda utanılacak bir şey mi var? Göreceksin sonuç mükemmel olacak.
- Ama... dedi yutkunarak, yarım kalmış ayranını dudağına götürdü. Ağzına bir yudum aldı ve bekledi. Ayran damağını soğutmuş, dudağını ıslatmıştı. Birden yutkundu. Yorgun ve bitkin bir tavır takınarak; Sana fikir vermeye gelmiyor, hemen icraata kalkıyorsun... dedi.
- Ne diyorsun şimdi?
- Sana hayır demek olmaz. Çünkü; ortaya fikir atan benim, kaçmam yakışık almaz. Tamam.
- Ha şöyle be... Göreceksin çok yakında çok şeylerin değiştiğini ve kısa zamanda da, örnek alınan bir iş yapacağız. Köylerimizin kalkınması bu tür girişimlere bağlıdır... Hiç düşündün mü? Akıl ne büyük şeyleri idrak ediyor. İşte bu akıl sayesinde biz varız. Bu nedenle insana kutsiyet verilmiştir. İslam dini aklın varlığını, mükellefiyetin esası saymış, bunun yok olması ile kişiden mükellefiyetin kalkacağını bildirmiştir. İslam dini, muhafaza edilmesi gereken beş şeyden birisinin akıl olduğunu söylemiştir. Dünya âleminde her şey düşüncenin sonunda olagelmiştir. Bu bazen bir kişi, bazen iki, bazen onlarca kişinin fikri ile olmuştur. Bu binalar ve eserler, kendiliğinden oluşmadı. Birileri bunu düşündü ve işe başladı.
- Peki, en kısa zamanda bu çalışmayı yapacağım. Sonu inşallah hayırlı olur.
- Sonunu görmek istiyorsan, yapacağın işin boyutlarını iyi hesaplaman gerekir. Sonu o zaman kendi kendine ortaya çıkar. Yani işin istikbalini görmek, insanın işe samimiyetinde saklıdır.
- Tamam... Ben gidip hemen bu iş üzerinde çalışmaya başlayayım.... Ha, ben buraya senden bir şey istemeye gelmiştim. Onu alma imkanım var mı?
- O ne biçim söz!... Benim olan bir şey asla yoktur. Benim olan ümmetin, ümmetin olan yine ümmetindir.
- Kadir’den giderken alırım o halde.
- Tamam... Hayrola hemen mi gidiyor musun? Otursaydık, ne güzel sohbet ediyorduk.
- Gitmeliyim işim var. Üstelik , verdiğin ödevi hazırlayacağım...
- Ne ödevi?... Haa anladım... Dersine iyi çalış öyleyse... dedi gülümseyerek.
- Merak etme sen hocam... Bana bir de üniversite diploması aldırmazsan şaşmam...
- Neden olmasın...
Yakup dışarı çıktığında Kadir’e seslendi. Kadir koşarak geldi. Yakup ona bir şeyler anlattı. Kadir, bakışlarını camdan kendilerini izleyen Osman’a yöneltti. Osman, başı ile vermesini işaret etti. Kadir, koşarak depoya gitti. Yakup eli arkasında avluda gezinmeye başlamıştı. Yanına yaklaşan köpeğin başını okşadı. Köpek kuyruk sallayıp, Yakup’un bacağını sürünüyordu. Yakup, avluda dolaşmaya başladı. Traktör pulluğunun yanına gelince durdu. Dörtlü bir pulluktu. Pimsiz olan bu pulluğun etrafında dolanarak, incelemeye başladı.
Osman, pencereden bakışlarını oda içine kaydırdı. Kütüphanede biraz bakındıktan sonra, eline bir kitap alıp divana oturdu. Ayaklarını uzatırken, başını sağa sola sertçe çevirdi. Bu çevirme esnasında, boynundan küçük dal parçalarının kırılırken çıkardığı sese benzer sesler çıktı. Derin derin birkaç kez nefes alıp verdi. Elindeki kitabın ilk sayfasını açtığında, ilk boş sayfaya not düşmüş olduğunu gördü ve onu okudu. Bu notu mutlaka bir başka kitap veya gazeteden almış ve buraya not etmiş olduğunu düşündü. Bu not şöyleydi; Batılı bir düşünür olan Harry BARNES’ e aitti. “İlime gönülden bağlı olanlar, ticari düşünceden uzaktır.” Bu notu birkaç kez mırıldanarak tekrarladı. Bu söz üzerinde epey tefekkür etti. Ara sıra başını sallıyor “hayır, öyle değildir” diye mırıldanıyordu. Biraz sesli bir şekilde “düşündüklerim, yaptıklarım ve yapacaklarım bu sözle çelişki içinde olmuyor mu..?” dedi ve düşünmeden hemen cevap verdi. “İlmi ticari bir kapı olarak kullananlar için söylenmiş olmalı, evet, evet öyle olmalı. Hem ben kim ilim kim. Ben sadece ilmi seven biriyim.” Başını sağa sola salladıktan sonra, kitabın ilk sayfasını okumaya koyuldu. Birinci sayfa bitmek üzere idi ki, telefon çaldı. Yanı başındaki masanın üzerindeki telefonu kulağına götürürken gözü kitapta idi. “Alo” dedi. “Sen misin oğlum... Evet, seni dinliyorum..... Tamam evladım anladım,anladım. Yarın sabah gelirken getiririm. Annene sor bakalım başka bir isteği var mı?.... Tamam, o halde yarın görüşürüz” dedi ve telefonu kapattı. Kitabı okumaya devam etti. Kitaptan yirmi sayfa okumuştu ki; hemen ayağa kalktı. Kitabın arasına bir kağıt parçası koydu ve dolaptan bir defter aldı. Defteri masanın üzerine koyup cebinden bir kalem çıkardı. Biraz düşündükten sonra yazmaya başladı. Köyde yapmayı düşündükleri işi planlıyordu. İki saat kadar süre içinde epey sayfa doldurdu. Sonra yazdıklarını tekrar okudu. Defterin arasında kalem bırakarak masanın üzerine koydu. Dışarı çıkarken ceketini giyindi. Ekim ayının sonları idi. Hava iyiden iyiden soğumaya başlamıştı. Kadir, avludaki su havuzunun başında, inekleri sulamaktaydı. Onunla biraz konuştu, ona bir şeyler anlattı ve eline bir sopa alıp köyün içine doğru gitti.
Cami avlusunda köyün ihtiyarları oturmaktaydı. İçlerinde gençlerde vardı. Osman, gençleri cami avlusunda görmekten çok hoşlanır, onlara devamlı telkinlerde bulunurdu. Cami avlusuna girdiğinde sağa sola bakınıp selam verdi. Gençlerin yanına gelerek onlarla biraz konuştuktan sonra ihtiyarların yanına varıp oturdu.
- Osman kardeşim bu gençlere çok önem veriyor. Üstelik okumayı çok sever Osman... dedi imam
- Muhammed hoca bilir ki; gelecek onların omuzundadır. Okumayan, araştırmayan ve düşünmeyen insan, hiçbir güzelliğin ve olağanüstülüğün farkına varamaz, çevresindeki muhteşem yaradılışı takdir edemez. Kâinatta en muhteşem yaratık insandır. İnsana önem vermek gerekir. İnsanı hakir görmek, basiretsizliktir. Bunu bildiğim için özellikle gençlere çok değer veriyorum. Hele çocuklara olan muhabbetim daha yüksektir. Kim bilir, belki o çocuklardan biri, bu dünyanın en değerli alimi veya zalimi olacak. Ben alim olmalarını öğütlüyorum. Ve onların âlim olmaları için çaba sarf ediyorum. Zalim yeterince var. Belki bu gençlerden ve çocuklardan biri geleceğin en büyük lideri olacak. Onlara bu yolda bir nebze yardım edebileceksem ne mutlu bana. Bir büyüğümün dediği gibi bundan “Başka Yol Yok” , bundan istikametli “Yol Yok” yolun yokuyla ilgilenmiyorum. Ben isterim ki, bütün insanlar yolun varı ile ilgilensin. Çıkmaz yollarda heder olup gitmesinler, tek derdim budur.
- Zamane gençliği, seni sadece dinliyor, icraat yapan yok.... dedi Muhtar Turgut.
- Turgutçuğum sana öyle gelebilir. Bana öyle gelmiyor. Övgü, insanın içini ısıtan güneşe benzer; o olmadan çiçek açamayız ve büyüyemeyiz. Nasıl ki, sende bir milyar beyin hücresi varsa, beğendiğin veya beğenmediğin bütün insanlarda da aynı sayıda hücre vardır. Bu hücrenin, bazıları yarısını kullanır ki; onlar âlim mertebesine erişmişlerdir, bazıları ise çok az bir kısmını kullanır. İşte onlar bizim gibi günlük uğraş peşinde olanlardır. Eğer beyin hücrelerimizin tamamını kullanma kapasitemiz olsaydı, dünyayı çok değişik algılar ve çok değişik noktalara getirmiş olurduk, gerçi her şeyin en iyisini o beyni Yaratan Rabbim daha iyi bilir....
İmam gülümsedi ve Osman’ı onaylar gibi tebessümde bulundu. Sonra da kalkıp caminin kapısına yöneldi. İhtiyarlar konuşmaya devam ediyordu. İmam Muhammed, birkaç dakika sonra ikindi ezanını okumaya başladı. İhtiyarlar ve gençler arasında bir kıpırdanma oldu. Hepsi de toparlanıp ezanı dinlemeye başladı. Bazıları içinden dua okurken bazıları da, ezana eşlik ediyordu. Bu köyün insanları İslâm’a çok önem verir ve onun gereği gibi yaşamaya çalışırdı. Köyde kavga adına hiç rastlanmamıştı. Bu köyün en büyük özelliğinden biriside, anlaşılmayan, paylaşılmayan bir şey olduğunda köy odasına her iki taraf da gelir, orada bütün köy halkının vereceği karara herkes uyardı. Burada herkesin söz hakkı vardı. Bu yakınımdır, bu bendendir, bu sendendir gibi ayrımcılık asla yapılmazdı. Haksız olan, verilecek karara uymak zorunda olduğunu bilir ve karşı koymazdı. Hak, bu köyde en kutsal şeydi. Hakkı, Hakk için kabullenmişlerdi. Yaşamlarının her anında dinin hakimiyeti vardı....
Ezan bittiğinde hepsi de camiye girdi. Cami içinde gamet etmek Osman’a aitti. Bir nevi müezzinlik Osman’a ait demek yerinde olacaktı. Osman’ın çok güzel de sesi vardı. Evde kitap okurken kasetçalarda devamlı ilahiler çalardı. İlahiler çalmıyorsa, kitap okumazdı. Hem dinlemek, hem de okumak ve ikisini bir arada götürmek; büyük bir beceri ve de kabiliyet isteyen bir durumdu. İşte bu Osman’da mevcuttu.
Cami çıkışında Osman, Muhammed Hoca ile sohbete daldı. Günlük magazin ve dünya konuları hakkında epeyce sohbet ettiler. Sohbetlerine geç katılan muhtar Turgut, çok telaşlıydı.
- Hayrola Turgut! Bir telaş içinde görüyorum seni... dedi Osman.
- Sorma be Osman, sorma... Havalar çok kuru gidiyor. Ekinler şimdiden kök tutmazsa; yılımız heder olur. Çok perişanlık çekeriz.
- Sıkıntının kaynağı bu mu?
- Hee... Bir de, yabanda ot yok. Davarları boşu boşuna dolaştırıp getiriyoruz. Hal böyle olunca, zavallı hayvanlar boşuna dağı taşı dolaşıp geliyor. Seyfi iki haftadır davarları dışarı çıkarmıyordu. Üç tane koyun kuzulamış. Bu ne demek biliyorsun herhalde? Kuzulayan koyunlar birde baharın kuzulamaya kalkarsa, iki kere doğum yaptığından koyun ölebilir. Vücudu kaldırmaz. Kuzular ise gerekli besini alamayacağı için elimizle beslemek zorunda kalacağız. Var düşün yüz tane kuzu olsa nasıl elle beslenir. Sonuç felaket. Bu seferde yavrular ölecek.. Vah başımıza gelene.... Acep diyorum, yağmur duasına çıksak mı?
- Hele sakin ol. Otur. Bak kardeşim, dünyayı kimse tekelinde tutamaz Yaratan Rabbimden başka. O halde yağmur yağmadı, koyun çift kuzularsa, ekin çıkmazsa, olmazsa, olmazsa.... Bırakın bunları. Yılda üç yüz dönüm kadar ekin ekersin. Ne alırsın? Sonuçta üç beş kuruş eline ya geçer ya geçmez. Biz çiftçilik mi yapıyoruz? Hayır. Biz hayvancılık mı yapıyoruz? Hayır. Biz kendimizi kandırıyoruz, kendimizi. Bilgisiz ve şuursuzca hareket ediyoruz. Bizimki iş yapmak mı? Yaptığımız iş yapıyor görünmekten başka bir şey değil. Sana başımdan geçen bir olayı anlatayım. Bildiğin gibi bir ara Avrupa’larda çalıştım. Bir köyde kalıyordum. Bu köyün ekin olarak, ekili alanı çok azdı. Genellikle bahçeler vardı. Benim evin yanında bir tarla vardı 30 dönüm kadar. Bu tarlanın sahibi, bizimle birlikte işe çıkar gibi tarlaya gider, bizimle birlikte eve gelirdi. Kapısında eski bir traktör ki; ilk model traktörlerden, yalnız ona, sonradan bir hidrolik taktırmış. Bu sayede pulluk takarak tarlayı nadas edebiliyor. Yine kapısında bir özel otosu vardı. Bu da çok eski bir model, taka tuka çalıştırıp giderdi. Yine kapısında bir kamyonu vardı ki çok eski bir modeldi. Ve yine kapısında çok eski, ilk çıkanlardan bir biçerdöveri vardı. Söylediklerimi anlıyorsun değil mi? Hep kullandığı malzemeler çok eski idi. Yalnız yardımcı aletleri çok süperdi. Tarlayı düzlemek için çok özel bir tapanı vardı. Yine tarlayı sürdükten sonra, hallaç pamuğu gibi evirip çeviren bir ızgarası vardı. Poveri vardı, ona bazen su doldurur tarlayı yağmurlama usulü sulardı, bazen de ahırda beslediği domuzların pisliğini bir çukurda karıştırıp tamamen sıvı haline getirir ve onu povere doldurup tarlayı sulardı. İki ayda bir tarladan numune toprak almaya devlet tarafından birileri gelir ölçüm yapar ve o adama, ne yapması gerektiği anlatırdı. Bunları hep gözlemledim. Çünkü benim işime geliyordu bu. Derken adamın ekinleri öyle bir büyüdü ki; her başakta, yetmiş iki ile seksen arası tane saydım. Çok şaşırmıştım. Adam bir gün biçerdöveri çalıştırıp tarlanın kenarına geldi. Sonra gidip kamyonu getirdi. Tarlayı bir kez dolandığında üç kere depoyu boşaltmak için kamyonun yanına geldi. Merakımı celb etti ve tarlanın kenarına oturup adamı izlemeye başladım. Adam beni görünce biçerdöveri durdurup beni çağırdı. Anlayıp anlamadığımı sordu. Bende anladığımı söyledim. Bana biçerdöveri kullanmamı söyledi. Bende direksiyonun başına geçtim. Bilirsin bir ara gençliğimde bu işle uğraşmıştım. Neyse, leviyeye yüklenince “Eine moment bitte, moment” diye bağırdı ve “langsam, langsam bitte” dedi. “Yani dur, bekle. Böyle olmaz, yavaş yavaş kullanmalısın” dedi. Bir iki depo doldurduktan sonra, kamyon dolmuştu. Hemen gidip onu eve boşalttı ve geldi. Gelirken bana bira getirmiş, ben içmem deyince kendisi içti. Oturup konuşabilir miyiz dedim. O da kabul etti. Bu konuşmanın tamamını anlayamayacağım için arkadaşın oğlu, orada öğrenim görüyordu, onu kapıda görünce çağırdım ve bize tercümanlık yapmasını söyledim çocuk kabul etti. Ve sorularımı sıralamaya başladım. Neden eski araç kullandığını, dünyaya sattıkları marka araçları almadığını sordum. Aldığım cevap beynimde fırtınalar oluşturdu. Diyor ki; “Ben ve benim gibi herkes ülkemin ürettiği araçları alırsak, ülkem iç pazara üretim yapacaktır. Ama bu ülke adına bir getiri değildir. Benim ülkemin ürettiği her şey, dışarı satılmalı ki, dışardan sermaye akışı olsun. Mümkün mertebe bunu uygulamak zorundayız.” Bir misal verdi; bulunduğumuz köyde bir Türk kardeşimiz vardı. Onu örnek gösterdi. O da hep onu takip edermiş. O Türk için dedi ki; “Buraya ilk geldiğinde işe girip çalışmaya başladı. İlk zamanlar işe trenle gidip gelmeye başladı. Sonraları bir motor aldı. Bu iki tekerlekli motoru fazla elinde tutmadı borç harç, benim kapıdaki araç gibi bir araç aldı. O sene öyle çalıştı. İzine gitti geldi, elindeki aracı sattı, biraz yüksek bir model aldı, bu seferde o borcu bitirmek için çalıştı. Derken her sene aynı sistemi uyguladı. Benim de merakımı çektiği için hep ondan sordum, neden diye. Yüksek model iyi olur dedi. İşte bunu hiç anlamadım. Aşağı yukarı on yıldır burada ve benim takibim hala devam etmekte. Şu an kapısında son model ve çok pahalı bir otosu var. Gel gör ki, bununla bir kere izine gider ve dönüşte hemen satar. Derhal yenisini alır. Hem de sıfırını. Bir gün dayanamayıp sordum; sen kazandıklarını neden buna yatırıyorsun? Birikimlerini vatanında değerlendirme imkanın yok mu dedim? İlk önce kızdı. Köyde babasının da aynı şeyleri söylediğini söyledi. Ben özür diledim, sonra kendisi anlattı. Bu bir merak dedi. Her şeyin yenisi iyi dedi. Dayanamadım sordum model dediğin şey, sadece ve sadece aksesuardan ibarettir. Küçük bir aksesuar değişikliği için bir yıllık kazancını neden verdiğini sordum, son model arabam var desinler dedi... İkisi de aynı işi görüyor, ha beş dakika sonra olsa ne çıkar dedim...” diye anlattı. Ben, marka araçların kapıda neden olmadığını anlamıştım. Neden bu tarla için bu kadar çok çalıştığını sordum. Dedi ki; “Devletim bana burayı ekip biçmem için her türlü imkanı sağlıyor. Ben de burayı bir iş yeri olarak gördüğüm için her gün sekiz saat içinde çalışıyorum... Buradan çıkan buğday bu köyün, yıllık tüketimine yetecek kadardır. Yani otuz dönüm yerden çıkan buğday, kırk üç hanelik köyün ihtiyacını karşılar.
- Ne diyorsun sen Osman?.. Bizim 300 dönüm tarlamız ekiliyor, yine de açız. Perişanız. Köyde 30 bin dönüm arazi ekiliyor ve yine de tarladan gelen mahsulle geçineni göremedim. Çünkü çıkan ürün gelecek seneye, harcanıyor. Elde sıfır kalıyor, emeklerimiz cabası.
- Bunu ben de biliyorum... Bak bunu sen söylüyorsun. O zaman ilerde büyük bir teklif ile karşına çıkan olursa, hiç düşünmeden atıl derim.
- Ne gibi?
- Bekle bakalım. O gün de gelir. Haa nerede kalmıştım? Evet... adamla epey sohbet ettim. Çok şey öğrendim. Tarlada sekiz saat yıl boyu çalışmanın karşılığını kat be kat aldığını gördüm. O tarladan kamyonlar dolusu buğday çıktı. Kapının önüne yığdı. Derken devlet gelip aldı gitti. Devlet kendisi yükledi hem de. Adamla sohbetimiz devam etmeye başlamıştı. Ben dedim ki; benim köyün 30 bin dönüm tarlası var. Bazılarının 500-600 hatta 1000 dönüm tarlası olan var dedim. Adam çok şaşırdı. Neden buraya geldiğimizi tarlalarımızı ekip biçerek, dünyaya buğday satabileceğimizi ve dünyanın tahıl ihtiyacını karşılama gücümüzün olduğunu söyledi. Ama işin içini bilmiyordu. Biz ekiyor sonrada biçmeye gidiyorduk. Böyle olunca emek verilmeyen yerden mahsul beklemek gafletine düşüyorduk. Ha birde kredi meselesi vardı. Onun için dedi ki; “Ben istediğim kadar kredi alma hakkına sahibim. Ekinim çıkınca da devlet gelip alır ve kredimden düşer dedi.” Ya mahsul çıkmazsa dediğimde; “Ben emek vermekle ve çalışmakla mükellefim. Ne kadar çıkacağını ben nereden bileyim....” dedi. Ben de dedim ki; limitsiz kredi aldığını düşünelim. Ekin çıkmadı, devlete borçlandın ve öldün. Yazık değil mi, senin çocuklarına. O borç onlara kalmayacak mı dediğimde; “Olur mu öyle şey. Benim aldığım krediden çocuklar neden mesul olsun ki? Devlet ben ölünce gelir, mahsulü kaldırır, borçlarıma sayar. Yetmezse, sosyal haklarımı kullanır. O da yetmezse, üstüne kalem çeker. Benim aldığım krediyi neden evlatlarım ödesin. Devlet evladımı çağırır ve ona teklif eder. Yani ekip biçmesini söyler. Eğer evladım kabul etmezse bir başkasına kiraya verir ve elde ettiği parayı evladıma verir. Evladım emek vermeden buradan para alır tabii ki bu paranın da vergisini verir...” dedi.
- Olmaz öyle şey... Daha ben babamın kooperatife olan borcunu iki sene sonra ancak bitireceğim. Babam zamanında kooperatiften gübre almış ve ödeyememiş. O da faizi ile katlanıp gelmiş. Beni aradılar ben de, hemen ödeyemeyeceğimi söyledim. Onlar da taksitlendirdi. Bitmesi için iki seneye ihtiyacım var. Senelik taksit yaptırmıştım.
- Evet işte, yanlışlık burada başlıyor. Benim ülkemde insanlar devlete çalışmaktadır. Dünyanın hiçbir yerinde devletine bu kadar borçlu bir millet yoktur. Düşün bu sadece köylü için geçerli değil. Şehirde memurluk veya işçilik yaparak belli bir maaş alan kişi bile, devlete çalışmaktadır. Su parası, elektrik parası, telefon parası, çevre temizlik vergisi, gelir vergisi, katma değer vergisi, v.s ayrıca bir kiracıyı düşünün hem ev sahibine kira öder, hem de devlete stopaj parası verir. Oysa kiraya verenden para almaz. Gerçi bu iş yeri adına kiraladığın zaman olmaktadır. Yani devlet der ki; sen iş yapacaksan, belediyeye, vergi dairesine şunları vermek zorundasın, aksi takdirde sana iş yaptırmam. Boş gezersin ve işsizler ordusunun bir neferi olursun der. Maaşlı çalışanın eline geçeni de kuşa çevirmiş ve vergiler altında ezmiştir. Bunlar devlete verilen. Adamın eline geçen miktarı da, “asgari ücret” adı altında sınırlamaktadır. Öyle olunca da huzursuzluk başlamaktadır. Kişi gece gündüz emek verdiği halde elinde üç kuruş kalmıyor. Kalsa da bir kenarda dursa deme hakkı yok. Olamaz da. Üstelik bu çalışanların, sosyal yaşantıları da olmuyor. Bir kitap alıp okuma alışkanlığı olmadığı gibi, sürekli bir gazete veya dergi dahi alamıyor. Böyle olunca da, rüşvet ve gayri meşru yollar kendiliğinden açılmış olur. Devletin görevi hizmet etmektir. İşi gücü vatandaşından nasıl para koparırım olmamalı. Nasıl hizmet edebilirim olmalı. Devlet topladıklarını, eşit olarak tekrar vatandaşına yansıtmada yine yanlışa düşüyor. Kredi verirken bile, vatandaşına güvenmediği için, kefil, ipotek gibi sağlam yolları kullanıyor. Oysa. Avrupa’da herkesin devletten kredi alma hakkı var. Bizde ise sadece zengine kredi verilmektedir. İşte adaletsizlik burada başlıyor. Adamın bir ticarisi varsa, ona ikinci ticari taksi alma imkanı veriyor da, yarına yiyecek ekmeği olmayana kredi vermiyor. Çünkü dönüşü olamayacağını hesaplıyor.
- Sen benim beynimi allak bullak ettin be Osman.... Bu kadar okursan elbet benim gibi okumayan bir adamın da kafasını karıştırırsın.
- Senin okumana engel olan mı var? Dünyanın en güzel hazinesi bilmektir. Okumak dedin de, yine Avrupa’dan bir misal vereyim. Türkiye’ye her sene tatile gelen bir Alman mühendis vardı. Şaka yollu çok sohbetimiz olurdu. Çok da iyi Türkçe öğrenmişti. Bir gün dedim ki; sana bir milyon dolar para verseler nereye gider, yanına ne alırsın dedim. Türkiye’ye gideceğini, yani tatile çıkacağını bildiğim için böyle sordum. Dedi ki; “Yanıma bol bol kitap alırım. Hatta bavullar dolusu kitap alırım... Peki siz ne yaparsınız?..” dedi. Bende dört beş arkadaş veya ailemi alır onlarla tatile çıkarım. Siz olarak sordunsa, Türkler açısından bakarsak dedim, yanıma oyun kağıdı, çamaşır, v.s saydım işte. Dedi ki; “Saydıklarınızın hepsini gittiğiniz yerde bulma şansınız var. Fakat bulmanızın imkansız olduğu tek şey kitaptır dedi. Çünkü sizin sevdiğiniz veya istediğiniz kitaplar orada olmayacaktır. Zamanınızı hep eğlence ve oyun içinde geçirmek için de tatil istemek biraz saçmalıktır...” dedi. Şok olmuştum. Gerçekten dünyada doğruya giden yol sadece ve sadece bir tane oluyordu. Başka yol yok. Aramak da beyhude.
- Osman, çok görmüş bir adamsın bunu kabul diyorum, hatta çok okuduğun için seni takdir de ediyorum. Ve kıskanıyorum da.
- Ben anlatıyorum da senin anlamak istemeyişine şaşıyorum. Okuman gerek, muhtar okuman.
- Olur davarları bırakayım okuyayım öyle mi?
- Öyle be muhtar. Öyle... Sana küçük cep kitapçıklarından lazım. Onları cebinde taşı ve boş bulduğun yarım saat içinde üç sayfa dahi okusan, çok kâr etmiş olursun. Bizim adam olmamız için okumaktan başka yol yok. Yok.
- Tamam söz okuyacağım.... benim kafamı kurcalayan bir şey söyledin. Ben orada takılıp kaldım.
- Ne gibi?
- İlerde büyük bir teklif ile karşıma kim çıkacak?
- Hiç kimse...
- Peki neden öyle dedin?
- Laf olsun diye... Yine de yarın nelere gebe bilemezsin. Karşına ne gibi fırsatların çıkacağını bilmediğin gibi kestiremezsin de.
- Elbette... Gaibi Allah bilir... Neyse bana müsaade, davarlara bir çözüm bulmam gerek.
- Davarların tek bir çaresi var. Sen onları devamlı dışarıda dolaştır getir. Ne yediklerini düşünme. Hayvanları uyuşukluğa alıştırma. Şu güzelim memleketi yeşertirsek, hayvanlarımızın da otlatma sorunu biter.
- O uzun iş... Bana şimdi lâzım. Neyse bana müsaade.. hadi eyvallah....
- Güle güle muhtar.... Şunu hiç unutma Muhtar, “Umutsuzluk intihara benzer, yokluğunda insanın hayatı da biter. Sakın umudunu yitirme.”
Muhtar hızlı adımlarla oradan uzaklaştı. Muhammed Hoca’nın kafasında epey bir soru yumağı oluşmuştu.
- Osman.... dedi ve oturuş şeklini değiştirerek.... Gerçekten sende çok şey var.
- Ne gibi?
- Yani çok şey biliyorsun. Bunu fiiliyata geçirsen olmaz mı?. Mesela, o Alman’ın yaptıklarını tarlanda yapsan, daha çok verim alma yoluna gitsen olmaz mı?
- Yapıyorum hocam... Bu köyde, herkes benim yaptığım çiftçiliği yapsa, ürününü üçe katlar. Ben orada gördüklerimin aynısını burada uyguladım. Hatta onlara ilaveten çok şeyler geliştirdim. Onun için çok ürün alıyorum.
- Yanında da çok kişi ekmek yiyor. Bu yönden bakarsan haklısın. Yedi sekiz kişi sayende ekmek yiyor.
- Ben sadece vesileyim.
- Üstelik onların sosyal haklarını da bi tamam yapıyormuşsun. Hepsi de sigortalıymış.
- Evet... Olmak zorunda. Benim için emek verene, benim nankörlük etmem düşünülemez. Çok az insan mantıklıdır. Çoğumuz önyargılıyız. Pek çoğumuz kuşku, korku, onur, imrenme, kıskançlık gibi duyguların kölesiyiz.
- Sizi çok iyi anlıyorum. Acaba bu toplum, zor günleri yenebilecek mi?
- Başarının sırrı kendinizi karşınızdaki insanın yerine koyabilme yeteneğine sahip olmak ve olaylara kendi bakış açınızın yanı sıra onun bakış açısıyla da bakabilmektir. Biz 300 kişilik bir beylikten, dünya liderliğine çıkmış bir milletiz. Bizim azmimiz karşısında hiçbir engel duramaz.
- Muhtara bir şey söyledin benim de dikkatimi çekti. Ne demek istedin?
- Bir huyum vardır. Düşünce aşamasındaki fikirlerimin mahiyetini açıklamam hocam. Fatih Sultan Mehmet gibi, Yavuz Sultan selim gibi önderlerimiz “tez ordu sefere hazırlansın” dediklerinde en yakın sadrazamı, veziri, komutanı hatta ve hatta hatun ve çocukları bile, seferin nereye olacağını bilmezmiş. Tabii ki Osmanlı’nın sefer hazırlıklarını duyan dünya devletleri kendisine çeki düzen vermek zorunda kalırmış. Aman Osmanlı ordusu üstüme gelmesin dermiş. Tabi ki, emri veren Padişah seferin nereye olacağını bildiği gibi, bu seferin en ince detayına kadar planlarını yaparmış. Şu an bizde böyle bir plan aşamasında gibiyiz. İbrahim Hakkı Hazretlerinin dediği gibi; “Görelim Mevla neyler neylerse güzel eyler.”
İmam ile dünyada olan olaylara kadar çok şeyi konuştular. Akşam ezanını Osman okudu. Namazdan sonra Osman eve geldi. Kadir kasabaya gidecek ürünleri hazırlamıştı. Beş damacana süt, iki kova tereyağı, on kova da yoğurt ve 30 koli yumurta, arabaya yüklenmeye hazırdı. Osman, ahırdaki inekleri eline aldığı kaşağı ile tımar etmeye başladı. Hayvanlar sırtlarının tımar edilmesinden epey hoşlanıyordu. Hayvanlar uysal davranıyor ve tımar esnasında hiç kıpırdamıyordu. Osman da zevkle tımar etmeye devam ediyordu. Elindeki kaşağıyı temizlemeden bir başka hayvanı tımar etmezdi. O hayvanda olan parazitlerin diğer hayvana geçmesini istemezdi. O nedenle ahırı çok temiz tutardı. Ahır her gün ilaçlanır ve havalandırılırdı. Aynı ilaçlamayı tavuklar için de yapardı. Osman’ın eski bir traktörü vardı. Ona hidrolik taktırmış ve tarla işlerini çok rahat hallediyordu. Bu traktörü de, Derviş adında bir genç kullanıyordu. Kadir ve ailenin tüm fertleri yanında çalışıyordu. O ailenin hepsinin sigortasını yatırıyordu. O ailede işini bilir, söylemeden ne gerekiyorsa, kendi işi gibi yapardı. Kadir’in konumunda olanlara bazı yörelerde, kahya denilmekteydi. Kadir’in evinin yıllık ihtiyacı Osman tarafından eksiksiz olarak karşılanırdı. Osman, kasabada okuyan çocuklarını yaz tatilinde köye getirir, köydeki işlerde çalışmalarını söylerdi. Dünya halini göz önünde bulundurur, okumuş olmalarına rağmen, çiftçiliği de bilmelerini isterdi.
Osman bütün namazlarını her zaman cemaatle kılmaya özen gösterirdi. Kadir’de cemaate katılmayı ihmal etmezdi. Kadir bazen, işi gereği cemaate katılmaz evde veya tarlada kılardı. Oğlu ilk önceleri namaz kılmıyordu ama son iki senedir, hiçbir namazını aksatmıyor, dilinden ilahi eksik olmuyordu. Kadir’in karısı da namazlarını hiç aksatmazdı. Çok temiz bir aile görüntüsü verirlerdi. Kadir babacan ve cana yakın tavırları ile Osman’ı etkilerdi. Gerçi Osman da aynı şekilde idi. Kadir ile aralarında iş ve işveren ilişkisi yoktu. Abi kardeş ilişkisi vardı. Osman öyle olmasını istemişti. Kadir ve ailesine evinin yanı başında mükemmel bir ev yapmıştı. Diğer çalışanları, köyün içinde kendi evlerinde kalmaktaydı. Kimseyi incitmez, çalışanla çalışır, konuşanla konuşur ve yanında çalışanların her türlü sorunları ile ilgilenirdi.. Yanında çalışanlar yapılması gerekenleri Osman’a anlatırlar, ondan sadece fikir alırlardı. Evin, tarlanın, traktörün ve bütün ihtiyaçları her zaman bir liste halinde Osman’a sunulur o da hemen temin ederdi.
Osman, çocuklarını da terbiyeli bir şekilde yetiştirmişti. Çok terbiyeli evlatları vardı. Beş vakit namazını kılan bu gençler, çevrelerinde çok sevilirdi.
Yatsı namazını kıldıktan sonra her zaman ki yaptığı gibi, şükür namazını evde kılar, uzun uzun dua ederdi. Televizyonda haberleri dikkatle takip eder, köye günlük gazeteleri gelirdi. Bu gazeteleri, köyün kasaba ile her gün irtibatını sağlayan dolmuşçu Yusuf getirirdi.
Osman’ın köydeki ürünlerini kasabaya götürdüğü eski bir arkası açık otosu vardı. Aracın arkasını kendisi açtırmıştı. Ürünlerini yazlı kışlı bu otoyla kasabaya taşır orada, tüccar Adem’e verir ve parasını peşin alırdı. Veresiye çalışmayı sevmeyen Adem, Osman gibi beş altı tane daha köylüyle çalışırdı. Fakat çok titiz bir insandı. Beğenmediği malı hemen imha eder bir başkasına satılmasına razı olmaz, ürünü getiren kim olursa olsun, imha ettiğinden dolayı ücretini öderdi. Kimsenin mağdur olmasını istemez, mağdur edene de razı olmazdı. Osman’ın da çok iyi arkadaşı idi. Hatta çocukluğu beraber geçmişti. Adem, kasabaya dükkan açmış, Osman’da köyde kalmıştı.





2
Osman’ın köyde rutin bir hayatı vardı. genellikle namazını bitirdikten sonra kasetçalara koyduğu ilahiyi açar ve eline bir kitap alarak okumaya başlardı. Yine böyle yapmış kitap okumaya başlamıştı. 27 sayfa kadar okuduğunda kapı zili çaldı. Kitabın arasına bir kağıt koyup masanın üzerine kitabı koydu ve kapıya doğru yöneldi. Bu arada zil ikinci defa çaldı. Osman, koridorun lambasını yaktığında, kapının camından dışarıdaki insanın silüetini gördü. Kapıya fazla kilit takmazdı. Kapı arkasında bir tek sürgüsü vardı. Osman, sürgüyü yavaşça çekti ve kapıyı açtı. Karşısında Yakup elinde defter duruyordu.
- Hayrola Yakupçuğum?
- Dersime çalıştım hocam.... dedi gülümseyerek...
- Hele içeri buyur... Sen işi gerçekten ciddiye aldın galiba.
- Bak sen!... Yoksa su mu koyuverdin?
- Yok... Benim dilimden ne çıkmışsa, o, odur.
- Aman gözünü seveyim. Yoksa çocuklara kepaze olurum.
- Hele içeri buyur... Geç otur, bir soluklan... Aç mısın?
- Yok... ben yedim...
- Meryem bacım, bi güzel lahana sarmış... Bilirim seversin.
- Deme yav...
- Dedim bile... Sen otur, yemeğimizi yiyelim ondan sonra konuşuruz. Bir de çay demleyelim. Ve vaktin varsa sabaha kadar bu konuyu sonuçlandıralım. Ne dersin?
- Tamam derim...
Osman, mutfağa gitti. Ocağı yakıp ocağın üzerindeki tencereyi, ocağın yanan gözünün üstüne koydu. Diğer gözüne de çaydanlığı koyup altını yaktı. Çaydanlık her zaman suyla dolu olurdu. Duvar dibinde duran siniyi yere koydu. Üzerine iki kaşık, iki de çatal koyduktan sonra, fasulye turşusu kurdurmuştu, onun kapağını açıp bir tabak içine epeyce doldurdu. Yine dolapta öğleden kalma sulu köfteyi ocakta ısıtmak için aldı. Ocağın diğer gözüne de onu koydu. Yemeklerini gündüzleri Kadir’in karısı hazırlar ve hep beraber yerlerdi. Sadece akşam yemeğini kendisi hazırlayan Osman, çok da maharetliydi. Yemek yapmayı çok sever, elbiselerini hep kendisi ütülerdi. Sadece yıkamayı makine yapardı. Kendi şahsına ait hiç hizmet ettirmezdi. Sevmezdi de. Yanında çalışanlarla oturup yer, olmazsa kendisi ekmek arası bir şeyler hazırlardı. Sofrayı mükemmel bir şekilde hazırladı. Önce sofra bezini yere yaydı. Ardından sofra bezinin orta yerine, sini altlığını koydu. Yakup onu hayranlık içinde seyrediyordu. Osman, eline aldığı sini ile içeri girmek istediğinde kapı kapandı. Ayağıyla zorlayarak kapıyı açmaya kalkıştı beceremedi. Yakup hemen koşup kapıyı açtı.
- Yahu bu kadar zahmete ne gerek vardı?
- Senin için değer... Zaten bende yemek yemek için bir bahane arıyordum ki, sen çıkageldin. Hele buyur.
Yakup bismillah deyip sofraya oturdu. Osman da oturduğunda birden aklına su geldi. Hemen kalkıp sürahi ile iki bardak getirdi. Yemek yemeye başlamışlardı. Yakup ağzındaki lokmayı yutkunduktan sonra:
- Meryem bacım da bayağı güzel aşçılık yapıyor... dedi ve bir lokma daha yedikten sonra konuşmaya devam etti... Evet, Osman bugün sabahtan akşama kadar bu kağıtlarla uğraştım. Yazdım, yırttım, karaladım. Çocuklar gelip gittikçe hayretler içinde bana bakıp durdular. Onlara soru sormamalarını, sonra her şeyi anlatacağımı söyledim.
- Söylesen ne çıkar ki?
- Hayır düşünce aşamasındaki bir işi, kendime dahi söylemişliğim yoktur. Bunu senden öğrendim.
- Ya öyle mi?... dedi gülerek...
- Hımmm... Kaynanam beni çok severdi rahmetli. Şansa bak... Hımmm. Ne de güzel olmuş.
- Afiyet olsun....
Yemek yenilirken bile kasetçalardan devamlı ilahiler çalıyordu. Osman evde olduğu zaman bu kasetçalar hiç durmuyordu. Kasetçalarda Abdurrahman Gönül’ün “Gül yüzünü” adlı parçası çalıyordu. Yemek yenmişti ki Yakup hemen siniyi alıp mutfağa götürdü. Osman da sofra bezini toparlayıp, sini altını koltuğuna alıp mutfağa gitti. Osman çayın kaynamış olduğunu gördü. Hemen onu demleyip bardakları hazırlamaya başladı. Tepsi üzerine hazırlanmış bardakları Yakup alıp içeri gitti. Koltuklara yakın duran sehpanın üzerine tepsiyi koydu. Peşinde elinde çaydanlık ile Osman geldi. Masanın üzerine bir bez koyup üzerine çaydanlığı koydu. Sonrada omuzunda duran havluyu çaydanlığın üzerine örttü.
- Evet Yakupçuğum... Ver şu hazırladığın ödevi bakalım... Neler düşünmüşsün... Benim çalışmalarım da işte burada. Al sende onu oku. Anlamadığın yerleri sor. Veya bir kağıda sorular şeklinde yaz. Anlamadığım yerleri bende öyle yapayım ve sonuçta ortaya çıkacak olan konu üzerinde, somut bir karara varalım.
- Tamam... Haaaa şunu bilmelisin, benim yazım, biraz kargacık kurgaçıktır.
- Önemi yok... Mühim olan işlediğin konu....
İkisi de çok dikkatli bir şekilde okumaya başladı. Her ikisi de önüne aldığı boş kağıda bazen bir şeyler yazıyordu. Osman hem yazmayı, hem de okumayı bırakarak çayları doldurmaya başladı. Yakup, elinde tuttuğu defteri aşağı indirerek Osman’ı kısa bir süre izledi. Sonra okumaya devam etti. Osman çay doldurduğu bardakları sehpanın üzerine koydu. Yakup’a hafifçe dokunarak bardağı gösterdi. Yakup, tamam diyerek okumaya devam etti. Bu arada Osman yerine oturdu. Odada da sadece Grup Genç’in “Neden Olmasın” adlı ezgisi çalıyordu. Bu ezgiyi bazen, bardak içindeki şekeri eritmek için karıştırılan kaşığın, bardağa değdiğindeki sesi boğuyordu. Bir saat kadar bu ortam böylece devam etti. Bu arada üçer bardak çay içmişlerdi. İlk konuşan Osman oldu.
- Boşuna dememişler el elden üstündür diye... Sende de epey cevherler varmış doğrusu. Ben işin ekonomik yönünün nasıl temin edileceği ile pek alakadar olmamıştım. Beni ilgilendiren teknik detaylardı. Ve genellikle onu işledim. Ayrıca üretilen ürünlerin ne şekilde pazarlanacağını yazdım. Sen ise, ekonomik konuların yanında, başka branşları da eklemişsin. Bence mükemmel. Birkaç teferruat var kafamda, onlar da karar aldıktan sonra olacak işler. Evet sen ne düşünüyorsun?
- Bence sen her zamanki gibi ilk önce insan, temasını işlemişsin. Bunu bende kabul ediyorum. Çok detay var seninkinde, ben bunlardan anlamam. Ama mükemmel bir çalışma sistemi istiyorsun. Tam insan onuruna yakışan bir çalışma ortamı hazırlamak ne kadar kolay veya zor onu bilmem. Fakat senin aradığın şekilde insan, nasıl bulunur onu merak ediyorum.
- Çok basit... Bir insan pis bir ortamda durdukça, pislikle yaşamayı öğrenir. Temiz bir ortamda durduğu zaman da, temiz yaşamayı öğrenir. Bizim işimiz, temizliğin en önde gelmesine önem veren bir iş dalı olacak. Pisliğin “P” si dahi kabul görmez. Nihayetinde insanlara gıda üretimi yapacağız.
- Ayrıca, gıda mühendisleri gibi insanlardan bahsediyorsun. Bunlar nasıl bulunacak?
- Bir günde yüzlercesini buraya getirmek mümkün. Bu ülkede, okuyup da simit satan gençleri gördükçe içim yanıyor. Boyacılık yapanları dahi gördüm. Yeter ki sen bu pırlanta gençliğe yol göster. O pırlanta gençlik, gösterdiğin yolda mükemmel bir şekilde ilerleyecektir. Bizim babalarımız Almanya’ya gittiklerinde neyi biliyorlardı? Oralara alışmaları çok uzun süre almadı, mecburiyet yüzünden hemen alışmak zorunda kaldı. Bizim gençliğimiz de mecburdur demiyorum, ama mecbura da yakınlar. Onları eğitip sokağa salmak, akıl kârı değil. Onlara adam gibi bir hayat hazırlamak akıl kârıdır. Bunu devletten beklemiş bu millet. Hayır, Avrupa’da devlet sadece denetleyicidir. İş veren değil. İşte biz bunu bu ülkenin gerçekleri arasına koyduğumuz zaman, ilerleyeceğiz. Bizim ilerlememizi dünya çok iyi bilir. Biz ilerlemeye başladığımız zaman, önümüzde maddi ve manevi engel kalmaz. Hepsi boyun eğer. Hele bunu birde Hakk yolu ile birleştirdik mi, değme keyfine.
- Şunu çok iyi anladım. Sen bizi büyük bir işveren yapmak istiyorsun. Bu büyük iş, bizi ne derece gerçekçi kılar? Bizim etimiz ne budumuz ne? Biz kim, büyük bir işveren kim? Ben sadece, küçük çapta bir iş yapacağımızı düşünmüştüm.
- Büyük düşünmek, insanın büyüklüğündendir. Kişinin nefsine uyduğunu gördüğün zaman bil ki o sevdiklerini kaybetmiştir. Ve cehaleti sebebiyle düşmanlarını kendine güldürmüştür. Ve onu kınayanlar her türlü kınama ve dedikodu sermayesini bulmuşlardır. İnatçı nefsi, arzusundan çevirmek herkesin karı değildir. Belki ancak sağlam fikir sahibi ve kamil insanların işidir. Bu sağlam fikir de sende var. Buna inanman, en büyük sermayedir. Kendini asla küçük görme. Şunu hiç unutma; Akıldan daha nezih, bir arkadaş yoktur. Yine ben derim ki; herkes insandır düşünür ama bazıları boş düşünür. İnsan olmak simaen gözükmekle olsaydı, elinde asa tutan herkes Musa olurdu. Alman düşünür Geothe der ki: “Birinde azim yoksa, bilgisi ölü sayılır...” diyor. Şükür bizde o azim var. Şunu hiçbir zaman unutma; “Hedefe yaklaştıkça, zorluklar artacaktır...” bu bizi yıldırmayacak, aksine daha sıkı, daha büyük bir şevkle çalışmamızı gerektirecek. Bu çalışma esnasında hiç taviz vermeyeceğimiz üç şey olacak, ibadetimiz, kişiliğimiz, samimiyetimiz... Belki ilerde daha başka ilkelerimiz de çalışma hayatına girecektir.
- Beni çimdiklemen gerek. Ben, sanki bir hayal alemindeyim veya bir rüyadayım. Yüz yıl yaşasam aklımın ucuna gelmeyen bir işe girişiyorum.
- Benim çimdiklememe ne gerek var. Kendi kendini çimdikleyebilirsin.
- Hâlâ anlamakta zorlandığım şey, bu işi ekonomik yönden nasıl kuracağız? Benim düşündüğüm küçük bir kuruluştu. Sen ise karşıma koskoca bir yatırım çıkarıyorsun!!! Hasan-ı Basri (RA)’in bir sözü aklıma geldi. Bir lokma ki fil için hazırlanmıştır; karınca ağzına sığar mı?
- Sığmaz. Fakat gönle sığar. Manevi atmosferde her şey mümkündür. Sana söylemek istediğim bir şey daha var. Bir üçüncü kişi daha aramızda olacak.
- Kim o...? dedi şaşkınlık içinde. Gözleri büyümüş yuvasından çıkacak gibiydi.
- Adem...
- Adem de kim...?
- İlçedeki tüccar Adem... Üç ay önce onunla böyle bir şey konuşmuştuk. Bu işi ben kafamda tam üç aydır tasarlıyorum. Finans konusunda bir sorun çıkacağını sanmıyorum. Gerçi makinelerin tamamını uzun bir vade ile Adem alacak. O bu konuda konuşup ön bilgileri almış vaziyette. Tek bir problemimiz var, bürokrasiyi aşacak, bürokrasiden yılmayan, becerikli bir eleman bulmak. İşte Adem ile benim tıkandığım tek nokta bu.
- Hımmm... Evet... Neden olmasın... Benim Ankara’da bir arkadaşım var. O bu işin uzmanı. Üstelik bürokrasinin içinde yetişmiştir. Adı Ertuğrul... Kendisinin bir Mali müşavirlik bürosu var. Bizim bürokrasi işini o halledebilir. Ve bize bu işi yürütecek ekibi dahi kurabilir.
- Evet.. O halde iş tamam diyebiliriz.
- Hani ne yaptık ki?
- Ne mi?... Çok şey yaptık.... Şunu unutma; Çevresine kendisinden daha akıllı insanları toplamayı bilen biri ancak başarılı olabilir.
Bu arada kasetçalarda Uğur Işılak’ın “Dönen Alçak Olsun” adlı parça çalmaya başlamıştı. Osman, kasette çalan parçaya kulak verdikten sonra:
- Bak gördün mü? Uğur bile bizi duydu ve şarkısı ile bize iştirak etti...
- Dönen Alçak Olsun... Evet gerçekten tam yerinde ve zamanında söyledi.... Abovvv... Saat gecenin üçü olmuş. Ben hemen şimdi gidip, bir abdest alayım. Bir şükür namazı, peşinden bir hacet namazı ve peşinden de istihare namazı kılayım. Sonra da sabaha kadar dua edeyim.
- Evet çok ihtiyacımız olacak... Ben de yarın ilçeye gideceğim. Malları Adem’e verdikten sonra, bu iş üzerinde biraz konuşmamız lazım. Öbür gün geldiğimde olup biteni sana bildiririm.
- Hadi hayırlı akşamlar... dedi ve ayağa kalktı tam kapıya varacağı sırada durdu ve... Bir şey daha soracağım. Sahi biz bu iş yerini nereye kuracağız?
- O kolay... Benim belin üstündeki, boz tarla tam bu işi için biçilmiş kaftan.
- Hımmm... Evet orası olabilir. Oraya her türlü ulaşım kolay. Üstelik dağdan mükemmel bir su getirmek bile kolay olacak...
- Bak artık işi iyice benimsedin ve şimdiden sonra nasıl yapacağımızı düşüneceksin. Ben yarın ilçede, mimar ve müteahhit ile de bu fabrika kurma işini görüşeceğim.
- Ne diyeyim... Allah yar ve yardımcımız olsun.
- Amin.
Yakup’un yüzünde hem hüzün hem de sevinç hakimdi. Hem seviniyor böyle bir işi yapacakları için hem de, beceremeyeceklerini düşünerek, kederleniyordu. Ağır adımlarla hareket ederken, Osman elini, Yakup’un omuzuna attı ve onu sert bir şekilde salladı. Yakup, birden irkilmişti. Kapıda yanan lambanın altında göz göze geldiler. Osman’ın gözünün içi gülüyordu. Yakup bir müddet Osman’a bakındı ve gülümsemeye başladı. Sonra yüzünde tebessüm, bütün vücudunu kapladı. Yakup gerginlikten kurtulmuştu. Artık sakin bir görüntü içindeydi. Osman’ın elinden tutarak sert şekilde toka yaparken onun kolunu birkaç kez salladı..
- Osman Uğur Işılak’ın dediği gibi “Dönen Alçak Olsun”
- Olsun, olsun be Yakupçuğum, hem de en aşağı derecede alçak olsun.
Yakup Osman’ı kendisine doğru çekip kucakladı. Sonra sevinç içinde ilerledi. Osman ahırın lambasının yandığını fark etti. Ahıra doğru vardığında, Kadir ve oğlunu yerde yatan ineğin başında buldu.
- Hayrola Kadir?
- Hiç Osman Abi. İneklerden biri doğum yapacak galiba?
Osman, yerde yatan ineğin sağını solunu yokladı. Hayvanı sıvazladı. Hayvanın sırtını okşadı, karnını sıvazladı. Ağzını açıp diline baktı, göz kapaklarını açıp, gözlerinin içini inceledi....
- Kadir kardeşim... Bu mevsimde inekler doğum yapmaz. Önümüzden gelen kara kış. Bu hayvanların tabiatına ters olan bir durum, çok olağan üstü durumlar olmadıkça, kışa doğru bu hayvanlar doğum yapmaz. Bu hayvanın iç organlarından biri patlamış. Karnına sert bir boynuz darbesi almış olmalı. Çünkü hayvan kendini toparlayacak gücü bulamıyor. Zehirlenme değil, hastalık da değil, doğum hiç değil. Bu hayvan bir başkasından sert bir darbe almış. Bunun akıbeti iyi olmaz. İlerde mutlaka ölür. Bizim yapacağımız bir şey yok. Ayağa kalkması imkansız. Kalksa da bir yerde yığılır kalır. En iyisi mi, bunu keselim ve köylülere dağıtalım ki, milletin midesine bir et girsin.
- Ama efendim,
- Bilirim kıyamazsın. Ama hayvanların tek gayesi vardır. İnsana hizmet. Kimi etiyle, kimi sütüyle, kimi yünüyle, kimi doğada ekolojik bir görev üstelenerek velhasıl yaratılmış bütün canlılar insana hizmet içindir. Hiçbir canlı insanı kendisine köle yapmaz. Sadece ve sadece insan insana köle olur ki, bunu akıl sahibi bir kul ne yapar ne de kabul eder. Sadece bir mevkie kul köle olunur, oda kâinatı yaratan yüce Mevlam’a... Yusuf bir zahmet bana, hayvan kesim takımını bir getir, sen babana bakma. Onu dinleyecek olursak, bu hayvan ıstırap çeker durur.
- Tamam efendim....
Osman, çok tertipli bir insandı. Bir hayvan kesilirken lâzım olacak her şeyi bir araya getirip bir set yapmıştı. Bu setin içinde bıçakların en büyüğünden en küçüğüne kadar ikişer tane olup, masat, kemik kırmak için nacak ve kütük, v.s hepsi bu setin içindeydi. Sadece bu böyle değil, bahçede kullanılmak üzere lâzım olanların hepsi bir bölümde, motor tamir edilirken kullanılan malzemeler bir bölümde, elektrik, kaynak, odun kesme, bina yapımında kullanılan malzemeler, v.s hepsi de ayrı ayrı olup. Bir işi yaparken eksikliğini hissettiği bir malzeme olursa onu aklından çıkarmaz mutlaka alırdı.
- Osman amca buyur.... dedi Yusuf... nefes nefese ahıra girmişti.
- Tamam şurada dursun bana yardım edin de hayvanı şu köşedeki, boşluğa çekelim.
Baba oğul bir yandan Osman bir yandan, yerde yatan hayvanı köşeye kadar çektiler. Burada özellikle böyle durumlarda hayvanı kesmek için bir zemin hazırlanmıştı. Yere beton atılmış, dört bir tarafta, yere çakılı halkalı kazıklar vardı. Hemen üst kısımda duvarda hortumu ağzında takılı su musluğu vardı. Osman hayvan kesim işinden çok iyi anlardı. Avrupa’da kaldığı üç yıl içinde, hayvan kesim yerinde bir sene çalışmıştı. Bir hayvanı tek başına yere yatırarak kesme tekniklerini bilirdi.
Hayvanı köşeye çektiklerinde, Osman hayvanın ayaklarını bağladı. Başını kıble istikametine getirdi. Hayvanın can havliyle sağa sola zarar vermemesi için, yerde çakılı olan halkalı kazıklardan birer ip geçirip, hayvanın üzerinde çarpı oluşturarak, ipin uçlarını iyice bağladı. Hayvanın başını geriye yaslayarak boğazında bıçağı ters düz ederek birkaç kez sürttü. Bu esnada da durmadan tekbirler getiriyor, ve dua ediyordu. “Ya Allah, Bismillah” diyerek bıçağı hayvanın boğazına indirdi. Hayvan ilk bıçak darbesinde biraz çırpındı, ama sonraları hareket imkanı zayıf olduğundan çırpınma durdu. Hayvandan akan kanlar, beton arasından dışarı çıkan oluğa doğru akmaya başladı. Hemen tavanda iki tane büyük bir kanca vardı. Osman, o kancalardan birine bir zincir taktı. Zincirin ortasında bir makara vardı. Zincirin ucundan çekildiği zaman makara tersine dönüyor ve ucu yukarı çıkıyordu. Osman, yerde yatan hayvanın arka ayağından bir delik açıp, yukarıdaki sallanan zincirin ucundaki kancayı taktı. Sonra da zincirin diğer ucundan sertçe birkaç kez çekti. O koskoca hayvan bir anda tavana kadar yükselmişti.
- On-onbeş dakika kadar beklesin de hayvanın içindeki kanlar boşalsın. Siz derisini yüzene kadar ben biraz dolaşacağım.
- Osman amca ben de halledebilirim... Kurban bayramında ve normal haftalık koyun kesimlerinde sizin nasıl yaptığınızı yıllardır seyrederim. Bu işi, ben yapabileceğime inanıyorum.
- Tamam Yusufçuğum... Madem bu işi yapabiliyorsun, ne mutlu sana.
- Merak etme Osman amca... Deriye zarar vermem, kemikleri bütün çıkarır, etleri sınıflarına göre ayırırım, bonfilesi, flatosu, bifteği, pirzolası, kaburgası, boynu, haşlamalık etini velhasıl sizin yaptığınız her şeyi en ince ayrıntısına kadar yapacağım.
- Aferin sana be Yusuf... Kadir bu ahır düzeninde bir yanlışlık olmalı. Bir hayvan diğerine bu denli zarar vermemeli. Bunun çözümünü bulup, önlem almalıyız.
- Tamam Osman Abi. O konu ile ilgilenirim.
Osman, saatine baktı. Sabah ezanına çok az bir zaman kalmıştı. Hemen abdestini tazeleyip, camiye doğru ilerlerken,
- Kadir, Yusuf... Hadi bırakın elinizdeki işi de sabah namazına gidelim.
- Ama efendim.... dedi Yusuf.
- Bırak evladım bırak... Dünya işi dünyada kalır... Hem hayvanın eti soğumuş olur.
Kadir, Osman’ın yanına geldiğinde Yusuf ellerini yıkamakla meşguldü. Kadir sıkılarak;
- Osman Abi, bugün Murat bir şeyler geveleyip durdu ağzında, hayvanlar ürkünce, bu hayvanın ortada kaldığını, diğerleri kaçıp gidince bu kestiğimiz hayvan yerde bir saat kadar hareketsiz yatmış. Sonra da kalkıp diğerlerine katılmış.
- Neden ürkmüş ki?
- Yol kenarında hayvanlar gelirken, bir aracın havalı kornayı çalmasıyla ürkmüşler. Çok gürültülü bir şekilde çalınan bu korna hayvanları ürkütmüş. Hatta aracı süren adam, bunu birkaç kez yapmış. Hayvanların birbirine girip, telaşlanmasından hoşlanmış bile. Murat bu aracı kullanan adamla ilk önce küfürleşmiş, sonra araçtan üç kişi inip Murat’ı dövmüşler. Bizim hanım onun vücudunu sargılar içine aldı. O şimdi yatıyor.
- Bundan benim niye haberim yok?
- Murat kendisi istedi efendim. Osman amcama söylemeyin. Yusuf benim yerime iki gün idare etsin, ben yakında ayağa kalkarım dedi.
- Bak Kadirciğim. Şimdi sabah namazına gidiyoruz. Namazı kıldıktan sonra, hayvanın arka butlarından birini ve ön kolunu güzelce paket yapıp arabaya koy. Ondan sonra kalanları köylülere bir güzel dağıt. Mutfağın ihtiyacını karşıla, sonra da git Murat’ı getir ve arabaya bindir. İlçeye doktora götürelim ve orada karakola şikayette bulunalım. Burası dağ başı değil. Kimse bir başkasını rahatsız etme hakkına sahip değil. Hele onu rencide ederek, döverek, söverek asla ve asla yapamaz. Eğer bir kozu varsa, çıkar yiğitçe karşısına, ben senden şunlardan dolayı rahatsızım der. Ya köy meclisine gelir ya da, mahkemeye gider. Bu ülkede yetişen her evlat, sorumluluğunu bilmek zorundadır. Eğer sorumluluğunu bilmiyorsa, biri ona ve babasına bu sorumluluğu pahalı bir şekilde ödetir. Ben yarın bu şahısları, buldurup onlardan önce onları eğiten ebeveynlerine ceza verdirmek zorundayım. O çocuklar zaten gereken cezayı alacak.
Konuşa konuşa, camiye gelmişlerdi. Yusuf’ta arkalarından yetişmiş, beş altı metre geriden geliyordu. Camiye yaklaştıklarında, cami avlusunda üç beş köylüyü gördüler. Onlarla selamlaştıktan sonra, Osman, cebindeki anahtarı çıkarıp camiyi açtı. Caminin anahtarı Osman gibi, beş altı kişide daha vardı. Bu kişiler gerektiğinde, ezan okur hatta namaz kıldırırlardı. Osman saatini kontrol etti. Duvardaki yapraklı takvimden bir sayfa koparıp, ezan saatine baktı. Bir iki dakika oyalandıktan sonra, cihazı açtı. Elindeki mikrofonun üzerine birkaç kez tıklattı, sesin dışardan geldiğini duyduktan sonra ezan okumaya başladı. Sabah ezanını çok yanık bir şekilde okumayı severdi. Zaten sabah ezanı da öyle okunurdu ki, insanlar sıcak yataklarından kalkıp gelebilsinler. Osman ezanı bitirdiğinde caminin içi epey dolmuştu. İmam da cüppesini giymiş, cemaatin en önündeydi. Osman, caminin içindekileri göz ucuyla süzdüğünde Yakup’un kendisini izlediğini gördü. Onu görünce gülümsedi. O da gülümsedi. Daha sonra her ikisi de sabah namazının sünnetini kılmak için namaza durdu.
Osman, caminin dışında herkese sordu.
- İlçeye gidiyorum, bir isteği olan var mı?
- Yok be Osman, hayırlı git hayırlı gel... dedi Yakup...
Bir kez daha tekrarladığında, orada bulunanlar bir şey istemediğini söyledi. Osman onlardan ayrılıp eve geldi. Geldiğinde Meryem’i kapıda buldu. Kadın namaza kalkmıştı. Meryem kadın korku nedir bilmez, gece ahırları tek başına gezerdi.
- Osman Abi, çilli ineğe ne oldu? Neden kestiniz?
- Yapabileceğimiz en son şeyi yaptık. Kesmek zorunda kaldık.
- Hele akşam üstü eve gelirken bir hoştu. Hastalığından dolayı kesmeyeceğinizi biliyorum. Onu neden kestiniz?
- Hayvanlar ürkünce karnına darbe almış, iç organlarından biri zarar görmüş olmalı.. Biraz sonra öğreniriz, bakalım neresine darbe almış.
Yusuf çoktan derisini yüzmüştü hayvanın. Öyle seri bir şekilde bıçak kullanıyordu ki, bazen de yumruğunu basarak, deri ile et arasını açıyordu. Onlar camiden gelene kadar hayvanın vücudu soğumuştu zaten. Sıcak olduğu zaman, deriyi yüzmek biraz zorlaşıyordu. Yusuf, hayvanın iç organlarını itina ile çıkarmaya başladığında birden durdu, özenerek hayvanın ciğerini çıkardı. Ciğere yapışık olan dalağı da çıkarıp elinde tutarak Osman ve babasına gösterdi. Osman dalağı aldı.
- Evet dalakta büyük bir ezilme var. Bakalım ciğerde neler var. Ciğerde de büyük bir darbe izi var. Evet, zamanında keserek, hayvanı acıdan kurtardık. Yusuf , hayvanın arka but ve ön kolunu bir poşete koy ve arabaya götür. Ön tarafa koy. Kalanı da komşulara dağıtın.
Osman, normalde her hafta bir hayvan kesip, köyün fakirlerine dağıtırdı. Bu genellikle koyun olurdu. Köydeki yardıma muhtaç insanları her zaman hatırlar, onlara elinden geldiğince yardım ederdi. Bunu rutin hale getirmişti. Özellikle de Cuma günü kesip dağıtırdı. Bu gün Perşembeden dağıtmak zorunda kalıyordu. Bir saat sonra ortalık ışımış, güneş doğmak üzereydi. Arabasına bindi ve vedalaşarak evden ayrıldı. Murat’ın evine varıp onu da arabaya alarak ilçenin yolunu tuttu.
İlçeye vardığında, aracı doğruca Adem’in dükkanının önüne çekti ve Adem adamlarına arabayı boşalttırdı. Osman, Murat’ı yanına alarak hastaneye gitti. Oradan da jandarmaya varıp Murat’ın ifade vermesini sağladı. Murat’ı, lokantaya bırakıp, cebine biraz para koydu ve kendisi Adem’in dükkanına geldi. Osman, sonra gelip konuşacağını söyleyerek araca bindi ve çocuklarının yanına gitti. Onlar her Perşembe babalarının geleceğini bildikleri için sabahtan uyanırlardı. Gerçi hepsi de sabah namazına kalkmayı hiç ihmal etmemişti. Aracı kapının önünde durdurduğunda çocuklar ve karısı dışarı çıktı.
- Oğlum, arabanın önündeki etleri içeri alın...
- Ne eti baba?
- Sabah çilli ineği kesmek zorunda kaldık.
- Neden?
- Hayvanlar arasında sıkışıp karnına darbe almış, bu darbe esnasında ciğeri zedelenmiş. Bende kesmek zorunda kaldım. Hadi beklemeyin, alın onları içeri. Yine ön koltukta yağ, yoğurt ve yumurta var.
- Tamam baba...
Çocuklar onları içeri alırken Osman içeri girdi. Peşinden karısı geldi. Divana oturdu.
- Zeynep, sana zahmet, şu omuzlarımı bir ovalasan olmaz mı?
- Tamam efendi, hele şöyle bir uzan sen...
Osman yüzükoyun yere uzandı. Zeynep, usta bir masör gibi, Osman’ın omuzlarını ovalamaya başladı.
- Sağol hatun, Allah senden razı olsun.
- Senden de razı olsun efendi. Aç mısın?
- Hiç sormayacaksın sandım...
- Hemen hazırlarım hele sen biraz uzan ve dinlen...
Osman, divana uzanmıştı ki; çocuklar içeri girdi. Babalarının elini öpüp sarıldılar, Osman’da onların yanaklarından öptü. Birini sağına birini de soluna alarak sohbete başladı. Onların okul durumunu, sağlıkları ile ilgili sorular sordu. Onlarla epey konuştuktan sonra şakalaşmaya başladılar. İkisi bir olup babası ile güreş bile tutmaya kalktı. Onların öyle şakalaştığını gören Zeynep, kapının eşiğinde bir müddet hayranlık içinde seyretti. Yüzünde mutluluk ifadesi vardı. Birden aklına ocağın üstündeki çay geldi. Hemen koşup çayı demledi ve tekrar içeri geldiğinde, onları yine şakalaşırken buldu ve;
- Oğlum babanızı fazla yormayın... Yorgundur babanız.
- Bırak hanım, gönlümüzce bir eğlenelim çocuklarla.
- Ama yorgunsun efendi.
- Bunların yanında insanın aklına yorgunluk mu gelir, öyle değil mi Abdullah, sen ne dersin Mahmut?
- Babamı zaten haftanın üç günü görüyorum, anne bırak da biraz eğlenelim...
- Yemek hazır, soğumasın. Yemekten sonra şakalaşırsınız.
- Hadi çocuklar sofrayı bekletmeyelim... Anneniz bizi kıskandı galiba.
- Ne kıskanması efendi? Sen zaten yorgunsun, bir de çocuklar seni yormasın. Babanız Pazar akşamına kadar burada kalıyor, gönlünüzce eğlenebilirsiniz. Şimdi yorgundur.
- Tamam anne geliyoruz...
Osman ailesi ile kahvaltısını yaptıktan sonra, Adem’in dükkanına gitti. Adem içeride birileri ile konuşuyordu. Bu konuşma bazen sert ifadelere kadar gidiyordu. Adem, Osman’ın geldiğini görünce konuşma üslubunu değiştirdi ve nazik bir şekilde konuşmaya başladı. Adamı başından çabuk göndermek için konuşmayı kısa kesmeye başladı. Neden sonra adam gitti. Adem Osman’a eliyle büroya geçmesini işaret etti. İçeri girer girmez;
- Paraların hazır Osman bey. Buyurun... dedi ve gazete kağıtlarına sarılı olan parayı uzattı.
- Hani bana bir teklifin vardı ya?
- Hangi teklif..? dedi şaşırmış bir şekilde...
- Hani şu fabrika ile ilgili teklif...
- Evet hatırladım.... Yani bu işi yapmaya karar mı verdiniz?
- Evet... Nereden anladın?
- Yüzündeki mutluluk ifadesinden... Senin mutluluğun hep yüzüne yansır. Bunu sana söyleyen olmadı mı?
- Peki öfkem?
- Onu sende hiç görmedim. Allah hiç göstermesin.
- Amin.... Evet Adem Bey... Yakup’u tanırsın. Onunla sabahlara kadar oturup konuştuk. Ve bir karara vardık. Benim belin üstünde boz tarla var. Orası fabrika kurmak için çok elverişli. Yüzelli dönüm kadar var. Orayı ekerim ama verim alamam, ektiğim çıktığı zaman sevinirim. Hiç olmazsa böyle bir iş için kullanalım. Ha.. Yakup Ankara’dan bir arkadaşı ile görüşecek ve muhasebe ile ilgili işleri ona vereceğiz. Üstelik bütün bürokratik işlemleri o halledecek. Bize bürokratik hiçbir iş düşmeyecek.
- Bakıyorum da kendinizi iyice bu işe kaptırmışsınız. Ben de boş durmadım hani. Bursa’da süt ürünleri imal eden bir fabrika var. Kapanmış. Onun içindeki malzemelerin hepsini alabileceğiz.
- Bu konuda benim sana söyleyeceğim tek şey var. Lütfen kullanacağımız makineler, kullanılmış olmasın. Bize yeni makineler lazım. Bunun için gerekirse yurt dışından makine isteyelim. Gerçi her tür makine imalında Konya, çok sütün niteliklere haiz. Üstelik, bu işte kullanılacak malzemelerin ve makinelerin neler olduğunu açıkçası ben bilmiyorum.
- Merak etme, ben biliyorum.
- Benim planladığım fabrika şekli yanımda. Üstelik bu plana ek olarak, Yakup Bey de bir çalışma yaptı. Aynı çalışmayı sen de yaparsan sevinirim. Üreteceğimiz şeyler ortada, nasıl işleteceğimizi, finansmanını, ürünlerin elde ediliş şeklini v.s. hepsini yazdım.
- Nasıl satılacağını da ben yazayım.
- Yazmana gerek yok. Biz üretelim ve soğuk depoya dolduralım. Gerisi kolay olur.
- Öyle şey olur mu? Cevahir çarşında boncuk satılmazmış. Depoda duran mal nasıl satılır? Biz gıda maddeleri üreteceğiz. Öyle şey olur mu?
- Olur üretmeye başladığımızda bütün gazete, dergi ve televizyonlarda bol bol reklam vereceğiz.
- Bu çok para tutar.... Osmancığım.... Bu deredeki suyun içinde olan balığa yağ kızartmaya benzer.
- Şu konuda anlaşalım. Sen üretmekle ilgileneceksin, Yakup ham ürün toplamakla hem de finansman ile ilgilenecek, bense; onu ülke hatta, dünya geneline nasıl pazarlanır onunla ilgileneceğim. Ayrıca personelle de ilgileneceğim. Bilirsin bu konuda çok titizimdir. Gıda mühendisleri bulacağım, hem de birkaç tane birden. Hatta finansman konusunda Yakup Beyle ortak hareket ederseniz daha yararlı olacaktır.
- Sen bu kadar söyledikten sonra ben hemen işe başlıyorum. İlk önce makine temini yapılacak. Fakat makine hemen alınsa bile nereye koyacağız? Fabrika yapılmadan olmaz ki?
- Sen işe başla yeter. Ben müteahhit ve mimar ile görüşüp onlara işi vereceğim. Kendileri gerekli izni alır herhalde. Alamazlarsa da bürokrasiyi halledecek, Ertuğrul Bey ile irtibata geçebilirim. Pazartesi büyük ihtimal Ankara’ya gidebiliriz. Yakup Bey, o zamana kadar görüşmüş olur.
- Ben normalde korkmayan bir yapıya sahibim. Hele dünyalıkların korkunçluğu karşısında, yani dünyada büyük görülen işler bana küçük gelirdi. Bu gücü nereden aldığımı hep merak etmişimdir. Çünkü sülalemde böyle bir gücü olan yok. Fakat dost ve arkadaşlarıma bakıyorum üstelik senin dünya görüşüne bakıyorum, ben bir devim. Bu dünya bana az geliyor. Bu gücü senden alıyorum. Bunu şimdi daha iyi anladım. Ben sana tabii olacağım. Sen ne dersen o yapılacak. Buna göre hareket etmende yarar var. Biz sana zorlaştırıcı değil, kolaylaştırıcı bir yaklaşımla yaklaşacağız. Kararın ne olursa olsun yanında olacağız.
- Ben bu yaklaşımınızdan beşer olarak hoşlanabilirim. Ama beşer olduğumu sakın unutmayın. Bende insanım ve yanlış yapma lüksüm her zaman vardır. Bu yanlışıma sizinde onay vermeniz, çöküntümüz olabilir. Hak devamlı tektir, ondan gayri yol yok. Benim yanlış yola düştüğümü gördüğünüz zaman, hemen müdahale etmek zorundasınız. Uyarıcı olmalısınız. İstişare ederek ortak kararlar almak zorundayız. Sadece bana havale etmek de çok yanlış. Bilginin, bölüşüldükçe artan bir hazine olduğunu bilmek zorundayız... Geote’nin dediği gibi; “Düşünmek kolaydır, yapmak zordur. Dünyada en zor şey düşünüleni yapmaktır.” Biz madem bu yola düşündüklerimizi yapmak için çıktık Allah yar ve yardımcımız olsun. Eğer ki; yapacağımız iş, insanlara zulüm verecekse, insanları Hakk yolundan çıkaracaksa, Allah bu işi bize nasip eylemesin. Yine bu iş bizi, böbürlendirecek ve kibirliliğimizi artıracaksa, Allah nasip eylemesin. Mevlana der ki: “Gökteki yıldızlara bakarak yürüyenler, yerdeki çamura basmaya mahkumdur.” Başımızı hep yukarda tutarak yürümek istiyorsak, başımızı dik tutarken gözümüzü yerden ayırmayacağız. Dikkatli adım atmak zorundayız. İki hesap edip bir hareket olmak zorundayız. Yani iki kere düşünüp bir kere yapacağız. Ve yaptığımızdan asla pişmanlık duymamak içinde istişare mekanizması devamlı çalışmak zorundadır. Gerçekleştireceğimiz küçük işler, tasarlanmış büyük işlerden daha iyidir. Bizim hedefimiz büyük, yaptığımız iş küçük olmak zorunda. Çünkü damlayan her damla, bardağın dolması için bir harekettir. Biz hedefe birden varma hayaliyle değil, sabırla varmanın yolunu seçeceğiz. Atalarımız der ki: Arı gibi eri olanın dağ kadar yeri olur. Hep çalışmak zorundayız. Başladığımız zaman geri dönülme şansı yok. Geri dönmek kelimesi birle telaffuz edilmemeli. Aksine hep ileri gitmek zorundayız. Düşün ki, akıntı önünde bir bot ile gitmektesin. Ne kadar kürek çekersen çek, geri gitme şansın asla yoktur. Mecburen ileri gidersin. Bu gidiş, zor da olsa, sağa sola çarpsan da, engelleri aşarken hayatı tehlike yaşasan da, bilirsin ki; her derenin ulaştığı sakin bir deniz vardır. İşte o denize ulaşana kadar, yoluna devam etmek zorunluluğun var.
- Ne güzel konuşuyorsun. Seni dinlemek bana büyük haz veriyor.
- Önemli olan yapılan icraatlardan haz duymaktır.
- O da olacak inşallah.
- Ben şimdi müteahhit ve mimar ile görüşmeye gidiyorum.
- Benim de selamımı söylersen daha çok yardımcı olurlar.
- Söylerim... Hadi sana hayırlı işler... Dediğim gibi makineler yeni olursa daha iyi olur.
- Sen onu merak etme. Olmuş bil.
- Hadi eyvallah...
- Güle güle... Beni haberdar et.
- Ederim....
Osman, hızlı adımlarla mimarın bürosuna vardı. Yolda giderken onu tanıyanlara sadece selam vermekle yetinmişti. Önceleri tanıdığı herkes ile sohbet eder, onların dertlerini dinlerdi. Şimdi ise aceleyle yanlarından geçmişti. Onlarda Osman’ın acele bir işi olduğunu anlamışlardı. Osman, mimarın odasına girdi. Mimar hemen ayağa kalkarak, Osman’a yer gösterdi.
- Hoş geldin Osman Bey...
- Hoş bulduk Recep... Nasılsın iyisin inşallah?
- İyiyim. İyiyim diyelim iyi olsun.
- Allah iyilik versin. İyilik kendiliğinden gelmez. Her şeyin sahibi olan Allah, biz kullara yardım etsin.
- Amin... dedi dili ile dişi arasında, fısıltılı bir şekilde... İki dakika önce Adem telefon etti. Durumu kısaca özetledi. Evet, bence mükemmel bir fikir. Sanatına güvenenin para ayağına gelirmiş, bunu da başaracağınızı biliyorum. Bu fikir icraata dönüştüğü zaman, çok kişi kazançlı çıkacak bundan. En azından yüzlerce insana ekmek kapısı olacak. Bu da, bölgemiz adına mükemmel bir gelişme olur. Sizin gibi beş altı kişi daha çıkıp da böyle yatırımlar yapacak olursa, değme buraların keyfine artık.
- Çok geciktik bile. Kazanmayanın kazanı hiç kaynamazmış, göreceksin bizim başarılı olmamız çok kişiyi harekete geçirecektir. Atalarımız der ki; Buğday başak verince orak pahalanır. Bizim başarılı olmamız, buraların değerlenmesi anlamına gelir. İşte büyük kazançlardan biride budur. Bu tür yatırımlar çoktan yapılmalıydı. Ama devlet sistemimiz teşvikçi değil ki. Devlet sistemimiz, toplayıcı ve topladığını üç beş kişiye peşkeş çekici bir özelliğe sahip. Ne zaman ki devlet bu yapıdan kurtulur, işte o zaman her köyde bir veya birkaç fabrika görebilirsin. Bu fabrikaları görmen için devletin yapması gereken en önemli işlerin başında bürokrasiyi azaltmak değil, kökünden kaldırmakla daha büyük iyilik eder. Zaten bu ülke, bürokrasinin esiri olduğu için büyümedi. Bugün dünyada savaşlar görmüş olan devletler, birlik ve beraberlik içinde olarak birden ayağa kalktılar, şu an dünyaya yön bile vermekte, biz ise koskoca bir imparatorluğun mirası üzerinde olmamıza rağmen, çok perişan bir duruma düştük. Bunda birinci derecedeki suçlu, ülkeyi idare eden, yaptımsa ben yaptım zihniyetidir. Benim vatandaşım, benim memurum, benim çiftçim, dediler. Dediler de ülkeyi kurtlar sofrasına koyarak peşkeş çektiler. Bu ülke için bir çivimi çaktılar? Hayır. O koskoca mirası yiye yiye bitirdiler. Son iki senedir, ülkede bir ışık görülmüş olup, yatırımlara özen gösteren, onları teşvik eden bir iktidar var gibi. İşte bu bizi köyde bile harekete geçiriyorsa, şehirdekileri de etkilemiş ve yatırıma yöneltmiş olmalı. Çok badireler gören bu ülke insanı, yinede dimdik ayakta durabiliyorsa, helal olsun bu millete. Bu topraklarda yatan nice ulu insanlar hürmetine olmalı bu. Yoksa bizim gibi beynamazlarla yarına çıkmak bile imkansızdır.
- Osman Bey, bayağı dertliymişsin.
- Ee, sana öyle görünüyor. Bunun adı dert değil, sitemdir. Çünkü çeken biziz. Bundan sonra olmaz inşallah. İmam-ı Gazali (RA) ne güzel demiş: “Cevizin kabuğunu kırıp, özüne inemeyen, cevizin hepsini kabuk sanırmış.”
- Evet biz şimdi işimize bakalım
Bu arada telefon çaldı. Telefonu açan Recep, bir iki kelime ettikten sonra telefonu Osman’a verdi. Telefon eden Yakup idi. Osman ile on dakika kadar konuştular.
Yakup, Ankara’daki mali müşavir Ertuğrul ile görüşmüş ve Ankara’ya gitmeleri gerektiğini söyleyerek telefonu kapattı.
Osman, mimar ile her işi en ince detayına kadar konuştu. Bazı önerilerle işin önemine binaen titizlik istedi. Fabrikanın içine hiçbir haşaratın girmemesi gerektiğini, fabrikanın alt yapısını ve üstteki bürolara kadar her şey konuşuldu.
- Evet, Recep bey... Benim söyleyeceklerim bu kadar. Kafanıza takılan bir şey olduğunda, yardıma hazırım.
- Bize ilk önce, bu işin nasıl ve ne şekilde olacağını detaylarıyla birlikte planlayacak bir gıda mühendisi lâzım. Onun göstereceği yol bize yardımcı olur. Bina yapmak, alt yapısını yapmak, çevre düzenlemesini yapmak basit iş. Esas fabrikanın iç dizaynı nasıl olacak o önemli. Ona göre bölmeler yapmak gerekebilir.
- O zaman, bizim Ankara’dan dönmemizi bekleyeceksiniz.
- Biz hazırız, iş makinelerimizi istersen hemen gönderebiliriz.
- Bina yapmak için, belediyeden ruhsat alabilecek miyiz?
- Onları bize bırak sen.
- Tamam o halde... Bana müsaade, ben gidip Adem ile konuşmam lâzım.
- Tamam sen git. Selamımı söyle
- Baş üstüne. Size hayırlı işler... dedi ve bürodan ayrıldı.
Osman, oradan çıktıktan sonra Adem’in bürosuna vardı. Adem, Osman’ı görür görmez koşup kapıda karşıladı. Hemen içeri buyur etti. Adem çok heyecanlıydı. Yerinde duramıyordu sevincinden.
- Ne içersin Osmancığım.
- Bir bardak çay olsun lütfen...
- Oğlum koş bize iki çay söyle.... Eeee anlat bakalım, ne gibi gelişmeler var?
- Gelişmeler mükemmel. Yakup köyden aradı, Ankara’daki arkadaşı ile görüşmüş, pazartesi Ankara’ya gidebiliriz.
- Yakup Bey buraya geldi. Duramamış ve yarın yani cumartesi gitmek istiyor.
- İş onu iyi sardı... İşte ben de bunu istiyordum... Evet, Recep Beyle epey konuştuk, ona yön verecek bir gıda mühendisi istiyor. Nereye ne yapılacaksa, gıda mühendisi söyleyecek ve bir plan çıkarılarak, plana göre hareket edecekmiş. Bende Ankara dönüşü, gıda mühendisi ile yanına geleceğimi söyledim. Biz ilk önce bakanlıktan izin alma garantisi aldıktan sonra işe başlamalıyız...
- Engel çıkacağını sanmıyorum.
- Ben senin kadar emin değilim...
- Karamsar olma bu kadar!
- Ben ne yaptığımı biliyorum. Bu ülkenin bürokrasinin nelere kadir olduğunu çok iyi bilirim.
- Düzelir merak etme sen... Şu gıda mühendisini hele bir getir, benimde ondan isteyeceklerim var. Malum bu işle uğraşmaktayım. Az çok bilgimiz var. Bizimki pratikte olup teoride bilgili biri ile birleşirse, fikirler daha iyi sonuç verir.
- Ben şimdi eve gidiyorum. Yarın sabah Yakup’la burada buluşalım.
- Tamam söylerim...
- Hadi size hayırlı işler, yarın görüşürüz...
- Güle güle Osmancığım... Güle güle...
Osman eve geldiğinde epey yorgun olduğunu hissetti. Divana uzandığında, göz kapaklarının kapanmasına engel olamadı. Az sonra da uyumuştu. Öğle namazı için karısı Zeynep Osman’ı uyandırdı. Osman kalkıp abdest aldı ve namaza durdu. Yan odada namaz kılan çocuklarını görünce, gururlandı. İçinde tarifi imkansız bir mutluluk ateşi yükselmişti. Onları kapı aralığından seyrederken, karısı Zeynep yanına geldi. O da çocukları uzun uzun seyretti. Sonra birbirlerine bakarak tebessüm ettiler.
- Efendi, sen onları hiç merak etme. Onların iki işleri olur, namazlarını kılmak ve derslerini yapmak. Başka bir düşünceleri yoktur. Geçen hafta, Adem Bey’e duyurdular, bir bilgisayar almamız gerek diye, o da sağ olsun yeni bir bilgisayar alıp göndermiş, aylık taksitlerle almış. Çocuklar kendi harçlıklarından biriktirerek ödemeyi düşünüyorlar.
- Ne gereği var hanım. Ben öderim. Hem ben taksit işini sevmem bilirsin. Sana biraz para bırakayım da gönder adamın parasını.
- Nasıl istersen... Efendi, sende bir telaş hissediyorum. Bu telaşın aslı astarı nedir, bilmemizde bir sakınca var mı? Bazen çok dalgın oluyorsun.
- Demek ki ben sır saklayamıyorum. Halimden belli ettiğime göre. Elden duyacağına benden duymanda fayda var. Biz köye bir süt ürünlerini işlemek için fabrika kurmaya karar verdik.
- Ya demek öyle ha... dedi yüksek bir ses tonuyla... sonra da fısıltılı bir şekilde... Valla ne güzel olur.
- Olacak Allah’ın izniyle olacak... dedi gülümseyerek... Ben biraz daha uyumak istiyorum. İkindi namazında beni tekrar uyandırırsan memnun olacağım.
- Tamam Efendi sen yat, dinlenmene bak.
Osman, divana tekrar uzandı. Zeynep üzerine battaniyeyi örttü. Osman, hemen uyumuştu... Osman, o gece yine yatmadı. Eline aldığı defter üzerinde sabahlara kadar, planlar kurdu. Yazdı, çizdi, karaladı. Sonunda hepsini temize çekerek, dinlenmeye başlamıştı ki, Zeynep yanına geldi.
- Efendi, kalk biraz dolaş, ayakların uyuşmuş olmalı. Biraz sonra sabah ezanı okunacak.
- Sen yatmadın mı?
- Uyku tutmadı... Elimde iş vardı. Çocuklara ve sana kazak örüyorum.
- Yorma be güzelim gözlerini. Değmez, kazak dediğin, çorap dediğin nedir ki?
- Olsun boş durmaktan sıkılıyorum.
- Sana boş dur diyen yok ki. Al eline bir kitap oku. Sonra okumak kadar güzel ne var ki dünyada?
- Valla ben senin kadar, okumaya itina gösteremiyorum. Gözlerim çok çabuk yoruluyor.
- Kolayı var. O halde sen de durmadan Kur’an-ı Kerim oku. O insanın göz fıtratına göre yazıldığı için, gözlerin yorulmaz. Okudukça zevk alırsın. Aşkla şevkle okursun. Ayda bir kere hatmetsen ne kadar güzel olur.
- Okuyorum ama iki ay veya üç ayda ancak bitiriyorum.
- Yani el işi yine seni çekiyor değil mi?
- Ne yalan söyleyeyim.. Doğru...
- Beni dinle yinede sen Kur’an oku. Evet, kalkıp bir abdest alıp namazı kılayım. Biraz sonra Yakup Bey’le buluşup Ankara’ya gideceğiz.
- Ne için gideceksiniz?
- O söylediğim iş için...
- Allah yardımcınız olsun.
- Amin...
Osman kalkıp tuvalete gitti. Çıktıktan sonra biraz dolaştı ve abdest aldı. O abdest alırken ezan okunmaya başlamıştı. Elini ve yüzünü kurulamadı, öylece bekledi. Ezan bittikten sonra biraz tereddüt etti. Acaba camiye gitmelimiydi. Köyde her namazı cemaatle kılardı. Ama üzerine de bir ağırlık çökmüştü. Sonra “Rabbim affet” dedi ve evde namaza durdu. Karısı da peşinden namaza durmuştu. Çocuklarda kendiliğinden uyanmış namaza durmuşlardı. Evde mükemmel bir atmosfer vardı. Huzur kokan bu atmosfer, insanı alıp başka aleme götürüyordu. Namazdan sonra Zeynep kahvaltı hazırladı. Hep birlikte, sofraya oturarak yemeklerini yediler. Osman yine yemek arasında çocuklarla şakalaşmaya başlamıştı. Yemekten sonra da güreş tuttular. Zeynep sofrayı kaldırmış mutfak taşının üzerine koyup gelmişti. Kapı kenarındaki sandalyeye oturmuş, baba ve evlatların neşeli hallerini seyre dalmıştı. Bu esnada kapının zili çaldı. Zeynep hemen kapıyı açtı. Kapıda Yakup vardı.
- Osman efendi kalktı mı?
- Kalkmaz olur mu? İçeri buyur hele Yakup Ağa. Osman’da çocuklarla oynuyordu.
- Ne bu hal Osman Bey? Kırkpınar’a mı hazırlık yapıyorsun...
Yakup’u içerde görünce çocuklar babası ile şakalaşmayı kesip, Yakup’un elini öptüler. Osman nefes nefese doğruldu. Sırtını divana yaslayarak, bağdaş kurup oturdu.
- Hoş geldin Yakup. Benden geçmiş artık... Nerede o eski Osman?... Eee, Ha, sahi sen yemek yedin mi?
- Sağ olasın yedim... Ben biletleri aldım yarım saat sonra otobüs kalkacak.
- Hemen hazırlanırım.
Osman, hızla kalkıp çantayı açtı. İçindekileri kontrol etti. Sonra ceketini istedi. Zeynep kapının arkasında asılı olan ceketi alıp, ceketin omuzundan tutarak kaldırdı. Osman sırtını döndü ve kollarını ceketin koluna soktu. Sonra kendine çeki düzen verdi. Zeynep eline aldığı bir fırça ile Osman’ın yakasını temizledi.
- Evet, hadi gidelim... Çocuklar annenizi ve hiç kimseyi sakın üzmeyin.
- Tamam baba.... dedi ikisi birden.
- Ankara’dan bir istediğiniz var mı?
- Hayır babacığım. Ne isteyelim ki, Ankara’da olan burada da var. Sana hayırlı yolculuklar.
- Sağ olun yavrucuğum.... hadi Allah’a ısmarladık...
- Güle güle babacığım.
- Hadi Yakup Bey. Allah yardımcımız olsun.... dedi ve kapıya doğru yöneldi. Kapıya gelince Yakup’un ayakkabılarını hazırlayıp önüne koydu. Yakup bunu engellemek için, hızlı hareket ettiyse de Osman, bırakmasını işaret etti. Ayakkabıları giydikten sonra, ikisi konuşa konuşa yürüyüp otobüs terminaline doğru gittiler.
İlçeden Ankara’ya ilk otobüs hep saat altıda kalkar, yine Ankara’dan ilçeye de ilk ve son otobüs altıda olurdu. On iki saat devamlı otobüs bulmak imkanı vardır. Ayrıca Ankara ve İstanbul’dan güneye giden araçlarda ilçeden geçmektedir.
Terminale yaklaştıklarında otobüsün içinin tamamen dolduğunu gördüler. Osman ve Yakup biraz daha hızlı adımlarla otobüse geldiler ve bindiler. Onların binmesinden beş dakika sonra, otobüs hareket etti. Ankara ile bu büyük ilçe arasındaki yol mesafesi, 142 kilometredir. Son zamanlarda da çift yol olmak üzere hummalı bir çalışma yapılmaktadır. Eskiden tek şeritli olup, trafik kazalarına çok sık rastlanmaktaydı. Bu yol en büyük ağırlığı, Adana, Mersin taraflarında üretilen sebze ve meyvelerin, İstanbul, Ankara gibi büyük illere gidiş gelişlerde kullanılmasıdır. Böyle olduğu içinde yolun, yoğunluğu ürkütücü boyutlara varmaktaydı. Çift yol yapılmasıyla kaza yapma riski de önemli boyutta düşecektir.
Otobüs, Tuz Gölü’nün kıyısından Ankara istikametine seyrüsefer içindeydi. Osman ve Yakup yan yana oturmuşlar koyu bir sohbet içindeydi. Yakup, Osman’a dönerek.
- Sahi dün sabah ne oldu? Murat’ı da alıp ilçeye getirmişsin.
- Şu olay mı? Murat, sığırları yol kenarından götürüyorken, bir otomobil sığırların üzerine hızla dalmış. Bu esnada da havalı kornasını çalmış. Hal böyle olunca da, hayvanlar ürkmüş. Murat, hayvanları tekrar toplamış. Bu sefer, otomobil kullanan dönüp aynı işi bir kez daha yapmış. Bu kargaşalık içinde, hayvanlardan biri karnına büyük bir darbe almış ve yere yığılmış.
- Araba mı çarpmış.... dedi heyecanlı bir şekilde.
- Yok... Hayvanlar arasındaki kargaşalık dedim ya. O esnada boynuz darbesi almış. Murat’ta otomobili kullanana küfretmiş. Otoyu kullanan ve içinden inen iki kişi, Murat’ı fena şekilde dövmüşler. Hayvanda iç kanama olmuş. Zor bela eve gelmiş. Ahıra tesadüf baktığımda, hayvan acılar içinde yatıyor. Bende fazla acı çekmesin diye hayvanı kestim.
- Vay eşşek adamlar vay. Eee ne olacak şimdi.
- Valla ne olsun? Murat’ı doktora götürdüm, muayene ettirdim. Film çekildi, şükür kırık çıkık yok, yalnız fena hırpalanmış. Doktor, on beş günlük bir rapor verdi. O rapor ile Jandarmaya vardık ve şikayetçi olduk.
- Peki bunu yapanlar nasıl bulunacak?
- Murat uyanık çocuk. Otonun plakasını almış. Şikayetçi olduk. Gerisini jandarma halleder. Ben ineğin kesildiğine yanmıyorum. Asla aklıma dahi gelmez. Yalnız o garip çocuğun bu denli hırpalanması, üstelik zerre kadar suçu olmadığı halde, benim tepemi zonklattı. Bilirsin ben ki, çok zor sinirlerim.
- Bilirim. Sinirlendiğin zaman da seni kimse tutamaz. Kafana koyduğun şeyi yaparsın... Evet, neyse bunla geçmiş olsun. Sabah camide söylediler de şok oldum. Sen ilçeye geldikten sonra bende Ankara’ya telefon ettim. Ertuğrul da hemen gelmemizi söyledi. Zaten kış yaklaşmakta, bu işe bir an önce başlayalım.
- Hava şartları şimdilik müsait. Mimar projeyi kaba taslak çizecek, gıda mühendisinin yapacağı veya ekleyeceği bölümler olabilir diye onu bekliyor. İnşaat için meraklanmayın diyor. Kaba inşaat, yani beton işi beş altı haftaya kadar bitermiş. Üstelik çok çabuk donan betonlar varmış. Bu sayede, yazlı kışlı inşaatlar devam etmekteymiş.
- O zaman bir sorun yok. Şimdi biz Ankara’da, Ertuğrul Bey’den bürokrasi işini halletmesini, yani bakanlıktan izin almasını, bize gıda mühendisleri bulmasını, bizim muhasebe işlerini yürütecek ekip kurmasını isteyeceğiz öyle değil mi?
- Evet öyle...
- İyi de bu adamları köye getirsek, köydeki yaşantı ve hayat şartları onlara uymayabilir. İlçede bir yer mi tutsak? Üstelik her zaman bize lazım olabilir.
- Bak bunları ben hiç düşünmemiştim. Allah senden razı olsun... Şimdilik bizim muhasebe işimiz olmayacak, evraklarımızı da geçici kuracağımız büroda tutarız. Hatta, bir tane muhasebecimiz olsa şimdilik bize yeter. Bizim zaten büyük bir muhasebe ekibiyle elbet çalışmamız gerekecek, işte bu nedenle Ertuğrul Bey’den ekip kurmasını isteyeceğiz. Ekip olup ta, tahsilat işine koşacak adama ihtiyacımız yok, bize iki tane mükemmel bir eleman olsa işimiz çok rahat yürür. Ertuğrul Bey’in yapacağı bize gıda mühendisi ama çok bilgili, becerikli bir veya iki tane olsun adam bulmalı. Önceleri dört tane düşünüyordum, ama şimdilik iki tane yeterli olacak.
- Bak Ankara’ya geldik.... dedi Yakup.
- Ne çabuk... Doğru ya yol çift şerit olunca, otobüs de rahat geldi. İşte insana ve insanlara hizmet böyle olmalı. Devlet kendisi yapacağım diye söz verirse çok bekletir ve yaparken de ağır hareket eder. İşte sistem burada tıkanıyor, devlet bencil hareket etmemeli. Devlet, bütün işlerini özel sektöre ihale etmeli, kendisi de kontrolör olmalı.
Osman, otobüs şehre girip durana kadar, buna benzer konularda kokuştu. Terminalde inerek bir taksiye bindiler. Taksiye, Kızılay’a gideceklerini söyleyip araca bindiler. Aracın arka koltuğuna oturmuşlardı, arkada yine fabrika ile ilgili konulardan konuştular. On dakika sonra Kızılay’da inmişlerdi. Yakup, daha önce geldiğinden Ertuğrul’un bürosunu biliyordu. Yakup önde Osman arkada gidiyordu. Yüksek bir bina girişinde durdular. Bina sakinlerinin pek çoğu muhasebe işleri ile uğraşan kişilerdi. Çünkü dışarıdaki panoda bulunan küçük tabelalar bunu çağrıştırıyordu. Osman, bu tabelalara baktı Ertuğrul’un adını okuduktan sonra, önde giden Yakup’a seslendi.
- Bu binanın asansörü var, onu kullansak daha iyi olmaz mı?
- Sen bilirsin ama iki kat çıkmaktan bir şey olmaz. Böyle merdiven çıkmak sağlık açısından iyi olurmuş.
- O sonraki iş. Bizim işimiz acele...
Asansöre bindiler. İkinci katta duran asansörden inip 6 numaralı dairenin ziline bastılar. Kapıyı genç bir bayan açtı. İçeri buyur etti. Osman ve Yakup içeri geçip oturdular.
- Ertuğrul Bey yok mu evladım..? dedi Yakup...
- Siz şöyle büroda on dakika kadar oturun efendim, on dakikaya kadar kendisi gelecek. Sizin geleceğinizi söylemişti... Size ne ikram edeyim, ne alırsınız?
- Sana zahmet olmasın yavrum.
- Ne münasebet efendim..
- O halde iki sıcak çay iyi olur.
Osman, sehpanın üzerinde duran gazetelerden birini alıp incelemeye başladı. Bu esnada kapıyı açan kız, elindeki tepsinin içindeki iki çaydan birini Osman’a, diğerini de Yakup’a uzattı. Çaylar bitene kadar gazetelere göz gezdirdiler. Kapının zili çaldığında kız koşup kapıyı açtı. İçeri Ertuğrul girdi. Ertuğrul odasına girerek Yakup ile tokalaşarak sarıldılar. Osman ile de aynı şekilde yaptı ve Ertuğrul koltuğuna oturdu.
- Kusura bakmayın sizi beklettim. Size pırlanta gibi iki tane gıda mühendisi buldum. Her ikisi de çok deneyimli, üç tane marka firmada görev almışlar. Şimdi ise danışmanlık yapıyorlar. Size fabrikanın kuruluşunda baştan sona kadar yardım edecekler. Ve yine size iki tane eleman verip onu fabrikanın daimi elemanı yapacaklar. Gıda ile ilgili her türlü mesuliyet onlardan sorumlu olacak. Bu iki uzman Pazartesi ilçeye gelecek. Onların yol harcırahını falan ben peşinen verdim bile.
- Ertuğrul Bey, bu tür girişimlerde maddi konuları lütfen bizden isteyin. Siz bütçenizi bu işe zorlamayın.
- Osman Bey, bu nasıl söz. Benim de bu çorbada küçük, minnacık bir tuzum olsa çok mu olur. Hem ben size bir masraf çizelgesi hazırlayacağım, o zaman bu verdiğimi de ilave ederiz.
- Teşekkürler. Malumunuz benim ki prensip meselesi.
- İnsanın kendisine güvenmenin ilk şartı büyük işlere adım atmaktan korkmamasıdır. Ve ayakta kalması da, prensiplere sadık kalması ile mümkündür... Evet, şimdi benim yapmam gerekenleri size sıralayayım. Bana ilk önce noterden tam yetki içeren bir vekaletname vermelisiniz. Bu şekilde ben, bütün işleri rahatlıkla halledebileyim. Bakanlık bu gıda üretimi konusunda bildiğim kadarıyla epey katı kurallara sahipti. Son zamanlarda ne gibi değişiklik var onu bilemem. Şu an devamlı değişen kanunlara yetişmekte zorluk çekiyoruz. Malum Avrupa Birliği meselesi. Şimdiye kadar, yani iki senede yapılan şeyleri üst üste koyduğunuz zaman, yetmiş yıllık tarihte olanlara eş değer kanun çıkmış. İhtilal dönemleri hariç. Bu elbet bizim ve ülkemiz için faydalı olacak.
- Ertuğrul Bey, o politika işi. Bizden çok uzak. Uzak olmasının da epey faydası var. Biz şimdi, ne yapabiliriz? Bizim bir an önce bu fabrikanın temelini atmaya ihtiyacımız var. Malumunuz kış geliyor.
- Evet, sizi anlıyorum. İlk önce size bir limited şirket kuracağız. Gerekli evrakları ben ilçeye gelir alırım. İlk müracaatımızı ilçeye yapalım. Firmanın vergi dairesi, Ş.Koçhisar olsun ki, ilçenizde bu gelirden bir doğrudan pay elde edebilsin diye, ilçeye müracaat edeceğiz. Burada sadece bakanlık işi kalır onu da en kısa zamanda hallederiz. Fabrikanın temelini hemen atacağız diyorsanız, gıda mühendisi uzman arkadaşlar, pazartesi ilçeye gelecekler. Orada mimar ile oturup fabrikanın şemasını, planını, krokisini her neyse onu hazırlasınlar. En ince ayrıntısına kadar, görüşsünler. Sizin yapacağınız onların rahatça kalacağı bir ev veya otel bulmak olacak. Ayrıca size lâzım olabilecek bir mühendis biliyorum.
- Branşı nedir?
- Makine Mühendisi
- Makine mühendisi mi?
- Evet, siz gıda üretimi yapacaksınız ama bunları işleyecek olan makineler olacak. Bu nedenledir ki, bir makine mühendisi şart olacak.
- Tamam, diğer arkadaşlarla o da gelsin. Belki onda bizim düşünmediğimiz güzel düşüncelere rastlarız.
- Ondan hiç şüphen olmasın. Pırlanta bir genç... Ha, sen bu arkadaşların kalacağı yeri ayarla.
- O kolay... Benim evim var. Orada misafir olurlar.
- Size ilk başlarda muhasebe işi pek lazım olmayacak. Yani siz fabrikanın yapımı ile ilgilenin. Ben gerisini halleder şirketi kurarım.
Saat beşe kadar kurulacak fabrika hakkında konuştular. Yakup ve Osman öğle ve ikindi namazlarını büronun içinde kılmışlardı. Bu arada Yakup telefon ettirerek otobüsten yer ayırttı. Bunu duyan Ertuğrul;
- Yakup Bey, şimdi ayıp oldu ama... Ben de bu gece misafirim olacaksınız diye sevinmiştim.
- Ertuğrul Bey, bizim zerre kadar boş zamanımız yok. Yolcu yolunda gerek. Bir gün çayını içmeye gelirim inşallah, şimdi imkansız.
- Ama, ben eve haber bile vermiştim.
- Yengeye selamımı ve özrümü ilet. Saygılar sunuyorum kendisine.
- Bu olmadı ya...
- Dedik ya işimiz çok. Duracak zaman değil. Kafana takılan bir şey olursa alo demen yeterlidir. Şimdi bizim yapacağımız başka bir şey var mı onu söyle.
- Hayır yok. Pazartesi mühendisler ilçeye gidecekler. Siz Adem, Osman ve Yakup Bey kuracağınız fabrikanın adını, ne kadar hissedar olduğunuzu, nereye kurulacağını ve ne kadar sermaye ile kurulacağını notere anlatın. Sonra da bana tam yetki veren bir vekaletname gönderin. Şu kartımı da alıp notere verin ki benim hakkımdaki bilgiler bunda yazılı. Bana vekaletnameyi otobüs ile gönderip telefon edin. Sizin benim için yapacağınız şeyler bunlar.
- O zaman bize müsaade biz gidelim.
- Peki siz bilirsiniz... Size hayırlı yolculuklar..
- Sağ olasın dostum. Bize çok yardımcı oldun.
- Görüşürüz efendim...
- Elbette. Artık seni devamlı rahatsız edeceğiz.... Neyse fazla vakit harcamayalım. Otobüsün kalkmasına az kaldı. Yolcu yolunda gerekmiş.
Osman ile Yakup tekrar ilçeye dönmüştü. Adem’in bürosunda toplanıp Ankara’da olup bitenleri anlatılar. Sonra da durumu Recep’e anlattılar. Bu ülkede iş kurmak sanıldığı gibi kolay değildi. Meşakkati boldu. O meşakkati aşmak, gerçekten sabır isterdi. Osman çok sabırlı bir insandı, Yakup ise tez canlı. Adem’in gözü kara olup, riski seven bir yapısı vardı. Bu üçlü, her işin altından kalkabileceğinin sinyalini vermişti. Bu tür işlerde, lider takımı çok önemliydi. Lider takımının da bir lideri olmak zorundaydı. Bu lider şimdilik Osman gibiydi.

3
Pazar günü akşama doğru Yakup ve Osman, Osman’ın aracına binerek köye geldiler. Köyde bu haber hafiften duyulmaya başlanmıştı bile. Herkes kendi aralarında bu fabrika işini konuşuyordu. Kimi köy için iyi olacağını, kimi ise, bu işin üstesinden gelmenin kolay olmadığını söylüyordu. Fakat kimse bunu açıktan soramıyordu. Osman’ın bu işin altından kalkamayacağını söyleyenler bile vardı. Oysa Osman’ı tanıyanlar bilirdi ki, kafasına koyduğu işi yapana kadar, bitirene kadar, gece gündüz demeden çalışıp sonuca ulaşmayı severdi. Maddi konularda çok büyük yük olunacağını, sadece temel atıp sonra da maddi yönden kesilerek, işi yarım bırakacaklarını söyleyenlere karşı, daha azimli çalışmaktaydı Osman. Maddi konularda çok özel bir finans kurumu ile çalışmaktaydı. Oradan gerekli nakit ihtiyacı karşılanacak alınacak olan her türlü malzemeyi o finans kurumu ödeyecek ve sonra da, belli aylara bölerek, tekrar tahsil edecekti. Bu yapılanlara karşılıkta, sadece fabrikanın yıllık kârının yüzde yedisini alacaktı. Bu da o kuruluşun en doğal hakkı idi. Bu özel kuruluşun başındaki genel müdür Osman’ın çok yakından tanıdığı bir insandı. Adem de bu insanı çok iyi tanırdı. İşte bu tanışıklık, büyük bir yatırım yapma fikrinin doğmasına neden olmuştu.
Üç gün sonra köye tırlara yüklenmiş iş makineleri geldi. Kepçe, dozer ve birkaç tane kamyon gelip harman yerinde durdu. Peşinden özel iki oto belirdi. Otolar hemen Osman’ın evine çıktı. Osman, gelenleri kapıda karşıladı. Sabah saat on sularıydı. Otoların birinde Recep, diğerinde de Adem vardı. Osman her ikisi ile tokalaşıp öpüştü. İçeri buyur etmek istedi ama Recep,
- Osman bey. Bizim oturmaya değil çalışmaya ihtiyacımız var..
- Ne bu hız böyle?... Bütün işlemler tamamlandı mı?
- İki tane mükemmel bir gıda mühendisi geldi. Onlarla her şeyi en ince ayrıntısına kadar hazırladık. Üreteceğiniz ürünler için Kalite Yönetim Sistemi TS EN ISO 9001-2000 ve Gıda Güvenliği Yönetim Sistemi TSE HACCP TS 13001 Belgesini de alacaklar. Ben belediyeden yapı ruhsatını aldım. Gıda mühendisleri çalışma yani imalat ruhsatı için uğraşıyorlar. Dört dörtlük bir üretim planlıyorlar. AB Komisyonu adına görev yapan AVGO (AB Veteriner Gıda Ofisi) dan üretim ve ihracata ayrıca Ankara’dan bakanlıktan alacaklar. Çok yakın zamanda işlem tamam olacak. Bu arada, Ankara merkezli bir şirket kurulmuş. Orada da bir büronuz olmuş. Üstelik eksiksiz donatılmış büro. Bu Ertuğrul Bey, gerçekten çok becerikli bir adammış. Evet, biz şimdi gidip şu tarlanın göbeğini bir kazalım bakalım. Belki altın çıkar.... dediğinde gülüştüler. Osman:
- Yerin altından altın çıkarmayı uman yerin üstündeki zenginlikleri görmüyor demektir. Biz yer üstündeki altını işlemeye talibiz. Yerin altında gözümüz yok. Oraya nasıl olsa bedenen gireceğiz.
- Eee bırakın bu kara düşünceleri, biz işimize bakalım ne bekliyoruz? Tarla nerede?
- Buyurun gidelim o halde....
İş makinelerinin etrafında köylüler toplanmışlardı. Çocuklar araçların etrafında dolanıp inceleme yaparken, ihtiyarlar kendi aralarında konuşuyordu. Kimi hayretler içinde, kimi şaşkındı. Osman, etrafına bakındı birini arıyordu. Onu etrafında göremeyince Yusuf’a seslendi.
- Yusuf evladım... Yakup’u acele çağır da gel.
- Osman Abi, Yakup Bey’i sabah koyunları otlatmaya giderken gördüm.
- O halde bir koşu git bul ve sen koyunların başında kal, o buraya gelsin....
Osman Adem’in kullandığı araca bindi. Adem’e tarlayı gösteren Osman, arasıra da başını geri çevirip arkaya bakıyordu. Aracı takibe koyulan iş makineleri, büyük gürültüler ve gıcırtılar çıkararak ilerliyordu. Adem, sevinçliydi. Bu sevinçli hali her hareketine yansıyordu. Adem, gülümseyerek;
- İnsan oğlu istesin. Yeter ki istesin. Bak Rabbim neler gösteriyor. Ben makineleri de sipariş verdim. Bu makinelerin resimlerini gıda mühendisi arkadaşlara gösterdim. Onlarda bir iki tanesini istemedi ve yeni bir teknoloji harikası makineler çıkmış, bantlı, raylı, ve el değmeden hazırlıyormuş ürünü. Bende onlara hangi makine daha iyi iş görecekse, adımıza sipariş vermelerini söyledim. Benim bildiklerimin siparişi verildi. Benim ki; ürünleri işlemekle ilgili makineler, mühendisler o makinelere bir söz söylemedi. O mecburi bir makine.
- Ben bunlarla ilgilenmiyorum. Dedim ya, bu iş senin. Bunlarla sen ilgileneceksin. Recep bu işi kaç ayda bitirebilecek, sordun mu?
- Kışta olsa, kaba inşaatı bitireceğini söyledi. Araya iki ay kadar bir boşluk verebileceğini, bunun da hava şartlarına bağlı olduğunu, eğer havalar böyle giderse, aralıksız işi yürütüp bitireceğini söyledi.
- İyi, iyi... Makinelerin yerleşeceği bölümü bitirirlerse, iyi olur. Onlar üst kısımları yaparken, biz altta makineleri yerleştirebiliriz.
- Şu Hasan’ın çok faydası oldu. Özel finans kurumunun başına geldiğinden beri, dünya görüşümü değiştiren pek çok fikir getirdi. Nihayet birisini hayata geçirme imkanımız oldu. Kurum makinelerin paralarını peşin ödüyor, bize de aylara bölerek ödeme bilançosu çıkaracaklar. En ufak bir bıçağı dahi alacaklar.
Osman cevap vermiyordu. Adem ise hep konuşuyordu. Osman’ın tarlası harman yerine çok yakındı. Adeta bitişikti.. Araç tarlanın başında durdu. Osman araçtan inerek, tarlayı seyre daldı. Tarlada hafif bir eğim vardı. Bu arada iş makineleri gıcırtılar içinde, tarlaya doğru gelmeye başladı. Recep ve ekibi araçlardan önce otomobil ile Osman’ın yanına geldi. Recep, araçtan indikten sonra ekibin beyin takımı olduğu belli olan kişileri başına topladı. Çantasından çıkardığı büyük bir kağıdı, arabanın üzerine serdi. Ekipten bazıları serilen bu kağıdın uçlarına elleri ile bastırmıştı. Recep, başını kaldırıp tarlada bazı yerleri gösteriyor sonra da, önündeki kağıt üzerinde parmaklarını gezdirerek anlatıyordu. Epey anlattı. Sonra tarlanın içine girmiş olan iş makinelerine baktı. İki kişinin eline metre verdi. Bir diğerine de yere çakılacak kazık verdi. Bir başkası ise beyaz naylon şeritler elinde tarlaya yürüdü. Biri ölçüyor, biri yere kazık çakıyor, biri de bu kazıklar arasına elindeki naylon şeridi bağlıyordu. On onbeş dakika sonra, tarlanın bir köşesi beyaz naylonla işaretlenmiş oldu. Tam kare olmamakla birlikte hafif dikdörtgene yakın bir çizgi oluşmuştu. Recep kepçenin yanına geldi. Dozerciyi de çağırdı. Onlara ne yapmasını anlattı. Recep, ağzına bir sigara aldı. Sigara içmezdi, ama yanmamış bir sigara devamlı ağzında olurdu. Bu sigarayı hiç yaktırmazdı. Ağzındaki sigarayı diliyle sağa sola çevirerek pamuk kısmını tamamen ıslatır sonra da atardı. Yine ağzında sigara ıslanmış, rahatsızlık vermeye başlamıştı. Osman’ın yanına gelirken, ağzındaki sigarayı atarak:
- Lanet olası, ben senin yanmamış haline katlanamıyorum, seni ciğerlerine dolduran ne çekiyor Allah bilir... dedi sigarayı fırlatırken... Eee Osman, hadi gözün aydın. Allah senin gibi vatanperver insanları başımızdan eksik eylemesin... Haa, az kalsın unutuyordum. Sen hiç düşündün mü?
- Neyi.... dedi daldın dalgın....
- Çok güzel bir fabrika kurmaya çalışıyorsun, çok güzel bir makineler almaya kalkıyorsun, fakat bence unuttuğumuz çok önemli bir eksiklik var burada.... dedi Recep
- Ne gibi?
- Osmancığım, burada öyle 220 volt elektrik iş görmez. Buraya en az 3000 voltluk elektrik lâzımmış. Çünkü yapılacak dondurucular, çalışacak makineler bu kadar elektrik istiyormuş.
- Benim bundan haberim yok. Eee ne olacak şimdi?
- Meraklanma, buraya özel hat çekilecek. Biz elektrik kurumuna müracaat ettik. Yalnız, bu gelen elektriği kontrol altında ve düzenli verebilecek bir güç kaynağı gerekiyormuş. Oda çok pahalı olup, iki aydan önce yapılamazmış. Çünkü bu tür şeyler hazır olmaz, sipariş üzerine yapılırmış.. Sana bir hatırlatma daha yapacağım. Bir ay süreyle, belki inşaatın kabası bitene kadar cebinizden para çıkmayacak. Fakat unutma ki, ondan sonra paranın nereye akıp gittiğine, yetişemeyeceksiniz. Çünkü, çok ödemeleriniz olacak.... dedi Recep
- Anlıyorum, sen meraklanma... Her şeyin üstesinden gelinir... Yakup bey nerede kaldı yahu... dedi etrafına bakınarak. Sonra Recep’e dönerek;... Gördüğün gibi tarla hafif meyilli. Ben derim ki, şu alt tarafa bir duvar yapsan ve inşaatın çukurundan çıkan hafriyatı, o duvara yaslayıp fabrikanın yerinin düz olmasını sağlasan diyorum. Olmaz mı?
- Neden olmasın. Mevlâna’nın dediği gibi: “Kılıca kesmekten usanç gelmez” ben kepçeye söyleyeyim, tarlanın alt kısmına komple bir temel kazsın. Fakat bunun hesabını arkadaşlarla yapmamız gerek. Malum yapacağımız duvar, üzerine yığılacak toprağı taşımalı.
- Tamam, böyle daha güzel olur kanısındayım.
- Neden olmasın. Belki fabrikanın arıtma sistemini de böylelikle yer altında bırakma imkanımız doğar.
Recep, ağzına tekrar bir sigara aldı. Onu geveleyerek, makinelerin çalıştığı yere vardı. Ekibini başına topladı ve yapılması gerekenlere ilave olacakları anlattı. Bunları anlatırken elini kolunu sağa sola sallıyor, bazen de garip hareketler yapıyordu. Ekip onu can kulağı ile dinliyor, bazen onaylıyor bazen de, birisi bir şeyler anlatıyor Recep dinledikten sonra kabul ediyordu.
İş makineleri harıl harıl çalışırken, köylülerin hepsi tarlanın bir köşesinde olanları izliyordu. Bu arada Yakup, Muhtar, İmam, Kadir’de yeni geliyordu. Osman ile Adem, yan yana durmuş makineleri izliyor gibiydi, ama, koyu bir sohbet içindeydiler. Sadece gözleri çalışan makinelere bakıyordu. Yakup’ta gelip aralarına katıldı. Yakup’la sarılıp öpüştüler. Yakup bir şeyler anlatıyordu. Kadir uzaktan seyre daldı. Muhtar ve imam ilk önce tereddüt ettiler ama sonra, onlara katıldı.
- Osmancığım, eğer özel konuşmalarınız olacaksa...
- Ne münasebet, özel konular böyle ayak üstü mü konuşulur be muhtar... Gel gel, başımıza bir iş açtık, sonunu Allah hayreylesin. Altından kalkacak mıyız bakalım.
- Sen mi? Ben seni tanırım. Hele şu cingözü –Adem’i göstererek – o ne anasının gözüdür. Siz, bu değil, böyle çok işin altından kalkabilecek yeteneğe sahipsiniz.
- Allah büyük O’na sığınıp yürüdük. O’na sığınan hiç açıkta kalmamış. Yardımcısı Allah olan, asla yolda kalmaz. Bizim dayanağımız, güvencimiz O’dur.... Osman birini arar gibi başını sağa sola çevirdi. Birden Kadir’i gördü ve durdu. Başı ile gelmesini işaret etti, ve.... Kadir kardeşim, şimdi eve gidiyorsun. Yakup beyin karısı ve kızını da bize getiriyorsun, etimiz vardı herhalde, eğer yoksa, bir koyun kesiyor ve öğleye mükemmel bir yemek hazırlatıyorsun. Anladın mı yiğidim.
- Anladım Osman Abi...
- Bi zahmet, bununla ilgilen...
Kadir koşar adımlarla eve doğru gitti. Çalışan makineleri köylüler, seyre dalmıştı. Hatta köyün içinde dahi balkondan ve pencereden seyrediliyordu. Köyde bir anda gelecek ile ilgili planlar kurulmaya başlanmıştı. Kimi kendisini orada çalışıyor düşünüyor, kimi böyle bir iş yeri kurmanın hayaliyle, dalıp gidiyordu. Kıskanan yoktu ama, bu işin fazla uzun sürmeyeceğini düşünenler vardı. Onların görüşüne göre, bir sene sonra burası kapanırdı. Çünkü çok büyük paralar gerekliydi buraya. Hatta üretseler bile, o ürettiklerini kime satacaktı. Bazılarının böyle dar düşüncelerde olması normaldi. Çünkü, gördüğü göreceği yerler hep sınırlı olmuştu. Çoğu sadece askerlik sayesinde bir büyük il görebilmişti. Hep köyde olup ara sıra ilçeye giden insanlar çoğunluktaydı. Bunlarında dünya görüşünün böyle olması doğaldı.
Çok işsiz gence iş kapısı olacağı da bir gerçekti. Çok kişinin ürettiği ürünün değerleneceği de bilinen bir gerçekti. Bu çevrede bu tür hayvancılık yapan kişiler için büyük bir fırsattı. Belki bu fabrika, çevrede hayvancılığı teşvik edecek, bu teşvik sayesinde de, devlet buralara özen göstermek zorunda kalacaktı. Bakanlıklar buralara gerekli ihtimamı göstermeye mecbur olacaktı.
Osman, öğle namazını kılmak için camiye gitmedi. Tarlanın başında ceketini sererek üzerinde namazını kıldı. Yakup’ta aynısını yapmıştı. Adem, ara sıra namaz kılar Cuma’yı hiç kaçırmazdı. Dine saygısı sonsuz olup, sadece ibadet konusunda üşengeçti. Canı çok tatlıydı. Ayağım üşür, midem ağrır diye abdest almaya üşenirdi.
Osman, namaz kıldıktan sonra eve gitti. Evde yemeklerin hazırlanmış olduğunu gördü. Yemekleri olduğu gibi, pikaba koyarak, çalışanlara getirdi. Yakup aracın içinden yere sermek üzere iki tane kilim aldı. Kilimlerin altında taş veya başka bir nesnenin olmaması için kürek ile ilk önce yeri temizlemişti. Yere serilen kilimlerin üzerine büyükçe bir sofra bezi serildi Sonra da yemekleri araçtan indirmekte olan Kadir’e yardımcı oldular. Ortaya 45 cm yarıçapında bir tepsi koydu. İçine bulgur pilavını boşaltan Yakup, Kadir’den pilavın üzerine et kavurmasını dökmesini istedi. Kadir, kavurmayı pilavın üzerine döktüğünde, mis gibi bir koku etrafa yayılmıştı. Bir leğen dolusu, salata yapılmıştı. Kadir onu üçe bölüp sofraya koydu. Sonrada çatal ve kaşıkları karşılıklı olarak paylaştırdı. İki tane ekmek sepeti indirdi. Birinde yufka vardı, diğerinde somun. Yemeğin hazır olduğunu gören Osman, Recep’e seslendi. Sonrada orada bulunan bütün köylüleri davet etti. İş makinelerini kullananlar hariç çalışmaya gelen herkes sofranın başına oturdu. Osman, Adem, Yakup ve Muhtarda onlarla birlikte sofraya oturdu. Köylülerden kimse sofraya oturmak istemedi. Fakat Osman, ısrar edince pek çoğu oturmak zorunda kaldı.
Recep, çalışan kişilerin yiyeceğini ayırırken Kadir’e sordu:
- Beyefendi acaba, bu ayırdıklarımızı sonra ısıtma imkanımız var mı?
- Tabii efendim... ben şimdi gider, küçük bir ocak alıp gelirim.
- Ne gereği var ocağa.... dedi muhtar... Kadir hiç dağda yemek pişirmedin mi? Bir ocak çatıver olsun bitsin.
- Olur, neden olmasın?.. Şimdi hazırlarım.
Sofradakiler, yemeğini yemişti. İki kişi kalkıp çalışmakta olan aracı kullananları yemeğe gönderip kendileri araca bindi. Sonra kamyoncularda geldi. Onlarda yemeğe oturdu. Kadir kurduğu ocakta yemekleri ısıtmıştı. Onları tekrar sofraya koydu, sonra da kalkıp kurduğu ocağın üzerine çaydanlığı doldurarak koydu. Pikapta devamlı bir bidon su bulunurdu. Kadir’in karısı Meryem, çay takımını da arabanın arkasına koymuştu. Kadir bu çay takımını yemekleri indirirken görmüştü. Etrafına bakınmış ve küçük ocak aramıştı ama göremeyince, çay yapmayı düşünmemişti. Pikabın arkasındaki odun parçalarını, geç fark etmişti. Muhtar ocak kurmasını söylemeseydi, aklına ne çay demlemek, nede yemek ısıtmak gelecekti.
Osman, Yakup, Recep ve Adem tarlayı dolaşmaya başladılar. Dolaşırlarken de elleri bir yerler gösteren Osman’ı hepsi de dinliyordu. Neler düşündüğünü en ince ayrıntısına kadar anlatıyordu. Recep anlatılanları, can kulağı ile dinliyor bazen de lafa karışıyordu. Bu karışmalar bazen öneri, bazen de olur veya olmazları açıklamak içindi. Yakup ve Adem çoğu zaman dinliyor ve onaylanacak şey olursa başlarını sallıyor ya da “doğru, yanlış, olmaz, olur” gibi kısa kelimelerle cevap veriyorlardı. Osman, epey anlattı. Bu arada kazıda epey derinleşmeye başlamıştı. Bu kazıdan çıkan toprak tarlanın bir başka köşesine dökülüp harman yapılıyordu. Meyilli olan tarlanın alt tarafına istinat duvarı için temel kazılıyordu. Tam bu duvarın ve tarlanın en uzak alt köşesine, yine büyük bir çukur kazılmıştı. Bu çukura tesisin atıklarının arıtılması için, arıtma sistemi kurulacaktı. İstinat duvarı yapıldığında, bu arıtma tesisinin üzeri toprakla kapatılacaktı. Tarlanın üst tarafına yığılan toprak bunun içindi. Osman’ı bir başka iş meşgul etmeye başlamıştı. Bunu fark eden Recep sordu.
- Hayrola Osman Bey.... Ne düşünüyorsunuz?
- Su... Suyu düşünüyorum.
- Evet büyük eksiklik ve büyük sorun...
- Tam buraya bir sondaj vurdursak... Çünkü benim tahminime göre, buralarda 30 ile 40 metrede çok su var. Üstelik biz bu sondajı şoklu yaptırırsak, aşağıdaki su yollarının bir merkeze yığılmasını da sağlamış oluruz. Şimdi biz özel bir şirket bulup, bu işi de halletmeliyiz. Bu kuyu vurulduktan sonra, buraya büyük bir su kulesi yapmak gerekir. Hiç olmazsa, o yüksek kuledeki suyun basıncı ile, her yere rahatça su ulaşır, ve aynı tazyikle akabilir. Yani bir motora gerek kalmaz. Ne dersiniz beyler?
- Ne dememizi beklersin Osman, öyle mükemmel bir düşünceye ne denir ki?... dedi Adem.
Bu su işini halletmeyi de Recep’e verdiler. Recep, bu işle uğraşan bir arkadaşını aradı cep telefonundan o da kabul etti. Kazı yapılan yere kadar konuşarak geldiler. Osman çukurun derinliğinin ne kadar olacağını sordu.
- Çok derin olacak. Çünkü yer altında kalacak bir depo yapılacak. Bu deponun içi dışı izolasyonlu olacak. Dışardan ve içerden bir nefeslik hava bile buraya zor girecek. Burası, üreteceğiniz malları stoklama için olacak. Onun üstüne yapılacak bölümde ise imalathane olacak. Üst bölümde ise ambalajlama ve ürün sınıflandırma yapılacak. Her bölümde tuvalet, banyo, olmayacak. Sadece ve sadece binaya ek olarak yapılacak, yemekhane, çamaşırhane, bulaşık hane, personel odaları, wc’ler yapılacak.
- Evet benim istediğim de buydu. İşçi veya imalathaneye kim girerse girsin, üstü başı özel elbise ile kapatılacak. Yani bir nevi, uzay elbisesi giyecek. Burada çalışanlar için, kullanımı rahat, içi ne sıcak nede soğuk olan bu elbiseleri mutlaka bulmamız gerekiyor. Bilindiği gibi, bizim imalathanemiz sıcak havayı götürmez. Malumunuz yağ işi ile uğraşacağız. Evet bu işlerle de Adem ilgilenirse sevinirim. Adem Bey’in başlıca görevi tedarik olacak galiba. Ne eksiğimiz varsa, o bi tamam bulacak. Öyle değil mi Ademciğim?
- Üzerime düşen her görevi yapmaya ben hazırım.... Eee, iş makineleri kazacak biz seyredecek miyiz? Madem işimiz çok ben İlçeye gideyim. Benden bir istediğiniz olursa alo deyin yeter.
- Güle güle yiğidim. Güle güle... dedi Osman. Adem giderken herkesle vedalaşmıştı.
Osman ve Yakup o gün hava kararıncaya kadar orada beklediler. Daha sonra araçları, orada bırakarak, çalışanları eve getiren Osman, mükemmel bir akşam yemeği hazırlatmıştı. Kadir öğle yemeğinden sonra eve gelip bir koç kesmiş onu da fırında kızartmıştı. Osman’ın çok misafiri geldiği için, bu tür yemekleri rahatça hazırlatacağı bir yemekhanesi vardı. Buraya kendisi mükemmel bir fırın yapmıştı. Fırının tam karşısında bu taraftan uzatılan şişin gireceği bir yer vardı. Şişin ortasına takılan ne olursa olsun, dış tarafta kalan kolu çevirdikçe pişiyordu. Burada somun ve diğer fırınlık her şeyi halletmek mümkündü. Beş altı parça odun bu işi görmeye yetiyordu. Çünkü içeride ateş devamlı devridaim yapmaktaydı. Hal böyle olunca da fırının içi, az ateşle çok ısınma imkanı buluyordu.
Ortaya serilen sofranın üzerine, büyükçe bir sini konuldu. Sonra, Yusuf ve Kadir şişin uçlarından tutmuşlar ve yağları yere damlamasın diye altına da örtü tutarak, fırında kızartılmış koç ile girdi.. Şişteki koçu, sininin üzerine koyduklarında dışarıda Meryem, büyük bir tepsi içinde pilav getirdi. Yusuf hemen koşup annesinin elinden aldı ve sini üzerindeki kızarmış koçun etrafına pilavı, babası yardımı ile döktü. Yine Meryem’in getirmiş olduğu ayran testilerini Yusuf koşup annesinden aldı. Salatada getirildikten sonra, herkesi buyur etti Osman.
Osman, çok becerikli bir adamdı. Çok sevilen bu insanın elinden her türlü iş gelirdi. Odasında bulunan her türlü mobilyayı bizzat kendisi yapmıştı. Çok büyük bir oturma odası vardı. Duvar baştan sona kadar kütüphane ile kaplıydı. Misafirler kitaplığa hayran hayran bakıyor ve kendi aralarında konuşuyorlardı. Yer minderleri ile döşenmiş odada, minderlerin arkasında, halı yastıklar vardı. Bu minderlerin üzerinde misafirler sıra sıra dizilmişti. Odanın köşesinde sadece bir kanepe vardı. Bu kanepede ise iki kişi oturuyordu. Çok koyu bir sohbet ortamı oluşmuştu. Osman, koltuklu evlerde oturmayı sevmezdi. Koltuklu evlerin misafiri kabul etmeyecek şekilde yapıldığını savunurdu. Böyle geniş odaların her türlü kalabalığa uygun yapıda olduğunu söyler ve köyde oturmayı o nedenle severdi. Köyün bütün sakinleri, her akşam olmasa bile iki akşamda bir bu odada toplanır, geçmişten laflar açılırdı. Kadir’in oğlu Yusuf bu kalabalığa hizmet etmeyi çok severdi. Onun yaşıtları kahve köşelerinde oturup, zaman öldürürken o, bu ihtiyarlar meclisinde bir şeyler öğrenme sevdasına kapılırdı. İşte bu sayede de ufku açıktı.
O gece geç saatlere kadar, sohbet edildi. Osman, yan odada namazını kılmıştı. Neden sonra yatmak için yere, yataklar serilmeye başlandı. Recep ve iki kişi, Yakup’un evine gitti. Osman’ın yatak odası ayrı olduğundan odasına çekilirken, işçilere hayırlı akşamlar diledi. Odasına girdiğinde floransan lambasının düğmesine basıp yaktı. Yatağının yanı başındaki masada, arasında bir kağıt olan kitabı alıp okumaya başladı. Geç saatlere kadar kitap okudu. Neden sonra kalkıp abdest tazeleyerek gece namazına durdu. Osman bunu her zaman olmasa da arasıra yapardı. Sabah namazından sonra da şükür namazı kılmayı adet edinmişti. Bazen de istediği bir şey olduğu zaman hacet namazı kılardı. Okuduğu kitaplar onun hayatına büyük yön vermekteydi. Duvarda çerçeve içinde birkaç tane yazı vardı, biri Hz. Ali’nin sözüydü. bu söz şöyleydi: “A’zamü’l-hayata indallahi el-lisânü’l-kezûbü= Allah katında en büyük günah, yalan söylemeyi alışkanlık edinmiş bir dile sahip olmaktır.” Yine hz. Ali’nin bir sözü daha vardı karşı duvarda. Burada da: “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.” Bir diğeri ise Hz. Mevlana’ya aitti. Bu söz ise şöyle idi: “Eğer İslâm, dünyası, güçlü, istikrarlı, müreffeh bir medeniyet olmak, dünyaya her alanda yön vermek ve ışık tutmak istiyorsa, birlik halinde hareket etmek zorundadır.” Bu tür sözleri kendi hat kalemleri ile bir kağıda yazar ve onu çerçeveleyip duvara asardı.
Osman, sabah namazına gitmek için elindeki kitabı okumayı bırakarak, kitabın arasına bir kağıt parçası koyup aldığı yere koydu. Son zamanlarda genellikle Osmanlı tarihi ile ilgileniyordu. O büyük imparatorluk onu çok etkilemekteydi. Bu nedenle Osmanlı dönemine ait pek çok kitap almıştı. Bu kitaplardan birini eline aldığı zaman, onu sabahlara kadar okurdu. Yine öyle yapmıştı. Kalkıp camiye giderken misafirlerinin kapısını hafifçe açıp, içeri baktı. Misafirleri, yatıyordu. Kapıyı gıcırdatmadan tekrar kapattı. Sonra dışarı çıktı. Dışarı çıktığında Kadir’i ahıra girerken gördü. Kapıda bağlı olan köpek Osman’ı görünce kuyruk sallayarak yanına geldi. Osman köpeğin başını okşadı. Sırtını sıvazladı. Sonra da Kadir’in yanına vardı. Kadir, Osman’ı görünce başı ile selam verdi. Osman da selamı aldı ve yanına çağırarak dışarı çıkardı. Osman çömeldi. Kadir ise ayaktaydı. Ona da çömelmesini söyledi:
- Bak Kadir. Seni çok severim bunu bilirsin.
- Bilirim Osman Abi..
- Bu kapıda çok çile çektin. Bu sabah epey düşündüm. Ve bir karara vardım. Burada gördüğün yirmi ineğin, eti ve kemiği benim fakat, mülkün sahibinin Allah oluğu bilincindeyim. Ben derim ki; var bundan sonra bu mallarla biraz da sen oyalan. Bunlardan elde edeceğin, her türlü ürün senin olsun.
- Aman efendim. Siz neler söylüyorsunuz?.... şaşırmıştı. Gözleri kocaman olmuş öylece dona kalmış, diz çöküp oturduğu halde, vücudu ağırlaşmıştı. Çömelerek fazla oturamadı ve olduğu yere oturdu. Ayaklarını bağdaş kurdu. Gözlerini bir noktaya dikti ve sustu. Osman’ı çok iyi tanırdı. Söylediği zaman tam söyler ve asla söylediğini geri almazdı. Ağzından çıkana çok dikkat eden Osman ise, konuşmasına devam ediyordu.
- Sözümü kesme. Merak etme, bu sistem dağılmayacak. Dağılmasını istemediğim için bu öneriyi sunuyorum. Eğer bunları istemiyorsan, kuracağımız fabrikada istediğin işi al. İster bir idareci, ister bir işçilik.
- Ben fabrika işinden anlamam Osman Abi.
- Bunu bildiğim için ben derim ki; benim teklifimi kimseye söylemeyeceksin. Sadece Allah, sen ve ben bileceğim. Bundan sonra ürünleri ilçeye götürme derdin olmayacak. Fabrikaya teslim edeceksin. Bana borçlu kalmak istemiyorsan, bu ürünlerden elde ettiğin gelirin yüzde yirmisini, bana ödeyerek, bu hayvanların tamamen senin olmasını sağlayabilirsin. Bu kaç sene sürerse sürsün. Ben seni böyle ömür boyu bir sıkıntı içinde bırakmaktan yana değilim. Ama istersen böyle olur. Yok istemezsen, gelirleri tamamen senin olur ve bir gün ben bu işten yoruldum, bırakmak istiyorum dersen, o zaman inekleri alır bir başkasına veririm, ona aynı teklifi yaparım. Bu sadece senin için değil, oğlun Yusuf içinde geçerli. O da aynı şartlarda olmak kaydıyla koyunların sahibi olabilir. Fakat burada bir şartım olacak. O da, Murat’ın Yusuf’la ortak hareket ederek, bu işi götürmeleri.
- Osman Abi siz ne yapmak istiyorsunuz? Bunca malı nasıl bırakırsınız? Sonra el âlem ne der?
- El âlem ne der diye yaşanmaz!. Bunca zaman hizmet ettiniz, bakıyorum hiçbir dünya malınız yok. Bense her gün daha çok kazanıyorum.
- Ama hakkınız. Mal sizin.
- Mal ve mülk Allah’ındır. Bizler bekçiyiz. Var biraz da sen bekçi ol. Şu sabahın köründe kalkarak, bu mallara bakıp, hastasıyla, hizmetiyle ilgileneceksin ve ben kazanacağım. Hayır bunda bir yanlışlık var. Tarihi okurken dikkatimi çekti. Nice büyük liderlerin hiçbir mal varlığı olmamış. Hz. Peygamber’in öyle, Hz. Ebubekir’in öyle ki; o değerli peygamber aşığı insanın elindeki mal ve mülkün hesabı yoktu. Öldüğünde üstüne örtecek bir bez parçası dahi yoktu. Osmanlı imparatorluğunu kuran o büyük insan miras olarak, bir at, bir mızrak, bir sadak bırakmıştı. Kimse dünya malı ile gitmiyor Kadir’im. Senden, Yusuf’tan ve Murat’tan tek bir isteğim daha olacak. Hiç ama hiçbir zaman ibadetlerinizi aksatmayacaksınız. Allah’a kul olmada çevredeki bütün herkesle yarış içinde olacaksınız.
- O bizim özel görevimiz efendim. Mal ve mülk dahi olmamış olsa bile, biz bunu yapmakla mükellefiz. Yalnız benim sormak istediğim şey, siz ne işle uğraşacaksınız?
- Ben mi?... gülümsedi.... Ben başıma büyük bir iş açıyorum görmüyor musun? Artık ben orası ile ilgileneceğim. Buna mecburum. Bu arada siz değerli dostlarımı da, böyle mutlu göreceğime inanıyorum. Lütfen bunu kabul et. Derviş’te bana ait olan ne kadar tarla, bağ, bahçe, kullandığı alet ve edevat varsa, onları alacak ve ekinleri , bahçeleri ekip biçecek. Ve çıkan mahsulleri kendine alacak. İlk zamanlarda biraz zorlanabilirsiniz. Ama şu an elde olanlarla, yetinip benim adımı dördünüz de kullanarak, bir yıl için her istediğinizi aynen alacaksınız. Ama kendi adınıza ektiğinizi sadece kendiniz bileceksiniz. Kimse bilmeyecek. Sizin kendi adınıza iş yaptığınızı duyan size kötü laf söyleyebilir. Bunu kimse size söylemeye yeltenmesin diye, bu aramızda sır kalacak. Ben ölmeden önce, bunu vasiyetime yazacağım. Şartları koyup size imzalatacağım. Ben ölene kadar malımın mülkümün kullanım hakkı sadece sizde kalacak. Ben öldükten sonra ne olur onu Allah bilir. O zaman sakın bir terslik olursa, arkamdan beddua etmeyin.
- O nasıl söz efendim. Öyle nankörlük yapmak bize yakışmaz. Madem siz öyle olmasını istiyorsunuz, sizin yokluğunuzu aratmayarak, bu mirası korumakla kalmayacağız bizde size, sadakatimizi göstermek için, bize emanet ettiğiniz şeyleri iki katına çıkarıp teslim edeceğiz.
- Sadece iki katına bile bana çok. Verdiklerimi aynen muhafaza edin yeter. Ben şimdi namaza gidiyorum, bunu bir kez söyledim ve bir daha söylemiyorum. Artık mallar sizindir. Ben dünyada çok mal sahibi olmak için değil, çok kişiye hizmet edebilmek için koşturuyorum. Dünyadaki tek gayem budur. Çocuklarıma ve torunlarıma, ilim bırakmak istiyorum. O nedenle onların ilim sahibi olmaları için uğraş vereceğim. Bu kurulacak fabrikada, benim için bir eğlence olurken, çocuklar için de bir gelecek olabilir. Geleceği Allah bilir... Evet dediklerimi iyi anladın sanırım. Hadi sana hayırlı sabahlar ben camiye gidiyorum.
- Size de hayırlı sabahlar efendim.
Osman eline aldığı ince bir dal parçasını sallayarak camiye doğru giderken, Yusuf’ta kapıda abdest alıyordu. Kadir’de abdest aldı ve oğlu Yusuf ile caminin yolunu tuttu.
Yine ezanı Osman okudu. Aşağı yukarı köyün bütün erkekleri sabah namazına gelmek için, büyük çaba gösterirdi. Kolayda değildi, sıcak yataktan kalkıp, sabah ayazında camiye gitmek. Ama, insanın içindeki Allah aşkı, bunları unutturuyordu. Sabah namazının gün boyu çok büyük etkisi vardı. Dinç olmak en büyük göstergesi idi. Ve yapılacak işlerin erkenden yapılması yarı bir kazançtı. Köy yaşantısında erken kalkmak zaten bir zaruretti. Çünkü, pek çoğu hayvancılık yapıyordu. Sabah kalkıp, hayvanları sağmak, onları yemlemek veya onları araziye otlatmaya götürmek için acele etmek gerekiyordu. Yazın, öğle sıcağında hayvanları otlamak demek; sineklerin verdiği huzursuzluk içinde hayvanların, sağa sola koşup durması anlamına gelirdi.. O nedenle, erkenden hava ısınmadan hayvanlar karınlarını doyurmalıydı.
Köyde son zamanlarda, besi hayvancılığı ağır basmaya başlamıştı. Osman, besi hayvancılığının sağlıklı olmadığını, bu şekilde yapılan bir işin yanlış olduğunu her zaman savunurdu. Suni yemlerle hayvanların beslenmesi ve sadece hayvanın gösteriş bakımından şişmesine yaramaktaydı. Bu ise insanı kandırmaktı. Besiye alınan erkek danaya devamlı suni yem verip, hareketsiz bırakarak onu evde hapis tutmak, o canlıya yapılacak en büyük eziyettir. İnsanlarında gözlerini yanıltarak, beş altı ay içinde şişirilmiş bir hayvan sunma, elbet ki aldatmaydı. Besi yapanlarla her zaman bu konularda koyu bir tartışma yapardı.
Namaz çıkışı caminin önünde herkes Osman’a, fabrika ile ilgili sorular sormaya başladı. Osman;
- Bunun ayak üstü izahı yok. Çok yakında, o fabrikanın hayatlarınızı nasıl değiştirdiğine şahit olacaksınız. Bana ve arkadaşlarıma, yaptığımız işten dolayı teşekkür edeceksiniz. Burada belki sizler kabul etmeyebilirisiniz ama, çocuklarınızın sağlıklı ve sürekli çalışabilme imkanı olacak. Sosyal güvencesi bi tamam iş olanağı bulacaklar. Size yansımayacak mı? Yansıyacak elbet. Üretmekte olduğunuz süt ürünlerini ilçeye götürmeyecek, hemen şuradan aşağıya indirip teslim etme imkanınız olacak. Belki fabrikanın size bu işi daha zevkli ve kolay yapmanız için yapacağı teşvikler sayesinde, daha çok kazanma imkanınız olacak. Kim bilir, belki ilerde bir başka iş kolu ile siz, bu tür yatırıma gireceksiniz. Gelecekte ne olacak onu Allah bilir. Aslında köylüler toplanıp, birlik ve beraber olduğu zaman yapamayacakları hiçbir şey yok. Bu tür yatırımlar tek kişinin yapabileceği iş değil. Bir ekip işidir. Siz böyle bir niyetle yola çıkacak olursanız, Rabbim size yardım eder. O’nun kudreti çok büyüktür. Bu sadece sizin ve bizim için değil, birlik ve beraberlik bütün İslâm âlemi için birinci şart olmuştur. Bireysellik menfaatçiliği tetikler. Çıkarcılığa sürükler, hep ben kazanayım anlayışını yerleştirir. Oysa, birlikte hareketin sonu her zaman aydınlık olmuştur. Dostluklar, insana rahatlık ve huzurluk veren bir merhemdir... İşte biz bu dostlukları pekiştirerek hareket edersek, kazanan sadece biz değil, bütün İslâm âlemi kazanmış olur. Bazılarınız bana kızıyor gibi. Ne güzel bir düzeni vardı onu bozup huzurunu kaçıracak, belki bizim de huzurum kaçacak diye. Ben babamdan mal mülk devralmadım... Ben kazandım ve ben harcamasını bilmeliyim. Ben kazandım derken, böbürlenmiyorum. Belki de böbürlenmeye yakın olabiliyorum. İşte ben diyorum ki, insanın bu tür hislerini öldürmenin yegane yolu birlikte iş yapmaktan geçer. Zenginlik, kullanılabilecek bir silahtır. Ama asla tapılacak bir mabet değildir. Neyse sizi fazla ayakta tutmayayım söz, ilaca benzer, azında fayda görülür.
Bu konuşmalar olurken, Kadir ve Yusuf, Osman ile göz göze geldiler. Kadir başı ile gideceğini söyledi. Osman, gözlerini kapayarak tamam dedi. Osman, bir zaman daha sohbet etti. Sonra dağıldılar. Eve geldiğinde güneşin kızıllığı ortalığı kaplamaktaydı. Yusuf koyunların içinde, Kadir’de ineklerin ahırında hayvanlara yem veriyordu. Süt sağma işini genellikle Meryem yapardı. Bazen de Kadir yapardı. Süt sağımını vakumlu makinelerle yapmaktaydılar.
Kadir, Osman’ın sabahki teklifini unutmuş değildi. Aklında hep o vardı. Birden ineklere yem verirken durdu ve ineklerle konuşmaya başladı.
- Sahi sizin âleminizde neler oluyor. Ben şu Osman Efendi’nin yaptığını günümüzde yapacak bir insan tanımıyorum. Şahsıma konuşmam gerekirse bu mallar benim olsa, bir başkasına al birazda sen oyalan diyemem. Nefsime ağır gelir. Bunu demek için ya dünyadan bıkmak gerekir, ya da dünyayı ve âhireti çok iyi bilmek gerekir. Eee yırtık kulak, sen ne dersin buna.... dedi ineğin sırtını sıvazlarken.... Susarsın değil mi? Susacaksın elbet. Senin dilin konuşmak için değil ki, sadece yemek için... Onca zaman kazanacaksın, kazanacaksın sonra da benim gibi çapulsuza al malım senin diyeceksin. Hayır... Bunu aklı başında biri söylemez. Ama Osman Ağa’nın aklı başında olmasa, oraya fabrika kurmaz. Daha çok uğraş vereceği iş yapmaz. Veya daha çok kazanacağı işe yönelmez. Evet, evet. O işte daha çok kazanacak... İyi ama, kazansın. Benim ve bizim yaptığımız işin ona ne zararı var ki? Bu işleri zaten biz yürütüyorduk. Rabbim aklıma mukayyet ol. Bana sabır ver, anlayış ver, izan ver Rabbim... Dünyada olan bazı şeyleri anlamakta zorlanıyoruz, bize yardımcı ol... Hooo... Ohaaaa... gibi sesler çıkararak hayvanlara bağırarak işine devam ediyordu.
Meryem kadının hazırladığı kahvaltı yenilmiş ve misafirler çalışmak için araçlara binmişlerdi. Osman, Kadir ve Yusuf için ayrıca bir kahvaltı hazırlanmıştı. Osman’da gelince hep beraber kahvaltı yaptılar. Osman kahvaltıyı yedikten sonra, odasına gidip biraz uyumak istediğini, öğle namazında kaldırmasını istedi Kadir’den. Kadir “tamam” dedi. Osman yatmak için odasına gittiğinde, Kadir, Yusuf’u tepeden tırnağa süzmeye başladı. Bakışlarını Meryem’e çevirdi. Meryem’i de süzdü. Meryem fark etmişti, onun bu halini.
- Hayrola bey... Bir gariplik mi var? Yoksa canını sıkan bir şey mi?
- Hıhhh... dedi dalgınlığından sıyrılırken... Osman Efendi çok büyük bir insan, sakın onu zerre kadar da olsa incitmeyin. İncindiğini görürsem, kim incitirse, elimden çekeceği var.
- Baba o nereden çıktı şimdi? Osman Abiyi inciten mi var?
- Yok, olsun da istemem.
Osman ile aralarında geçen sabahki konuşmayı aktardı. Meryem ve Yusuf şaşkınlık içindeydi. Kadir, ne konuşmuşlarsa en ince detayına kadar anlattı. Anlatırken hem seviniyor, hem de üzülüyordu. Üzülüyor çünkü; Osman Bey açısından kötü sonuçlar doğurabilir diyordu. Gerçi mal yine onun olacak ama, insan kazandığını bırakıp bir başkasına al senin olsun demezdi. Ama bu Osman’dı, onu çok iyi tanırdı. Seviniyordu çünkü; bu kadar varlığı ilk kez sahiplenecekti. Ne kazanırsa kendisi içindi. Kaybetme korkusu yok muydu? Vardı elbet, ya hayvanlara topluca bir hastalık gelip hepsinin telef olmasına neden olsa, işte o zaman ne yapacaktı?
Osman, bu ailenin gözünde bin kat daha yükselmişti. Ona olan saygıları bir o kadar da artmıştı. Yusuf’un da askerliğinin yaklaşması Kadir’i sıkıntıya düşürmüştü. Gerçi o geldiğinde Murat’ın askerliği başlayacaktı. Kadir, hemen Murat’ın evine gitti. Aklına bu askerlik olayı takılmıştı. Ona bu haberi de vermek istiyordu. Murat’ın sadece annesi vardı yanında. Babası kamyon şoförü iken, bir trafik kazasında vefat etmişti. Anne oğul köyde tek başına kalıyorlardı. Murat, geceleri annesini yalnız bırakıp koyunlarla ilgilenmeye pek gelemezdi. Eğer gelecek olursa, annesini de getirir Meryem kadına arkadaş bırakırdı. Yusuf koyunların sorumluluğunu epey zamandır yüklenmişti. Murat, Yusuf’u ağbi gibi sever sayardı. Kadir Murat’ın evine yaklaşırken uzaktan seslendi. Pencerenin örtüsü hafifçe kalktı ve sonra kapı açıldı. Dışarı Murat’ın annesi çıktı. Murat içerdeydi. Osman onun tamamen iyi olması için, çalışmaması gerektiğini söylemişti. Hem fiziki hem de ruhsal olarak düzelmesi gerektiğini söylemişti. Murat’ın annesi, Kadir’i içeri buyur etti. Kadir içeri girince, Murat onun elini öptü. Kadir de ona sarıldı. Kanepeye oturdular. Kadir Murat’ı yanına oturttu.
- Kadir Bey ne ikram edelim.... dedi Murat’ın annesi.
- Hiçbir şey. Sağo Sultan Bacı. Zamanım kısıtlı. Murat’a önemli bir açıklama yapacağım.... Murat, bundan sonra Osman Abi, koyunları Yusuf ile size verdi. Tamamen sizin artık.
- .... Aman Allah’ım... Yipppuuu... diye çığlık atarak, ayağa kalkıp odanın içinde sekmeye başladı.
- Hele dur evladım... Bu sana büyük bir sorumluluk demektir. İlk önceleri sen, sadece hayvanları otlatmakla görevli idin. Bundan sonra, yünlerini keseceksin, sütlerini sağacaksın, yemlerini sen alacaksın, aşılarını sen vuracaksın velhasıl, tam bir mal sahibi gibi hareket edeceksin. Ne kazanırsan kendine kazanacaksın. Tabii bunu yaparken de Yusuf ile ortak hareket edecek ve kazandığınızı eşit bir şekilde paylaşacaksın. Çevreye, insanlara, komşularına, arkadaşlarına, annene ve ilerde evleneceğin kadına karşı sorumlulukların olacak. Osman Bey ister ki, kendi mallarının sorumlulukları da omuzlarında olsun. İşte bu nedenle kendisi bütün mallarını bırakarak, fabrika ile ilgilenecek. Siz de, bu malların sadece kullanım hakkına sahip olacaksınız. Bu Osman Bey ölene kadar olacak. Eğer Osman bey, öldüğünde biri çıkıp da babamın malını verin derse, gücünüze gitmeyecek. O halde Osman Bey ister ki; aklınızı başınıza alarak, o zamana kadar kendi adınıza birikim yapın. Yok ben bu koyun işini kabul etmem diyorsanız, kurulan fabrikada işe başlama hakkında var. Hangisini tercih edersin?
- Ben fabrikada çalışmasını sevmem. Dağlarda yalnız başıma yaşamaya alışmışım ben.
- Osman Bey’de öğle düşünmüştü. Bu anlattıklarım aramızda kalacak. Hiç kimse bilmeyecek. Bu Osman Bey’in isteğidir. Vasiyetine yazacak bunları zaten. Evet gelelim sizin askerlik meselesine. Yusuf beş ay sonra gidecek. Mart’ta asker. O tam askerliğini bitiriyorken, senin askerlik geliyor. İşte burada ikiniz arasında büyük bir dayanışma olacak. Onun yokluğunda sen, senin yokluğunda da Yusuf koyunları koruyacak. Bu iki yüz koyun artık sizin. Osman Bey isterse on yıl sonra siz ona sadece 200 koyun vereceksiniz. Bir sene sonra bile istese, istemez de, isteyeceğini düşünüp, elde edeceklerinize sahip çıkmalısınız. Bir sene içinde en azında 150 tane kuzu olur. Bu kadar koyunun yünü, sütü, yağı bizim gibi bir aile için servettir. Varın bunu siz senelerle kıyaslayın. Şunu unutmayın. Bunu asla bir başka insan bilmeyecek. Osman Bey’e olan sevgimiz ve saygımız daha üst düzeylere çıkmak zorunda. Bir babanın oğluna veremediğini o bize veriyor. Derviş’te tarlaların ekimini üstelenecek.
- Şu an itibariyle Osman Abi, bütün mallarından elini çekmiş durumda.
- Evet, o artık fabrika işine kendini verecek.
- Bizim yaptığımız işin ona hiçbir yükü yoktu ki. Niye bırakır bu kadar malı?
- Bana hizmet eden, benim soframdan ekmek yiyen insanlara vefa borcum var. Benim için gecelerini gündüzüne katan bu insanlara, bırakın da bu kadar ikramım olsun diyor.
- Pes... Ben bu yaşıma kadar ne çok insan tanıdım, Osman bey kadar olgun, anlayışlı, aklı selim düşünen, bilgili, dindar hiç kimse görmedim.
- Dindar dedin de aklıma geldi... Osman Bey’in şartlarından biri de ibadetlerin zerresini aksatmamanız olacak. Allah’a kul olmada çevrede herkesin örnek alacağı insanlar olmanızı istiyor.
- O bizim kendi çıkarımıza.
- Hayır... Bir insanın yaptığı ibadet kendi çıkarına gibi görünebilir. Fakat, çevrede oluşturduğu iyi intibaa İslâm’ın kazancıdır. İnsanlığın kazancıdır. En son bizim kazancımızdır.
- Allah Osman Bey’den bin kez razı olsun...
- Şu an kafası az meşgul, ileride kafası daha fazla meşgul olabilir. Sizden bir isteğim var. Annen de dahil. Derviş ve ailesi, sizler ve bizim aile ile birlikte, Osman Bey’e artık bir mihnet borcumuz var. Ona gidip elini öperek, hayır dualarını isteyeceğiz. Ondan sonra da işimize sımsıkı sarılarak, ilerleyeceğiz. Yerimizde saymayacağız. Kurulacak fabrikaya ham ürün sağlamak amacıyla daha çok hayvan yetiştireceğiz. Hayvanlar şimdilik bu ahırlarda kalacak ve bu kışın ne biriktirilmişse, onunla yaza çıkılacak. Yazdan itibaren kış hazırlıkları sizlere düşecek. Her türlü sorunun tek muhatabı siz olacaksınız. Söylediklerimi anladın mı? Osman Abi başımızda devamlı danışacağımız bir büyük olmaya devam ederken, ben acizane sizlere elimden gelen her türlü yardımı yapacağım, bu konuda bilgilerimi size aktaracağım.
- Ben, bu kadar iyiliğe layık bir insan mıyım Kadir Abi?
- Demek ki öyle. Ya da, iyilik etmeyi seven bir insanın hizmetinde olmanın mükafatı bu. Size düşen bunu inkar etmeyip, ikram sahibinin istediği şekilde biri olmaya çalışmak.... Evet, şu sana sopa atanlar ne oldu.
- O gün Osman Abi beni hastaneye götürdü. Orada muayene oldum elime bir rapor verdiler. Sonra da karakola gidip ifade verdim. Bana sopa atanları tarif ettim, bindikleri aracın plakasını verdim. Pazartesi onları yakalamışlar içeri atmışlar. İki gün sonra serbest bırakılmış. Fakat bizim karakola verdiğimiz ifadeden dolayı mahkeme açılmış. Bekliyoruz. Kadir Abi, Osman Bey’i o gün karakolda bir görseydin. Kükrüyordu adeta. Eğer devlet gereğini yapmazsa, bizzat kendisinin yapacağını söyledi. İlçenin orta yerinde meydan dayağı atacağını açık dille ifade etti. Polisler Osman Bey’i zor sakinleştirdi.
- Osman Abi haksızlığa asla dayanamaz. Hz. Ali’nin sözünü kendi eliyle yazıp yatak odasına bile asmıştır. “haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” diye. Abovvv.... dedi saate bakarak... öğleye az kalmış. Osman Bey’i uyandırmam gerek. Üstelik işçilere yemek hazırlanacaktı Meryem yengen ne etti ki?
- Aşk olsun Kadir Bey kardeşim... Böyle işler yapılacağı sırada neden bana haber vermezsin de Meryem kardeşimi yalnız bırakırsın? Bundan sonra mutlaka bana haber vermeni istiyorum. Meryem ile ben bu işi hallederiz.
- Sultan bacım... Sen Murat’ın yanında kalasın diye çağırmadım... Tamam artık çağırırım. Bana müsaade.
Oradan vedalaşıp ayrıldı. Eve geldiğinde, Osman Bey’i abdest alırken gördü. Utandı birden. Yusuf kendisinin uyandırdığını işaret ettiğinde Kadir rahatladı. Hemen Meryem’in yanına koştu. Meryem kan ter içinde kalmıştı. Yardımına Yakup’un karısı gelmiş ve beraberce hazırlamışlardı yemekleri. Üç çeşit yemek hazırlanmıştı. Çorba, etli kuru fasulye ve pilav. Ayrıca ayran ve salata yapılmıştı. Yemekler yola çıkacak hale getirildi.. Osman Bey camiden sonra oraya geleceğini, biraz yürümek istediğini söyledi. Kadir saate baktı, ezan okunmak üzere idi. Camiye gittiler. Cami çıkışı Osman, yürüyerek inşaat alanına doğru giderken, Kadir pikaba yemekleri yüklemiş, büyük bir cam damacanaya da su doldurarak, pikabın arkasına koymuştu. Yusuf aracın arkasına yemeklerin devrilmemesi için uğraş içindeyken Kadir, Osman’ın yanından geçip gitti.
Köylüler inşaat alanının etrafına toplanmışlardı. Tarlaya açılan bu büyük çukura bakıp kendi aralarında yorum yapıyorlardı. Kadir, araçtan inerek yere iki tane kilim serdi. Yemekleri itina ile indirdiler. Bu arada Osman da gelmişti. Osman, Yakup Bey ve Recep Bey’le sohbet ederken Kadir, herkesi yemeğe davet etti. İşçiler yemek yemeye doğru gelirken, bir taksi belirdi, harman yerinde. O taksi inşaat alanına geldi ve durdu. İçinden birkaç kişi indi. Bir tanesi 40 yaşlarına biri olup diğerleri 17-18 yaşlarında idi. Çocukların eli yüzü mosmordu. Osman onları öyle görünce taksiye doğru yaklaştı, aracı kullanan 40 yaşlarındaki o adam, seslendi.
- Osman Bey kim?
- Benim dedi Osman.... Çocuklara bakarken...
- Evet Osman Bey... Onlar eşekliğinin cezasını çektiler. Onları bu hale ben getirdim. Kırılmadık sopa bırakmadım. Belki adam olurlar diye sizin önünüzde diz çökmeye getirdim. Biz af diliyoruz.
- Özür dilerim, ben olanlara bir anlam veremedim. Benden neden af dilersiniz ki?
- Senin çobanı döven işte bu it sürüsü.
- Haaa... Anladım... Fakat yine yanlış geldiniz. Asıl mağdur olan evde yatıyor. Asıl gidip ondan özür dileyecektiniz. Çünkü bedenen canı yanan odur.
- Fakat işin içinde sizin adınız var. Bu size de yapılmış sayılır. O yüzden siz de affedin.
- Beni dinlemek zahmetine katlanırsanız biraz diyeceğim olur. Çocuğun dünyaya gelmesinde vesile olabilirsiniz. Ama sorumluluk derecenizi çok iyi bilmeniz gerekir. Kurtlarda yavru yapar, kurtlardan doğan yavru asla kuzu ile dost olmaz. Bu çocukların bu denli haylaz olmalarında, belki kanlarında dolaşan kanın etkisi vardır. Siz de o kanı hızlı pompalamaya teşvik ederseniz sonuç böyle olur. Başınıza hep iş açar. Çocukları topluma faydalı yetiştirmek için, ilk önce ona insanlık ve İslâm öğretilir. Bunlardan yoksun olan kişi bu topluma elbet zarar verir. Bununla da kalmaz, yarın anne ve babasına zarar verir. Ben affettim. Madem benimle ilgili alanlarda var. Dünyalık hiçbir şey için kalp kırılmaz. Can yakılmaz. Zevk ve eğlence herkesin hakkıdır. Fakat bu zevkimiz bir başkasına zerre miktarda zarar veriyorsa, bunun adına zevk demek olmaz, diyen de yanılır. Bunun adı çağdaş zulüm çeşidinden biridir. Kişilik haklarını ihlal edenler, kişiliğini unutmuş kişilerdir. Sizden ricam odur ki, çocuklarınıza araba, han, servet değil, ilim miras bırakın da toplum için faydalı olsun. Sizden kalacak mal ile, bu kafada yetişen bir çocuk ne topluma, ne de size faydalı olur. Kıyamete kadar peşinizden günah yazılır. Ey gençler şeyh Sadi’nin şu sözünü unutmayın. Bunu kulağınıza küpe yapın... Sadi der ki: “Dünyada uğradığın ceza seni doğruluğa sevk etmiyorsa, âhiret azabından korkmalısın.” Her işlenen suçun cezası vardır. Gerek bu dünyada gerekse âhirette. Neyse, şimdi şu sofraya oturacak bir iki lokma dahi olsa almak zorunda kalacaksınız. Sofrasından ekmek yiyeceğinizi düşünmediğiniz benim gibi bir adama, dünyada yapılan eziyet, size bir şey kazandırmaz. Doğruluk kadar mükemmel bir sermaye bulamazsınız. Hep doğru olun, bir başkasına zarar vermeyin... Neyse ayak üstü sizleri fazla yormayayım. Ama ilk önce bu sofraya oturarak, birkaç lokma dahi olsa almak zorundasınız. İtiraz hakkınız yoktur.
Adam ve çocuklar kayıtsız kalamadılar ve mecburen oturdular. Utangaç halleri yüzünden başları öne eğikti. İşçilerin dahi yüzüne bakamıyorlardı. Ortalıkta kaşık seslerinden başka hiçbir şey duyulmuyordu. Osman da oturmuş bu kalabalık arasında yemek yiyordu. Bu tür yemekleri çok severdi. Bereket, bereket derdi hep. Sofraya uzanan el sayısınca bereket iner, onların midesine inan lokma adetince, malın bereketi artar derdi. İman akidesi çok yüksek olan Osman, her nesnede, her olayda, her işte ilk önce Allah rızasına bakardı. O rızaya uymayan ne olursa olsun, terk ederdi.
İşçiler çok yorgun ve aç olmalıydı. Öyle seri bir şekilde kaşık sallanıyordu ki, mide bu hızlılığa nasıl dayanıyordu bilinmez. Yemeği yiyen adam çocukları ile Osman’ın önünde duruyordu. Çocuklar Osman’ın elini öptü. Ve oradan helalleşerek uzaklaştılar. Köylüler bu olay karşısında çok duygulanmıştı. İşçileri de etkilemişti bu olay.
Günler, günlerin peşinden gelmekteydi. Bir hafta içinde temel yeri kazılmış ve binanın temeli atılmıştı. Hummalı bir şekilde çalışma sürüyordu. Osman ve Yakup inşaatın başında duruyor, Adem ise, ne lazımsa ilçeden alıp gönderiyordu. Ayrıca makinelerin gelmesi için yoğun çaba harcıyordu. Bir ay geçtiğinde, binanın beton işi bitmiş, katlar örülmeye başlanmıştı.
Osman, Yakup ve Adem sık sık bir araya gelip maddi konularda istişare ediyordu. Üçününde birikimleri hayli vardı. Osman, ileri görüşlü bir insandı. Şimdiden bir reklam ajansı ile anlaşarak, çıkacak ürünler için gıda mühendisleri ile birlikte, reklamlar hazırlatıyordu. Üretecekleri ürüne ad bile koymuşlardı. Nasıl paket olacağına kadar her şey hesaplanmıştı. Ankara’da büyük bir yer kiralayarak, orasını dağıtım merkezi yapacaklardı. Bunun için her şey hazırlanmıştı. İlk önce mülkiyet almak istediler sonra, bundan vazgeçerek, mülkiyete yatırılacak para ile üretme fikrini benimsediler. Ankara’da kurulan şirket genel merkez konumunda olacağından, soğuk sistemi olan özel bir depo da hazırlanıyordu. Bu merkezi bilgisayar ağı ile donatmışlardı. Osman, Ankara’da oturan ve çeşitli işlerde çalışan yeğenlerini bu merkezin sorumluluğuna getirmişti. Bu yeğenleri yüksek okul bitirmiş ama branşlarına göre iş bulamamışlardı. Biri kamu yönetimi, diğeri de arkeologdu. Bu iki genç ve çalışkan insan, büroyu kendi istekleri doğrultusunda hazırlamışlardı. Mükemmel bir çalışma ortamı olmuştu. Binanın iki katını da kiralamışlar, odaların kapısında hangi il veya ülke ile çalışılacaksa, onun adını yazmışlardı. Yani, bir odada, sadece ve sadece ilgi alanında olan yerlerle irtibat kurulacak, onlara hizmet edilecek şekilde hazırlanıyordu. Ankara’da hal böyle idi. Yapılan masrafların tamamını özel finans kurumu karşılıyordu.
Havaların soğuk gitmemesi inşaatı durdurmamış, ikinci ayda fabrikanın sıvası ve boyası bitmiş fayanslara kadar her şey halledilmişti. Sıra makineleri getirmeye gelmişti. Makinelerin çoğu, İsviçre’ den alınmıştı. Adem’in kardeşi İsviçre’de süt ürünleri imal eden bir fabrikada çalışmaktaydı. Onun da yardımı ile makineler ithal edilmişti. Makineler fabrikaya gelmeye başladığında, itina ile yerleştiriliyordu. Hatta bu makineleri kurmak için İsviçre’den ekip bile gelmişti. Makineyi satan firma yerine kurmayı dahi üstlenmişti. Bütün makineler dört dörtlük çalıştırılacaktı. Yabancı firma, itina ile makineleri yerleştirdi. Çalıştırıp denemeler yaptı. Bir daha çalıştırdı, birkaç tane Türk mühendisi de yardım etmişti. Makinelerin çalışma sistemini mühendisler iyice kavramış ve ustalara teslim edilmişti.
Teknik olarak hiçbir sorun kalmamıştı. Mühendislerin, işlerinde göstermiş olduğu azmi gören Osman onlara güvenebileceğini, onlarla çok şeyler yapabileceklerini anlıyordu.
Bu milletin en büyük özelliklerinden biride, aldığı görevi başarılı bir şekilde yapmasıdır. İşte yılgınlık ve bezginlik göstermemesidir. Osman bunları bildiği için, fabrikada tüm yetkileri paylaştırmış, istişare ve meşveret sistemini getirmişti. Herkes birbirine yardımcı olacak, ben sadece bundan sorumluyum gibi bir bahaneye sığınmayacaklardı. Artık bütün hazırlıkların sonuna gelinmişti. Fabrikanın ne üretebileceğini somut bir şekilde gerebilme zamanı gelmişti.


4
Osman, fabrikanın açılışına üç gün kala, sürekli olarak Kur’ân hatmi yaptırmaya başlamıştı. Bu hatmi ilçede ve civar köylerdeki imamlara rica etmiş. Bazılarına bir bazılarına da iki kere hatm yapmalarını rica etmişti. Kısaca her imam yapabileceği hatm sayısını Osman’a bildirmişti. Çünkü Osman, ona göre davranacaktı. Zira kendisi de eve geldiğinde hemen Kur’ân’ı açıp kaldığı yerden hatmine devam ediyordu. İmam Muhammed ise sürekli hatm yapmaktaydı. Fabrika açılmadan 99 hatm yaptırmayı amaçlayan Osman, bir Perşembe gecesi, Cuma gününün ilk çeyreğinde hesapladığı gibi, 99 hatmi bitirmişti. Civar köylerdeki imamların da telefonunu almıştı. Belki hatmi tamamlayamayan olur diye bu telefonlara arasıra telefon ediyordu. Böylece hatmi eksiksiz olarak tamamlatmıştı.
Bir Cuma namazından sonra açılış yapacaklarını bu imamlar vasıtasıyla köylere duyurdular. Köylülerin açılışa gelmelerini sağlamak için, Osman, servis araçlarını en uzak köye kadar göndermişti. Servis otobüsleri, fabrika açılışına durmadan insan getirmekteydi. Pek çoğu da kendi arabaları ile gelmekteydi. Bazı köylerde ise traktörün römorkuna doluşan insanlar, konvoylar oluşturarak açılışa geliyorlardı. Fabrikanın ön bölümünde masalar kurulmuştu. Bu masaların etrafına oturan misafirlere 50 tane genç hizmet etmekteydi. Beş tane dana kesilmiş ve fabrikanın yemekhanesinde aşçılar tarafından hazırlanmıştı. Bu hazırlanmış olan yemekler, misafirlere getiriliyordu. Kalabalığa hitap edilmesi için kurulan kürsüye çıkan Osman, kalabalığı gözleri buğulu bir şekilde seyrettikten sonra; İçinden duâ okumaya başladı. Duâsı bittikten sonra halka hitaben:
- Sevgili kardeşlerim. Kısa ve öz konuşacağım. Sizleri buraya davet etmem, bu başarımızı tescillemeniz için değil, hâşa, biz böyle bir böbürlenmeden çok uzağız. Sadece şunu sizlere göstermek için sizleri buraya davet ettik. Sizlerden gelecek olan ham sütün burada işleneceğini gözlerinizle görmeniz ve bize destek çıkmanızı sağlamak için sizleri buraya davet ettik. Azmeden bir insan topluluğunun nelere kadir olduğunu göstermek istedik. Birlik ve beraberliğin her türlü zorluğu yeneceğini kanıtlamaya çalıştık. Burası hiçbir zaman benim veya arkadaşlarımın olmayacak. Burası sizlerin olacak. Sizlerin evlatlarına hizmet edecek. Belki burası aysbergin görünen noktası olacak. Kim bilir yarın burası sayesinde köylerimizde buraya alternatif büyük yerler yapılacak. Bunların oluşması demek, yan sanayilerin gelişmesi demektir. Bölge insanında , güvenli bir hayat ortamının oluşması demektir. Şu imalathane faaliyete geçmeden en az burada çalışan 200-300 kardeşimiz işe alındı. Köylerde buraya süt üretmek isteyecek olan sizler ve çoluk-çocuğu da hesaba katarsak, daha işe başlamadan epey kardeşimize bir ekmek kapısı oldu. Sizden ricam odur ki, kendi malınızı nasıl koruyup kolluyorsanız, burası da sizin olduğu için öylece koruyup kollayın. Emek vermek bizden, emeğimizin karşılığını verecek olan Allah’tır. O bizim yar ve yardımcımızdır. Biz ona sığınarak, ona güvenerek yola çıktık. Bizimle beraber olmak isteyen sizler ile inşallah bu yolda başarılı olacağız. Beni dinlediğiniz için Allah sizden razı olsun. Yemeklerinizi ve ikramlarımızı yedikten sonra görevliler nezaretinde fabrikanızı gezeceksiniz. İçinizde şüphe olmasın. Burada üreteceğimiz ürünler dünyanın her yerinden talep görecek ve sizlerin ürettiği ile dünya insanları gıdalanacak. Bundan güzel ne olabilir ki; Allah yar ve yardımcımız olsun... Hepinize geldiğiniz için ve yardımınız için sonsuz teşekkürlerimi sunarım. Sağolun, var olun.....
Kalabalık ayağa kalkarak bir alkış tufanı kopardı. Osman’ın konuşmasının ardından dışarı sesli yayın başladı. İlk önce Uğur Işılak’ın “Dönen Alçak Olsun” adlı parçası peş peşe üç kere tekrar çalındı. Peşinden Kur’ân yayını başladı.. Misafirler yemek yerken, Kur’ân okunmaya devam ediyordu. Haziran başları idi hava çok sıcaktı. Ekinler başaktaydı. Ekinler yer yer sararmaktaydı. Nisan yağmurları istenilen düzeyde olmamıştı.
Köyün arazisine bakıldığı zaman öbek öbek hayvan sürüleri vardı. Hayvanların otlaklarda otlatılmasına özen gösteriliyordu. Köyün çok büyük bir arazisi vardı. Ekili alanların çok olmasına rağmen, yine de köylüler hayvancılığı gözeterek ekin ekiyorlardı. Hayvanların su başlarına gitmeleri ve orada, dinlendirilmeleri için, su yoluna yakın yerler karşılıklı olarak nadasa bırakılmaktaydı. Çünkü, herkesin bunda faydası vardı. Köyün arazisinde bu tür 10 tane çeşme vardı. Bu çeşmelerin sularının toplandığı, 60-70 cm derinliğinde bir veya birkaç tane havuz olup, hayvanların rahatça su içmeleri sağlanıyordu. Yine bu pınar ve çeşmelerin etrafında söğüt ağaçları vardı. Hayvanlar o sıcak günlerde bu ağaçların gölgesinde dinlenirdi. Bu fabrika işi ortaya çıktı çıkalı, köyde besicilik üç katına çıkmıştı. Genellikle süt hayvanları alınıyor ve bu hayvanlar devlet tarafından görevlendirilmiş olan veterinerler tarafından devamlı kontrol edilmekteydi. Hatta, köyde devlet tarafından bir veterinerin rahatça görev yapacakları bir bina yapılmıştı. İlk kez devlet, insanlarla bu denli içli dışlıydı. Öyle ki köyün, imamını köylüler bulurdu. Son zamanlarda kesintisiz eğitimden dolayı köyün okulu kapanmıştı. Daha önceleri okula devlet sadece bir öğretmen gönderirdi. O da gelmez olunca, köyde liseyi bitirmiş ve hayvancılık yapmakta olan birkaç tane genç sayesinde, köyün çocukları okutuluyordu. Kesintisiz eğitim yüzünden, taşımalı eğitime geçilmişti. Bu fabrika sayesinde köyde yapılaşma başlamıştı. Hem de modern evler yapılmaktaydı. Kerpiç evler yıkılıyor yerine daha güzel evler yapılmaya başlanmıştı. İşte burada köylülerin okul problemi olmaya başlamıştı. Bu nedenle de köylüler MEB’e müracaat etmiş, geniş bir okul yapılması ve öğretmen atanması için müracaat edilmişti.
Otlamaya çıkan ineklerden bir haftadır sağılan sütler, fabrikadan gelen eksperler sayesinde alınıyordu. Alınan her süt, ayrı bir kaba konuyor ve kimden alındığı üzerine yazılıyordu. Bunun yapılmasındaki gaye, sütte çıkacak olumsuz bir durum halinde, diğer sütlerin kurtarılmış olmasını sağlamak ve bu sütün, arızasının nereden geldiğini bularak, bu arızanın giderilmesini sağlamak içindi. Hayvanlara kesinlikle suni yem verilmeyecekti, bu başta gelen bir kural olarak duyurulmuştu. Sütün içinde bu suni yemlerin varlığı tespit edilirse, o kişiden bir daha süt alınmayacaktı.
Firmanın açılışı yapıldı. Açılışı halk arasından seçilen küçük bir çocuğa yaptırdılar. Bu çocuk kapıda bağlı olan kurdeleyi keserken davet edilmiş olan basın, sürekli fotoğraf çekmeye başlamıştı. Kameralar kayıt yapıyorlardı. Fabrika içinde çekilmiş olan görüntülerden oluşan bir CD bütün basına dağıtıldı. Ayrıca bundan almak isteyen vatandaşlara da verildi. Halka fabrika gezdiren görevliler, ziyaret bitince kapıları kapattılar. Dışarı çıkan halk abdest aldı ve çimler üzerine serilmiş olan halıların üzerine oturdular. Muhammed hoca, Cuma namazını Osman’ın isteği üzerine burada kıldıracaktı. Minber ve kürsü de hazırlanmıştı. Fabrikayı ziyaret eden insanlar doğruca namaza duruyorlardı. Fabrika da çalışacak insanlarda namaza durmuştu. Huşu içinde Cuma namazı kılındı. Muhammed vaaz olarak, vatanseverliği, kardeşliği, yardımlaşmayı ve kalkınmayı konu alan güzel bir sohbet verdi. Mükemmel bir açılış olmuştu.
Fabrikada çalışacak olan insanlar, bir iki haftadır, yapacakları iş üzerinde eğitim alıyorlardı. Fabrika üretime hazır durumdaydı. Cuma günü ikindi namazına müteakip fabrikanın makineleri çalışmaya başladı.
Osman, köyünde çok kişiye hayvan besleme için imkanlar veriyordu. Hatta fabrika adına inekler alarak, onlara büyük bir ahır bile yaptırmış beş altı tane insana da burada iş vermişti. Köylerden gelebilecek sütlere güvenerek fabrika ayakta duramazdı. Bunu yaygınlaştırmalıydı. Bu nedenle kendi köyünde çok aileyi, inek beslemeye özendirmişti. Sütlerin yüzde sekseni kendi köyünden temin edilecek duruma gelmişti. İleri bakıldığı zaman bütün bunlar yetersiz olacaktı. Bu nedenle, Tuz havzasının etrafında ne kadar yerleşim yeri varsa, hep hayvancılığa yönelmişti. Bu bizzat devlet tarafından da teşvik edilmişti. Öyle ki ilçe sınırlarını aşıp civar illerde bu fabrikaya süt göndermeye hazırlanıyordu. Bu fikir durmadan büyümekteydi. Şartları herkes biliyordu. Saf ve doğal süt olacaktı. Hayvana kesinlikle suni yem verilmeyecek, özel geliştirici iğneler yapılmayacak, ilaç verilmeyecekti. Süt saf ve doğal olmaz ise alınmayacaktı. Bunun için laboratuar mükemmel bir çalışma içindeydi. Fabrikada ilk aylarda 500 kg süt işlenmeye başladı. Gıda mühendisleri sütleri alırken ince eleyip sık dokuyordu. En küçük ihmal dahi büyük acılara neden olabilirdi. Bu nedenle, çok dikkatli davranıyorlardı. İnsanlara sunulacak ürününün kalitesi Türkiye Standartlar Enstitüsü’nden onaylanmıştı. Bu nedenle her partiden bir örnek, bu kuruma gönderilerek, güven tazeleniyordu. Fabrikada tereyağı, kaşar peynir, yoğurt ve süt birinci öncelikle üretilmekteydi. Bunların yanında değişik ürünlere de yer verildiği oluyordu.
İlk üç ay piyasaya girme mücadelesi verildi. Bu aylar ürünün tanıtılması için çalışılmıştı. Osman, Adem ve Yakup gidişatın yetersiz olduğunu biliyordu. Bu nedenle televizyon ve gazete reklamlarına ağırlık vermeye karar verdiler. Hatta, bazı büyük şölenlere sponsor oldular. Bazen de televizyon yapımlarına sponsorluk yapıyorlardı.
Altı ay sonunda işler rayına oturmuştu. Fabrika kapasitesinin ancak yüzde kırkını kullanıyordu. Bu halde bile, işler mükemmeldi. Fabrikanın en üst kısmında idare binası vardı. Osman, Yakup ve Adem her zaman burada oluyor, işleri çok yakından takip ediyorlardı. Olaylara anında müdahale etmekteydiler. Mühendisler de dahil olmak şartıyla, usta başları ile haftalık toplantı yapılıyor, eksiklikler tespit ediliyor ve en kısa zamanda bu eksiklikler gideriliyordu. Ürettikleri ürüne sonsuz güvenleri gelmişti artık.
Ankara’daki büroya ülkenin her yerinden talep faksları gelmeye başlamıştı. İlk önce bunları, uzak yerlere göndermek için, çok özel bir koli yapılması sağlanmıştı. Bu koli içinde mallar bir hafta dahi dursa, zerre kadar zarar görmüyor ilk üretildiği gün kadar taze duruyordu. Daha sonraları bu süreyi uzatan yeni bir koli yapmak gereği duyuldu ve bu kolideki mallar on beş gün aynı tazeliğini korumaya başlamıştı. Fabrikada genellikle bayan işçiler çalışmaktaydı. Çünkü onlar işlerini daha titiz yapmaktaydı. Erkek işçilerde çalışıyordu ama, üretim bölümünde değil, ambalaj, paketleme ve yükleme bölümündeydi. Toplam çalışan sayısı gün be gün artmaktaydı.
Büroda Adem, Osman ve Yakup rutin olduğu üzere haftalık durum değerlendirmesi yapıyorlardı.. Osman, daha önceden hazırlamış olduğu dosyayı çıkardı.
- Arkadaşlar. Bildiğiniz gibi ürünleri Ankara’daki dağıtım merkezinden yapıyoruz. Ülkenin çok yerinden bayilik teklifleri geliyor. Bizim bunları kabul etmek için belli kriterler sunmamız şart. Ben acizane bu konuda çalışma hazırladım. Bize müracaat eden kişilere, nasıl ki işçilerimizin uyması için kriterler sunmuşsak, bayi ve plasiyerlerimiz için de bazı kriterlerimiz olmalı. Ben şöyle bir çalışma hazırladım, eğer kabul ederseniz. Bunu bize müracaat edenlere verip, kriterleri yerine getirmelerini sağlamalıyız. Bu bayileri kontrol edecek bir veya birkaç ekip kurarak, denetim yapmalıyız. Bu kriterler şöyle sıralanmaktadır.
Birkaç kez kesik kesik öksürdükten sonra okumaya başladı.
- Bizimle çalışmak isteyen kişilerde aranan birinci özellik temizliktir. Hem işyerleri, hem de kendileri temiz olduğu gibi, temizliğe önem veren kişiler olmak zorundadır. Bu temizlik hem bizim şartımız, hem de tabi olduğumuz dinin şartıdır. Bizden önce bayimizin kazanması önemli olduğu ettiği için, bu kurallar onun geleceğini güvenli hale getirecek kurallardır. Ciddiyet üzerine kurulmuş bir sistem asla yarı yolda kalmaz. Bayilerimizi kabul ettikten sonra, fabrikamıza bir iki haftalığına misafir edecek ve ona her gün brifing vermeliyiz ki, kendisini bu ailenin bir parçası olarak görsün. Bu brifingi her sene yaparak, dostluk ve kardeşlik bağlarını da geliştirmeye yardımcı olmalıyız. Bayilerin her türlü sorunu ile ilgilenmeliyiz. Ürünleri depolayacağı yeri, bir ekip gönderip bizim şartlarımıza göre dizayn etmesini sağlamalıyız. Velhasıl bu maddeler halindeki kurallar da, onun çalışma prensiplerini oluşturmaktadır. Bu maddeler halindeki prensipler, her iki tarafın, hatta ve hatta ürettiğimiz ürünleri ulaştırmaya çalıştığımız insanların sağlığı açıcından da çok önemli olmaktadır. Bu maddeleri şöyle sıralamak mümkündür.
* Müşteri ilişkilerinde iyi bir dinleyici olmalı.
* Müşterilerimize dostça yaklaşmayı ilke edinmeli.
* İnsanları yüreklendirmesini çok iyi bilmeli.
* Müşterilerle konuşurken fikirlerini dramatize etmeyi bilmeli.
* Ben kelimesi yerine biz kelimesini kullanmasını bilmeli, bilmeli ki bir aile olduğumuz vurgulasın.
* Eğer hatalıysa hatasını kabul etmeyi bir erdemlik olarak algılamalı ve hemen hatasını kabul etmeli.
* Yeni müşteri veya eski müşteri ayrımı yapmadan onun konuşmasını sağlamalı.
* İş görüşmelerine giden kişiler ilk önce karşı tarafın konuşmasını sağlamalı.
* İş ve fabrika hakkında soru sorulmadan bizi anlatmamalı. Ürünlerimize güvenmeli.
* Konuşmalarına içten ve samimi bir övgü ile başlamalı.
* Görüşmeye gideceği müşteriler hakkında gitmeden önce bilgi edinmeli.
* Bu bilgiler doğrultusunda, kişiye onu öven sözlerle yaklaşmalı.
* Kişilerin yaptığı işi ve geçmişini çok iyi bilmeli ki, soruları ile onu kendisine hayran bıraksın.
* Sorulmadan cevap vermemeli. Sorulduğu zaman da delillerle ürünlerimizi sunmalı.
* Karşısındaki insanın fikir ve arzularına anlayışla yaklaşmasını bilmeli.
* Gülümsemeyi yüzünden eksik etmemeli. Bir gülümseme çok büyük kapıların açılmasına yarar.
* Müşterilerle asla ve asla tartışmalara girmemeli. Kızsa da kızdığını belli etmemeli.
* Her insanın kendine göre haklı olduğunu bilmeli ve bunu öyle kabul etmeli.
* Olaylara ve yaklaşımlara bir de karşısındaki insanın bakış açısından bakmalı.
* Ortada bir hata varsa, bu hatanın kolayca düzelebileceğine inanarak, anlayışla yaklaşmalı.
* Kibir ve öfke bizim işimize zarar verir. Kendine hakim olmalı.
* Daima karşısındaki kişinin önemli biri olduğunu vurgulamalı. Gerçekte bizim için önemlidir de.
* Müşteri satın almayı sever. Kendisine zorla satılmasından hoşlanmaz.
* Bir müşteri bizimle çalışmak istemeyebilir. Bu kişi ile ticaret için değil, dost kalmaya bakılmalı.
* Güneşin bize ulaşmasını istiyorsak gölgede durmamayı bilmeliyiz.
* Karşımızdaki kişinin bizim sunduklarımızı seve seve kabul etmesini sağlamalı.
* Bizi hayvanlardan ayıran tek şey tutkulardır. Bu tutkular insanlığın da doğuş nedenidir.
* Öbür ürünü satma, bizim ürünü sat gibi yaklaşımlardan kaçınmalı.
* Bizim sadece istenilen, aranılan bir kurum olduğumuz davranışlarımızla bile anlatılmalı.
* Zorlaştırıcı, katı prensipli değil, yakınlaştırıcı, kolaylaştırıcı olduğumuz göstermeli.
* İlk intibalarda kazanmak için çaba sarf etmemeli. Dünyalık kazanmak kolay, dost kazanmak zordur.
* Gerçek dost olduğumuzu karşımızdakine göstermeli. Fedakârlık yapmasını bilmeli.
* Tanıştığımız her kişinin üstün bir niteliği vardır. ondan bu konuda bir şeyler öğrenelim. Ve her müşterinin bizden alış-veriş yapmasından ziyade, onun fikirlerini bir rapor halinde bilgi bankasına ulaştırıp o kişi hakkında çok mükemmel bir bilgi depolamamıza yardımcı olmalı.
* Başarılı iş görüşmelerinin hiçbir sırrı yok. Dikkatinizi sizinle konuşan kişiye vermeniz çok önemli. Başka hiçbir şey bu derece olumlu etki oluşturamaz. Hatta onun konuşmalarından notlar alarak, onun fikirlerini öğrenip devamlı ona göre davranmak daha etkili olur. Onun önemsendiğini göstermek, işi başarmak anlamına gelir. Ona kendi işini ve hedeflerini sormak daha da etkilidir. İlk birkaç gün hep onu öğrenmeye çalışmalı. Neden sonra yapmış olduğunuz iş hakkında düşüncelerini öğrenmeli. Önerilerini not alıp değerlendireceğinizi söylemeli. O sizin bir müşteriniz olmaktan çok dostunuz olmalı.
* Her şeyden önce dürüst olup, yalan söylememeli. Yapamayacağı bir şey için söz vermemeli. İnsan kendi çıkarlarını nasıl korumak içgüdüsüne sahipse, karşınızdaki insanı kendi yerine koyup ve onun çıkarları üzerinde yoğunlaşarak, ilk önce onun kazanması gerektiğini ortaya koymalı.
* Karşısındaki insanın ne yapmasını istediği konusunda emin olmalı. Söz verildiği ve işimizle ilgili sorular sorulduğunda, işimizi çok iyi ifade edip, karşınızdaki insana ne gibi kolaylıklar sunacağımızı, liste yapıp ona vermeli. Onun mutlu olmasını sağlamalı. Ürününüze güvendiğiniz müddetçe, korkmanıza gerek yok.
* Hayatının her karesinde anlayışlı olmaya bakmalı. Çünkü bu kimseyi alçaltmaz, size ulviyet verir. Kılık kıyafetiniz sizin karşılanma sebebiniz olup davranışlarınız, uğurlanmanızın ana nedeni olur. Onun için şık giyinip, temiz olmalı. Yalanın adı dahi hayatınızda bulunmamalı. Sattığınız, pazarladığınız ürüne güvenmediğiniz zaman, bunu gerekli mercilerle oturup tartışın ve düzeltilmesine yardımcı olmalı.
- Evet arkadaşlar bu listeyi daha uzun tutmak mümkündür.... dedi Osman
- Osman kardeşim. Bu biraz, ne bileyim bana pek mantıklı gelmedi. Yani, askerliği çağrıştıran kurallar gibi geliyor bana. Bunu insanlara kabul ettirmek, çok mükemmel bir toplum oluşturmak için iyi olur fakat, bunu nasıl kabul etmelerini sağlayacağız.
- Ademciğim.... “A’kilhâ ve tevekkül demiş (Yani; Deveyi bağla ve tevekkül et.)” sevgili Peygamberimiz. Bu nedenledir ki; Hayat bir kural ve kaideler bütünüdür. Bu kaidelerden biride işimizin geleceğini sağlama almak olmalıdır. Hayatta var olmak ve yaşayabilmek için bazı vardır. işte bu kurallardan ayrılmak nasıl ki insanı helaka götürüyorsa, bu kriterlerin olmayışı da geleceğimizi karanlık kılar. Biz ürettik nasıl satarsanız satın gibi yaklaşımlar bize uymaz. Sattıktan sonra, tezgahlarda duran mallarımızı tekrar kontrol ederek, beğenmediğimizi alıp yerine yenisini vererek, halkımıza en sağlıklı bir şekilde hizmet etmek birinci prensibimizdir. Sadece bu dünyayı aptallar düşünür. Bu yaşamın, bu malın, bu aklın, bu fikrin v.s her şeyin birde hesap ve suali var. Ben şahsen bu sorumluluğu kıyamete kadar taşıyamam. Nihayetinde insanlara gıda üretmekteyiz. Gıdamıza güveniyorsak, kriterleri de kabul ettirmek zorundayız. Biz, bizimle çalışacaklardan fazla bir şey istemiyoruz. Kısaca insanlığın örnek bir göstergesi olmaya adayız. Bunu hem ürünlerimizle, hem de davranışlarımızla göstermek zorundayız.
- Bence Osman haklı. Osman kardeşim, bunları bir broşür olarak hazırlayıp, Ankara’ya gönderelim ve bize müracaat edenlere verelim. Ayrıca İnternet sayfamızda ve ilanlarımızda bu kriterleri yayınlayalım. Bizimle çalışmak isteyenler bunları okuyup kabul edince gelecektir. Ayrıca, bizim bu denli prensipli davrandığımızı okuyan insanlarda bize gönül bağı ile bağlanacaktır.
- Haklısın Yakup bey.... Ben bunun üzerinde son bir rötuş yaptıktan sonra İnternet sayfamıza gireyim. Evet benim diyeceklerim bu kadar.
- Peki öyle olsun.... dedi Adem... Bize müsaade başka bir şey yok ise gitmemiz gerekiyor.
- Tamam.. Başka bir şey yok size hayırlı akşamlar. Benim biraz çalışmam gerekiyor.
Adem ve Yakup vedalaşarak ayrıldılar.
Osman, genellikle fabrikada kalıyor bazen evine gidiyordu. Kendisine ait bir özel oda yaptırmıştı. Adem ve Yakup evlerine gidip geliyorlardı. Adem’in evi ilçedeydi.
Sabah olduğu zaman iş yerine servis araçları, ilçe ve köyden fabrikaya çalışanları getiriyordu. On kadar servis bu işle uğraşıyordu. Servislerin parasını fabrika ödüyordu. Bu servislerden bir ikisi, komşu köylerden gelmekteydi. Çalışanlardan bazıları bu köylerde kalıyordu. Ayrıca beş tane araç her gün köylerden süt almaya çıkıyordu. Üretilen ürünler, köylünün ürettiği şekilde yapılıyordu. İçine suni hiçbir katkı yapılmıyordu. Tamamen köy sistemi olup, doğallığı muhafaza ediliyordu. İşte bu nedenle de ürünler kısa zamanda tutulmaya başlanmıştı. Talepler her gün artmaktaydı. Hatta Avrupa’dan birkaç yere ihraç bile edilmeye başlanmıştı.
Ankara bürosu, fabrikadan daha hızlı ve yoğun bir çalışma içindeydi. Onlar hem bayilerle, hem pazarlama ile, hem Avrupa’ya ihraç, hem de fabrikaya insanların isteklerini rapor etmekle uğraşıyorlardı. Bütün bunları da ayrı ayrı ekipler yapmaktaydı. Osman’ın yeğenleri, işe ağırlığını koymaya başlamış, fabrikayı daha hızlı çalışmaya sevk edecek şekilde üretime zorluyordu. Osman yeğenlerinin bu başarılarını gördükçe, hatta insanların verilen işleri çok mükemmel bir şekilde yaptıklarını görünce, tamamen rahatlıyor, onlara güvenini her zaman gösteriyordu. Sorumluluk vererek, insanları çalışmaya azmettiriyordu. Biliyordu ki, sorumluluk alan insan, daha mükemmel çalışmak için kendini zorlayacaktı.
Osman, fabrikada vardiya sistemini getirmişti. Gece vardiyasının işlediği sütün ne kadar olduğunu duvara astığı bir panoya yazdı. Gündüz vardiyasının da işlediği sütü yazdı. Yani gece ile gündüz arasındaki çalışmada fark olduğundan, fazla üretim yapan vardiyaya ikramiye vermeye başladı. Bu öyle bir hal aldı ki, vardiyalar arasında bir bütünleşme oldu. Her vardiya işi daha sıkı takip ediyor, daha seri üretim yapmaya çalışıyordu. Çalışan insanlar arasında da işi aksatma olmuyordu. Oto kontrol sistemi oluşmuştu. Herkes birbirini uyararak, yardımcı olup işi bitirmeye çalışıyordu.
İşçiler arasındaki her türlü sorunla ilgilenen Osman, işçileri motive etmesini çok iyi biliyordu. Osman’ın sevmediği şeyleri işçiler bilmekteydi. Yalan söylenmeyecek, arkadaş gammazlanmayacak, hırsızlık yapılmayacak, temizliğe özen gösterecek, işi aksatmayacak, maddi ve manevi sıkıntısı olan hemen bildirecek, bu gibi ve buna benzer pek çok kurallar vardı. Bütün bu kurallar, fabrikanın çalışma düzenini teşkil etmişti. Bu kurallara bakıldığı zaman, insana çok değer verildiği ve çalışan kişileri rahat ettirmek için olduğu görülmekteydi.

5
Senesi dolduğunda yıllık durum değerlendirilmesi yapıldı. Osman önündeki dosyanın sayfalarını açarak;
- Arkadaşlar. İyi yoldayız. Hem de çok iyi. Köyümüzdeki ailelere mükemmel bir gelir sağlanmış durumda. Çoğu ekin yerine tarlasına yonca ekmeye, yulaf ekmeye başladı. Böylelikle hayvanlarını, dağ taş dolaştırarak değil, tarlasından çıkan bu yoncalar sayesinde besliyor. İşte bu nedenle de ürünlerimizde kalite süper gidiyor. Bu yoncalar arasına son teşvikimizle yaban otlarının tohumlarının da karışması ile, hayvanlardan elde edilen sütlerde kekik kokuları gibi yabani otların kokusu da hakim olmuş ve ürün daha da mükemmelleşmiştir. Besicilik yapmak istemeyen insanlarda tarlalarına, yonca ekerek kazanç sağlamaya başlamıştır. Bu benim çocukluğumdan beri özlediğim bir durumdu. Hep tarlaya arpa, buğday ekerek toprakları yozlaştırmıştık. Şimdi ise yeni ürünler sayesinde toprak da gülmeye başladı. Bu işin topluma yansıyan yönüdür. Çok kişi elde ettiği gelir ile gülmeye başladı. Her şey değerinden alınmaktadır. Bizim özen gösterdiğimiz tek şey suni gübre ile beslenen hayvanlarının sütünü almamak. Çünkü bu tür ürünlerde zorluk çekiyoruz. Doğal tadı bulamıyoruz o zaman. Halkımızdan Allah razı olsun bizim istediğimiz gibi bize ürün sağladıkları için. Bir yıl sonundaki ekonomik duruma bakıldığı zaman, ileriki yıllara aydınlık içinde gireceğimizin sinyalini görüyorum. Çalışanlarımızın gösterdiği özene de ayrıca teşekkürü bir borç biliyorum. Allah onlardan razı olsun, ben razıyım. Biz hiç kimseyi kendimize rakip görmüyoruz. Bizim tek rakibimiz vardır o da kedimiz. Biz her zaman kendimizle rakip olmak zorundayız. Dün ürettiğimizin kalitesi nasıl ki en yüksek ise; bugün ve yarın üreteceğimiz ürünün de kalitesi ondan aşağı kalmayacak ve ondan daha üstün olacaktır. Dikkat ediniz, her gün hedefimiz daha da büyümektedir. Bu hedeflere ulaşmak için, herkesin özveride bulunması gerekiyor. Belki önümüzdeki yıl sonuna doğru, başka yatırımlara girişeceğiz. Yerimizde saymak gafletine düşmemiz lazım.
- Osman kardeşim, önümüzdeki yıl ne gibi bir yatırımlarımız olabilir...? dedi Yakup.
- Yakupçuğum.... Yapılacak çok şey var. İlk önce, bu işi mükemmel götürmek zorundayız. Bu iş yerinde, üç kişinin olması zarardır. Her birimiz, ayrı ayrı dallarda uğraşırsak daha çok ilerleriz. Mesela; benim aklımdan çıkmayan ve gün be gün de, beni meşgul eden bir yatırım var. Et ürünlerine girmeyi öneririm. Bu piyasada biliyorum çok firma var. Ama biz, en mükemmelini ve en doğal olanı sunma gayreti içinde olduğumuz için, çok çabuk tercih edileceğiz. Bu firmada görevli pırlanta gibi gıda mühendislerimiz var. Onlarla çoğu zaman istişare ettim ve bu konuda yardımlarının olacağına inanıyorum. Sadece süt ürünleri ile kalmamız, ilerlemiş olduğumuzu göstermez.
- Osman kardeşim, sen bu hızla gidersen, iki sene sonra da otomobil üretimine atılırsın.
- Sen bunu alaycı söyler gibisin. Ama madem böyle düşünüyorsun. İki sene sonrada o konuda araştırma yapalım. Ve bu dünyaya son teknolojiyi kullanarak, otomobil üretelim. Her şeyi ile bize mahsus olsun.
- Tamam, tamam sen yapalım dedikten sonra yaparsın biliyorum. Ben alaycılık anlamında söylemdim. Sadece dur deme zamanında durmasını bilelim.
- Sence bize dur deme zamanı olmalı mı? Hayır... Bize asla durmak yok. Öyle bir sistem oluşturmalıyız ki, bizden sonra gelen kuşak o sistemi, daha da ilerilere götürsün. Dünya bizim markamız sayesinde İslâm’ı, Türkleri daha yakından tanısın. Global düşünmek zorundayız. Sadece üç beş ilçeye veya üç beş ile üretim yaparak veya ülke geneline üretim yaparak, kazanacağımızı sanmak gafletine düşmeyelim. Dünya bizim marklarımızla yatıp kalksın. Bize imrensin. Bizi alkışlamak zorunda kalsın. Çünkü biz alkışlandıkça, İslâm âlemi ve Türkler alkışlanmış olacak. Her şeyi geniş bir perspektiften ele almakta hep yarar vardır. Çünkü biz; 300 kişilik bir aileden dünya devi çıkarmasını bildik. Altıyüz sene dünyada adalet dağıtan o büyük imparatorluğun temeli, küçük bir aşiretten doğmuştu. Biz onların torunlarıyız. Dedelerimizin dünyaya nam salmasını sadece tarih kitaplarında okumakla yetindik. Biz onların torunlarıysak eğer ki, öyleyiz. Ve öyle olduğumuz biliyoruz. O halde bizim kabuğumuz bize dar gelmek zorunda. Günümüzde topraklar fethedilerek büyümüyor. Artık her şey ticaret, sanat ve ilimle elde ediliyor. Bir gün ilme yön verecek, kurumlar kurma sevdamız olmalı. Dünya çapında âlim yetiştirmek belki bize nasip olacak. Bundan büyük gurur mu olur? Osmanlı’nın yetiştirdiği sanatçı, alim, zanaatkar ve komutanların namı hala her yerde yaşamaktadır. Ve o değerli şahıslar sayesinde de Osmanlı anılmaktadır. Bunca zaman ülke idaresine gelen şahsiyetler topluma yön vermek yerine, toplumu birbirine düşman etmişler ve dünya çapında ne bir üretenimiz olmuş, ne bir alimimiz. Ne de bir sanatçımız. Artık kabuk tutmak istemiyoruz. Bunu gelen neslin gözünde görüyorum. Onlara siyasiler iyi bir ortam sağlamıyorsa, bizler sağlamak zorundayız. Elimizden geldiği kadar daha çok öğrenci okutmaya çalışmalıyız. Bize müracaat eden öğrencilerde ayrımcılık yapmadan destek verelim. Kürdü, Türk’ü, Laz’ı, Alevi’si, Sünni’si, velhasıl kim olursa olsun. İlk önce o şahsa insan olduğu için yardım elimizi uzatacağız ve onun ilimle iştigaline yardımcı olacağız. Belki yüreğindeki sese kulak verip gelecek ve burası için bir tuğlada o koyacaktır. İşte bu nedenle burası bizim değil, ümmetindir. Kim bilir belki bizim bu işte başarılı olmamız, bir veya birkaç kişiyi tetikler ve onlar bizden daha mükemmel bir ekip kurarak, dünyayı ele geçirir. Ben yapılan her işin, daha mükemmel bir arayışa sürükleyici, insanlar ordusunu oluşturacağına inanıyorum. Şu an ki işimiz, bize böyle planlar kurmayı vaat ediyor. Gördüğünüz veya duyduğunuz o büyük görünen firmaların kuruluş mantığı bu şekilde olmuştur. Ve bu şekilde ekipler kurmayı gerektirmiştir. Daha iyiye gitmek içinde hep arayış içinde olmuşlardır. Benim söylediklerim size yalan gelebilir. Ama, her şeyin ilacı zamanda saklı. Benim söylediklerimin sadece laf-ı güzaf olmadığını, Allah ömür verir ve bizdeki bu aşkı, daha da kuvvetlendirirse neden olmasın? Dünyada hep ezilenlere baktım. Ezilenlerin yüzde doksanı Müslüman. Çünkü, dünya çapında bir markası yok. Dünya çapında bir lideri yok. Yumruğunu vurduğu zaman, devletlerin ve sistemlerin sarsılmasını sağlayacak insanımız yok. Bu söylediklerim belki var. Ama ruhumuzda bastırılmış şekilde var. Yeter artık, bastırılmış duyguların esiri olmayalım. Benim düşüncelerim yanlış mı Adem.
- Valla sen konuşurken, ben dünyayı dolaşıyordum. Her yerde, ürettiğimiz ürünlerden bahsediliyor ve onu elde etmek için çaba sarf ediliyor olarak gördüm. Hatta, hayvancılığın mükemmel bir boyutta olduğu Alp Dağları eteklerine kurulmuş firmalar bile bizden, yardım isterken gördüm kendimi. Beni bu tür bir hülyaya salan fikirlerin için sana sonsuz teşekkür ederim. İşte benim de aradığım budur. Dünya markası olmak. Dünya markası olmanın tek çaresi, kaliteli ve vazgeçilmez ürün imal etmektir. Veya vazgeçilmez kişiyi sahneye sürmektir. Osman kardeşimin söylediklerinin her kelimesine hatta, noktası ve virgülüne kadar katılıyor, onu destekliyorum. Üzerime düşen ne gibi görev varsa yapmaya hazırım.
- Beni bu isteklerinizin dışında görür gibi olmayın. Sizin istediğinizin iki katını bende isterim. Benim de dünya markası olmamızdan haz duyacağımı biliniz. Ben sadece, temkinli hareket edelim. Dost kazanmak zordur, düşman kazanmak ise kolaydır. Bunu anlatmak istedim.... dedi Yakup
- Bak burada üçümüz varız. Bundan bir sene önce sadece düşünmüştük. Şimdi ise yaptık. Bugün düşündüğümüzü samimiyetle takip edersek, yarın da onu yaparız. Biz kendimize her zaman hedef koymak zorundayız. Aksi taktirde ilerlemeyiz, tembellik içimize hakim olur. Sonra da bedenimize hakim olur. Gafil kuşun avcısı çok olur. Biz gafil olmamak zorundayız. Dünyada olup bitene karşı duyarlı ve yaptırımcı olmanın tek bir yolu vardır. O da; dünya markası olmak. Bundan başka yol yok. Bir sözümüz vardır; “bir insanın atası ne ise, ötesi de odur.” Şükür, bizim atamız da belli, ötemiz de belli olmak zorundadır. Afrika’nın meşhur bir ata sözü vardır. Afrikalılar der ki; “Aslanlar kendi tarihlerini yazana kadar bütün öyküler, avcıları övmeye devam edecektir.” Şu an dünyada av konumunda olan sadece Müslümanlar. Gaddar ve zalim insanlar avcı olmuş, Müslümanları katletmekte. Afrikalının dediği gibi, biz tarihimizi yazana kadar bütün öyküler, avcıları övecek. Öyleyse tarih yazma zamanımız geldi. Zalim avcıları hiçbir öykü övemeyecek artık. Bundan gayri, bizim icraatlarımız övülecek. Beni hayalci görmeyin. Ben gerçeklere bu şekilde ulaşılacağına inanıyorum. Bugün dünya çapındaki bir batılı firma, o hale hemen mi geldi? Kendisine bir hedef belirledi ve bu hedefe adım adım geldi. Benim söyleyeceklerim bu kadar. Söylemek ve yapmak istediğiniz bir şey varsa ben hazırım.
- Yok, Osmancığım ağzına sağlık. O halde bize düşen görevi biz hemen uygulamaya geçelim. Bugünden başlayarak, et ve et ürünleri ile ilgili çalışmalar yapıp bir dosya hazırlayalım. Ne dersin?
- İşte ben bunu bekliyorum. Sağol Yakup Efendi. Allah senden razı olsun.
- Allah hepimizden razı olsun.... Abovvv...
- Ne oldu?
- Yatsı namazına az kaldı. İstersen köye gidelim. Namazımızı kılar sohbet ederiz.
- Ben ilçeye gideceğim. Giderken sizi köye bırakırım... dedi Adem...
- Tamam o halde... hadi çıkalım...
Adem’in otomobiline bindiler. Adem ilçede kalıyordu. Osman ve Yakup ise köyde. Köy ile fabrika arası 300 metre kadardı. Köyün arkasında büyük bir dağ vardı. Bu dağın etrafında, 18 tane köy bulunuyordu. Bu köylerin son bir senedir hayvancılığa olan ilgisi bu fabrika sayesinde artmıştı. Köylerin kiminde koyun sürüleri daha ağırlıkta olup kiminde ise, büyük baş mallar çoğunluktaydı. Bu büyük dağ, otlatılmaya çıkan hayvanlarla doluydu. Ayrıca dağın etrafındaki 18 köyün, ekilen arazileri de çoktu. Ortalama her köye 10 bin dönüm tarla düşüyordu. Yine bu fabrika sayesinde son zamanlarda tarlalara, yonca, yulaf, soya gibi ürünler ekiliyor, bunları hayvan yemi olarak kullanıyorlardı. Bu millet, birlik ve beraberlik içinde her engeli çok çabuk aşabilecek yapıdadır. Son bir sene içinde bu 18 köy ve ilçede, gözle görülür bir faaliyet vardı. Kimi sığır çobanı oluyor, kimi koyun çobanı. Kimi bir tarla sahibine işçi, yine bazıları da fabrikaya işçi olarak girip çalışıyordu. Ayrıca servis şoförlüğü yaparak iş hayatına atılanlarda çoğunluktaydı. Kısaca bu fabrika sayesinde hummalı bir çalışma gözlenmekteydi. Hatta bu köylerden bir kaçında büyük büyük inşaatlar yapılıyordu. Onlarında birer imalathane oldukları söyleniyordu. İşte bu kıvılcım önemli idi. Büyük yangınlarda küçük kıvılcımlarla başlardı. Bu yangın durmazdı artık. Birbirini tamamlayan yan kuruluşlar, kurulup giderdi. Buda ülke ekonomisine, en önemlisi bölge insanına büyük bir kazançtı. Çünkü; işsizliğin hüküm sürdüğü, yokluğun olduğu yerde kıtlık olur, yağmacılık olur, hırsızlık olur kısaca; suç olur. Bu ülkede yıllarca iktidara gelenler, bunları hesaba koymadılar. Koymadıkları için Avrupa devletleri, ilerlerken biz yerimizde saydık. Hatta her zaman geri gittik. Avrupa’nın ürettiklerini getirmeyi marifet saydık. Bunun başlıca sorumluluğu ve vebali o idarecilere aittir. Onlar ki; koltuk kavgası yüzünden birbirlerine düşüp, ülkeyi aşağı doğru sürüklemiştir. Hal böyle olunca, Avrupa ve bazı düşmanlarımızın ajanları ülkede cirit atarak, insanları yanlış yönlendirdi ve birbirine kırdırdı. Bu ülkede buna çanak tutan kurumlarda çoktu. Cumhuriyet kurulduğundan bu yana, her iki seneye yeni bir idareci seçilmiş, hükümet kurulmuş. Sonuç ne olmuş, halk çekmiş çilesini. Ne bir tarım politikası olmuş, ne bir hayvancılık politikamız olmuş. Bizim ektiklerimizi devlet alıp depolamış ve dışarı bağlandığı için, kendi ürettiğini değil, bir başka ülkenin ürettiğini almış. Depoya doldurduğunu da bir zaman sonra denize dökmüş. İşte benim başıma böyle idareciler gelmiş. Böyle siyasetçiler gelmiştir. Halk cahil bırakıldığı için, başına gelenlerden ders çıkaramamış. Kendi yaşam derdine düşmüş. Oysa, her şeyin sahibinin Allah olduğu bilinci kalplere girmiş olsaydı, bunca zaman boşa geçmemiş ve bizler yine dünyaya yön veren bir nesil olabilirdik. Ama başımıza hep ruhsuz insanlardan idareci gelmiş. Bir iki kere bu perde yırtılmış ama, bu perde, daha kalını ile tekrar karşımıza çıkmış.
Osman’ın beyninde bu düşünceler kalıplaşmış gibiydi. Ve bu makus talihi ancak ve ancak, halkın kendisinin değiştireceği anlaşılmıştı. İşte şu dağın köylerindeki kıpırdanma, yanan bir meşalenin etrafında toplanmakla kendini belli etmeye başlamıştı. Meşgul insan, işi ve aşıyla uğraşır. Bu uğraşını ibadetle süsleme yoluna gider. Ve kurduğu sisteme zarar verecek idarecileri uyarır, onları yönlendirir. Meşguliyetsiz insanlar ise, vaatlere kanıp, bir köşede kıvrılıp beklerler. Ülkesinde olup bitenlere kayıtsız kalır. Çünkü kendisini yetersiz görür. Bu psikolojik bir etkidir. İşte benim ülkemin düşmanları da, halkımızı böyle vaatlerle kandıracak siyasilerle arenada cirit attılar. Bu kuklalar sadece bizim değil, dünya Müslümanlarının başlarında hep var. İşte bu nedenle dünyada yanan sadece ve sadece İslâm milleti. Kukla olmayı kabul etmiş idareciler, acizliklerinden bir başka devletin şemsiyesi altına sığınırsa; ülke, domuzun, çakalın eline geçer.
Osman ve Yakup köyün altında araçtan indi. Adem, eve kadar götürmeyi teklif ettiğinde kabul etmediler. Adem, onlardan ayrılıp ilçenin yolunu tutmuştu. Osman ve Yakup, caminin avlusundaki çeşmede abdest aldı. Ezan okumayı yine Osman üstlendi. Osman’ın yanık sesi, köyün üzerinde yankılanırken, dağın yamaçlarına çarpıp tekrar geliyordu. Mükemmel bir eko sistem oluşuyor, insanların ruhunu okşuyordu. O gün camide imam yoktu. Onun bir yakını vefat etmiş olduğundan, memleketine gitmişti. Namazı, Osman kıldırdı. İmam gelene kadarda imamlık görevini üstlendi. Köyde, sima olarak yabancı insanlar görünmeye başlamıştı. Bazıları önene gelene soru sorup, bu fabrikanın yarar ve zararları olup olmadığını, hayatlarında ne gibi bir değişiklik olduğunu soruyor, kimi de, kaç paraya kurulduğunu sorup duruyordu.
Osman, imamlık görevini üstlenince fabrikaya fazla gitmeme kararı aldı. O akşam yatsı namazından sonra camide tek başına kalıp biraz okudu. Sonra da kalkıp eve geldi. Avluya girdiğinde Kadir’i ahırda gördü. Ahıra yaklaşan Osman, sırtını kapının kenarına dayayarak, Kadir’i bir zaman seyretti. Kadir onun geldiğini görmemişti. Kadir, hayvanları severek tımar ediyordu.
- Dur canım, dur kızım, sırtını kaşımama izin ver, yoksa parazitler seni rahatsız eder, hasta eder.
Osman onu tebessüm içinde biraz seyretti. Sonra gülümseyerek.
- Selamün aleyküm, kolay gelsin Kadirciğim.
- Aaaa.. Siz miydiniz. Görmedim efendim. Aleyküm selam..
- Kadir, son zamanlarda gençlerden camiye geleni az buldum. Eskiden pek çok genç gelirdi. Hayrola, bu insanlar camiye niye soğuk davranıyor.
- Osman Abi... Bilmiyorum, fakat bildiğim bir şey var, insanlar uğraş içinde olunca namaz kılmayı aksatıyor, cemaatle namaz kılmaya zaman bulamıyor. Herhalde bu yüzdendir.
- O zaman buna biz sebep oluyoruz demektir. Biz fabrika kurmasaydık, bu insanlar ibadete cemaat ile devam mı edecekti demek istiyorlar?
- Valla Osman Abi, orasını bilmem. Benim gözlemlediğim o.
- Buna bir çare bulmamız gerekir. Dünya malı, insan hayatında bu kadar önemli yer tutmamalı. Kanaatkâr olmak zorundayız. Bu dünya tamahından kaynaklanıyor. Kanaatkâr olmayanın malı kendisini zengin etmez. Ancak ve ancak, o kişinin helak olması için zemin hazırlar. Yoksa Hz. Ebubekir bütün servetini terk eder miydi? Beni seven dostlarımın buna dikkat etmelerini önemle istirham ediyorum. İnsanlığın iyi yolda olması hepimizin çıkarınadır. Şu köye bir fabrika değil de bir batakhane kurulsaydı, köyün çehresi daha mı iyi olurdu.? Daha iyi bir adla mı anılırdı? Biz başımıza gelecek belaları kendi elimizle davet ederiz. Bela bizi bulmaz. Bizim hayat düsturlarımıza göre bizi, bela veya sevinç arar bulur. Belayı üzerimize çekmemek için Hakk’ın adaletine sığınmamız gerekir. Hayatın gayesi, Hakk’a kul olmak olmalı. Hep kazanmak olursa, çok şey kaybederiz. Samimi bir kalp, teslim olmuş bir akıl ve muhabbet esaslı bir inanç, işte bize düşen budur. İslâm; zorlaştıran, mesele üreten, problemleri çoğaltan ve çözümleri zor kılan bir din değildir. Öyle görenin gözünde bir çarpıklık değil, beyninde uyuşukluk vardır. Bilâkis İslâm; insanın kötü niyetlerle veya cehaletle oluşturduğu meseleleri, bizzat ona fayda verecek şekliyle çözen, hayatı kolaylaştıran, muhabbeti artıran, fert ve cemiyet düzenini muhafaza eden ilâhi bir kanundur. Ne mutlu bize ki; bu dinin mensuplarıyız. Allah’ın sevgili kulları sıfatındayız. İsmimiz ezanla konulur, sala ile alınır. Nankörlük, zayıf insanların işidir. Nankör olmayalım. Allah’ın bize lütfettiği nimetleri, elbet sahipleneceğiz ve onunla meşgul olacağız. Fakat, o meşguliyet bizi Hakk’tan koparmaması lâzımdır.
- Ne söyleseniz haklısınız efendim... Osman Abi, siz odanıza çıkın ben size yemek hazırlatayım.
- Sağol Kadirciğim, zahmet etmeyin. Ben bir şeyler atıştırırım.
- Öyle şey olur mu efendim. Sıcak yemek yemeniz gerekir. Havalar soğudu, ilk kar yere düşmüş. Bu soğuklar onun soğuğu herhalde.
- Doğrudur... Peki sen işini bitirince birkaç lokmalık bir şey getirirsen, Allah senden razı olsun. Yusuf ne yapıyor? Onu göremiyorum.
- Köyün dışına büyük bir ağıl yapmakla meşguller. Murat ile ikisi harıl harıl çalışıyor. Şu sisli dere var ya, işte oraya ağıllar yapılıyor. Beş altı tane oldu. Elektrik ve suyu da var. O nedenle koyun sahipleri davarlarını köyün içinden oraya taşımaya başladı. Büyük baş mal sahipleri içinde oralarda yerler arıyor muhtar. Muhtarımız çok iyi çalışıyor. Besicilik yapmak isteyen ama parası pulu olmayana, kefil oluyor 20-30 koyun alıp veriyor. Onu zamana yayıp, ödemesini kolaylaştırıyor.
- Koyunları kendi koyunlarından mı veriyor?
- Hayır efendim. Şundan bir, bundan iki, topluyor ve adama veriyor. Sonrada bir kağıda yazıyor, buna bu sene, buna bu sene ödeyeceksin diyor ve adamın eline bir iş vermiş oluyor.
- Ey büyük Allah’ım. Sen Sana sığınanı boş çevirmezsin. Rabbim, kulların arasında bu tür dayanışmayı kolaylaştır. İnsanlar dünyalık için birbirinin kalbini kırmasın. Gönüllere iman nuru yerleştir Rabbim... Neyse ben dinlenmeye gidiyorum. Sana kolay gelsin.
- Sağol Osman Abi.... Yemeğini on dakikaya kadar getiririm.
Osman, oradan uzaklaşıp merdivenlere geldiğinde, kuyruk sallayarak, coni geldi. Bu köpeğin ismini Kadir koymuştu. Tıpkı menfaatçiler gibi, aç olduğunda, üşüdüğünde, hastalandığında, kısaca bir ihtiyacı olduğunda insana kuyruk sallayarak gelir ve ayaklarının dibine yatardı. Karnı doyduktan sonra da, hiçbir şeyi umursamaz, öylece yatardı.
- Ne o bir derdin mi var?... dedi Osman, köpeğin sırtını sıvazlarken, köpek hırıltılar içinde, Osman’a sürtünüp duruyordu.... Osman’ın eline sıcaklık değince, anladı.... Nerede kavga ettin yine? Bak bacağın kanlar içinde kalmış. Az çok neyse şurada yesen de başına bu tür bela gelmese olmaz mı? Ah bu boğaz, ne kadar pis. İnsanı ve hayvanı, her türlü çukura sürükleyebilir. Sabırsız hayvan seni... Dur, dur... Tamam, yaranı saracağım.
Evine çıkan Osman, kapıyı açtı. Koridordaki dolapta ecza çantasını alıp, dışarının lambasını yaktı ve kapıyı açtığında köpeği, balkonda buldu.
- Can ha... Ne kadar da tatlı değil mi?... Ne biliyorsun yarana ilaç süreceğimi?.... Ey büyük Allah’ım sen hiçbir canlına dert verip de derman aratma.... Dur, dur... Tamam oldu...
Osman hayvanın ayağına ilk önce oksijen döktü. Daha sonra da tentürdiyot döktü. Sonra da oraya yara kapatılmasını kolaylaştıran bir merhem sürdü. Bu merhemin üzerine, gazlı bez koydu ve sargı bezini sararken kadir elinde sini ile balkona çıktı. Osman’ı öyle görünce.
- Hayrola efendim?
- Coni’nin ayağı yaralanmış.. Onu tedavi etmeye çalıştım.
- O tür yardımların nereden geleceğini bilir.... Hele tevekkeli değil, bir saat önce acı acı bağırıp duruyordu. Hayvanları tımar ettikten sonra, ona bakacaktım. Tahminen Orhan’ın davar köpeğiyle boğuşmuştur. Bu kısacık boyuyla, gidip kendinden büyüklere kafa tutuyor... Osman Abi, yemeğini ben içeri hazırlıyorum....
- Tamam, ben de elimi yıkayıp geliyorum.... Allah’ım sen ne büyüksün! Şu yaratmış olduğun canlılar içinde en asalak yaşayan şu hayvan. Hiç emek vermeden yaşamını sürdürmekte. Tek yaptığı kuyruk sallamak. Bu hayvana kuyruk sallayarak, hayatta kalma içgüdüsünü sen verdin, o kuyruk sallandıkça benim gibi kullarına da merhamet verdin. Allah’ım, kuyruk sallayanlardan etme bizi.... Osman avludaki çeşmeye gidip elini yüzünü sabunla yıkadıktan sonra içeri girdi. Yemeğini masanın üzerine bırakan Kadir gitmişti. Osman yemeğini yedikten sonra, Kur’ân okumaya başladı.
Gece saat on civarı olmuştu. Osman o saate kadar Kur’ân okumuş ve hava almak için dışarı çıkmıştı. Dışarıda Yusuf ve Murat’ın geldiğini gördü. Osman, merdivenlerden inmekte iken Murat ve Yusuf koşup Osman’ın elini öptüler. Ona saygılarını sundular. Osman, durum hakkında bilgi aldı. Oraya yapılan ağılların ne halde olduğunu, hepsinin birada arada olmasının çok faydası olduğunu, çünkü; dış tehlike ve iç tehlikelere karşı korumanın daha kolay olduğunu anlattı. Bütün hayvanların aynı anda ilaçlanmasını sağlamalarını öğüt verdi. Madem bütün sürüler orada olacak, çağırdığınız veterinerin aşı takibi de kolay olacaktı. Ayak üstü epey nasihat etti.
- Sizi fazla ayakta tutmayayım. Malum yorgun haliniz duruşunuzdan belli. Hadi size hayırlı akşamlar. Dünya işine fazla dalıp ahiretinizi tehlikeye sokmayın çocuklar!!!
- Tamam efendim... dediler ve karanlıkta gözden kayboldular.
Havalar soğumuştu. Aralık ayının, soğuk yüzü kendini hissettiriyordu. Osman, sırtına aldığı paltosunun yakasını ilikleyerek, bahçeye geçti. Oralarda biraz dolaştı. Sonra eve dönüp kapıyı kapattı. Sobası kurulu idi. Ağır yanan sobaya iki üç tane odun attı. Sonra kapıyı kapatarak, yatağa uzandı. Kasetçalarda Uğur Işılak’ın “Dönen Alçak Olsun” adlı parçası çalıyordu... Osman, parçayı bir müddet dinledikten sonra.... “Haklısın Uğurcuğum, bu davadan, bu yoldan, bu sevdadan, bu aşktan dönen alçak olsun, alçaklık da az; en aşağı derecede zelil olsun...” dedi ve bakışlarını tavanda gezdirmeye başladı. Çalan her parçaya mırıldanarak eşlik ediyordu. Neden sonra, lamba açık, kasetçalar açık uyumuştu. Her ikisini de sabah uyandığında fark edip kapatmıştı.
- (Vücudu tutulmuş gibiydi, sağa sola sert birkaç harekete ettikten sonra) Ben niye burada, soğuklarda çile çekerim ki? Bari kışın gidip ilçede kalayım. Yazın zaten çocuklar buraya geliyor... Evet evet, benim dondurucu soğuklar başlamadan ilçede kalmam gerekiyor. Nasıl olsa Adem, her gün gidip geliyor. Onunla ben de gidip gelirim... Burada Meryem kadına, Kadir’e niye yük olayım ki?... diye mırıldandı...
Kalkıp avluda biraz dolandı. Kadir yine ahırda hayvanlarla ilgileniyordu. Osman’ı görünce koşup yanına geldi. Elleri kirli olduğu için, kendinden uzak tutmaya çalışıyordu.
- Osman Abi... (Ağabey yerine kısa olarak böyle söylerlerdi.) Sofra hazır. Elimi yıkayıp geleyim de yemeğimizi yiyelim.
- Kadir sağ olasın. Canım bir şey istemiyor. Bu gün içimdeki hisi dinleyip, şöyle tarlalarda, çeşmelerde, dağda, bayırda dolaşmak istiyorum. Ne bileyim hayat bana çok soğuk geliyor. Çocukların hasreti olsa gerek... Sen de diyebilirsin ki; akşam iş çıkışı bir çok araç ilçeye gidiyor, bin birine evine git. Tekrar sabah aynı araçlar işe gelmek zorunda. Veya al altına bir araba, onunla git gel diyebilirsin...
- Haşa, haddime mi düşmüş... Aksine seni burada görmek bize huzur veriyor efendim.
- Bu senin açından doğal olabilir. Ama kazın ayağı öyle değil. İnsanlığa hizmet için kafamda projem çok. Yok değilse, emekli hayatı yaşamak isterim. Ama maalesef olmuyor.... İsterim ki, daktilonun başına geçip, pek çok kitap yazmak, isterim ki; yine daktilonun başına geçip pek çok şiir yazmak ve yine isterim ki; elime fırçamı alıp karşıma da tuvalimi alarak, manzara resimleri yapmak... Diyeceksin ki, bunları yapmana engel olan ne? Maalesef var. Ben insanların aç açık olduğunu düşününce, elimdeki fırsatlarla onlara iş imkanı kurma imkanını sonuna kadar kullanmak istiyorum. Sonra da bu kurduğum işleri, bu işi yürütecek ekiplere bırakarak, bir başka dallara geçmek istiyorum. Evet hayat felsefem bunu gerektiriyor.
- İnşallah düşündüklerinizi hayata geçirmeyi Cenab-ı Allah nasip eder efendim.... Ben yine de ısrar ediyor ve kahvaltı yapmanızı istiyorum.
- Sağol be koçum. Sağol. Dediğim gibi şöyle biraz dolaşmaya çıkacağım. Şu cep telefonu sende kalsın. Bana biraz azık hazırlat, bu gün akşama kadar arazide dolaşmak istiyorum. Çok önemli bir şey olursa nerede olduğumu söylersin. Önemsiz bir şey ise, benim nereye gittiğimi söyleme, sadece biraz işi varmış, onu halletmeye gitti dersin.
- Peki efendim... ben şimdi size biraz azık hazırlatırım...
- Azık dediğin bir iki yufka olsun yeter... Ben arazide içine koyacak ot bulurum.
- Havalar soğuduğu için, istediğiniz şeyleri biraz zor bulabilirisiniz.
- Vardır sen bilmez misin?...
- Peki efendim... dedi ve koşarak evin merdivenlerinden çıkmaya başladı. Merdivenleri çıkarken de yüksek sesle bağırıyordu.... Meryem, Meryem... diye... Meryem onu kapıda karşıladı. Fısıltılı bir şekilde bir şeyler konuştu. Sonra elini yıkamak için çeşmeye doğru yürüdü. Sabun almayı unutmuştu. Tekrar dönüp sabunu aldı ve çeşmeye gitti. Elini yüzünü yıkadı. Üstünü başını temizledi. Bir avuç suyu ağzına alarak, ağzında gargara yaptı. Sonra suyu yere tükürdü. Bu sırada Osman çeşmenin yanında belirdi.
- Osman bu çeşmeyi yaparken sen burada mıydın?
- Hayır efendim. Haaa. Yanlış hatırlamıyorsam, ben geldiğimde çeşme işi bitmiş siz şu havuzu yapıyordunuz.
- Evet... Doğru.. Bu çeşmenin başı ilk önce normal bir kuyu idi. Ve yine kuyu görevini yapmaktadır. Fakat ben bunun sürekli olarak kapıda akması için, kuyunun sekiz metresinden sonrasını kanal açarak boru döşedim ve suyu buraya getirdim. Senin o bahçede gördüğün kuyunun fazla suyu buradan akmaktadır.
- Tevekkeli değil. Kuyudan su çektiğim zaman, çeşmenin suyu kesiliyordu. Hep sormak istedim ama, üstüne düşmedim. Kendimce diyordum ki, kuyudan suyu çekince, çeşmenin kesilmesinin tek nedeni olabilir. Aynı su kanalından su geliyorsa, kuyunun derinliğinden dolayı, çeşmenin suyu kesiliyor. Kuyu dolmayınca çeşme akmıyor diyordum... Demek ki, öyle değilmiş.
- Evet, tahminin doğru. Senin aklına gelmeyen kuyunun yarısından sonra çeşme olarak akmasıdır.
- Haklısınız efendim.... Meryem de geliyor azığı hazırlamış efendim... İsterseniz sizi araziye kadar bırakıp geleyim. Yorulmayasınız.
- Zaten ben bedenen yorulmak için gezmeye çıkacağım. Özledim toprakta dolaşmayı.
Meryem elindeki azığı Kadir’e uzattı. Azık çantasının içinde bir pet şişe su vardı. Osman azık torbasını eline aldı. Diğer eline de bir sopa alıp, Kadir’le vedalaşıp Meryem’e de teşekkür ettikten sonra, oradan ayrıldı.

6
Sabahın erken saatlerinde başlardı köyde hayat. Köyde sabah namazından sonra hayat başlardı. İnsanlar camiden sonra ahır veya ağılda mallarına bakım yapardı.
Elinde azık torbası ile köyün içinden çıkıp giden Osman’ı gören selam veriyordu. Osman’da selama karşılık vererek sağlık afiyet diliyordu. On dakika sonra, köyün dışına çıkmıştı. Epey yürüdükten sonra bir çeşme başına geldi. Çeşmenin oluğundan bir yudum su alıp, başını göğe kaldırarak...”Rabbim, sen ne büyüksün... Şu su ile, canlıların canına can katar, nebatatı bu suyla doyurur, tatlandırır veya acıtırsın. Seni inkar eden, kullarından eyleme bizi...” dedi. Bir müddet çeşmenin “şarıl, şarıl” akmasını seyretti. Sonra çeşmenin alt tarafındaki göle varmadan ark boyu dikilmiş söğüt ve kavak ağaçlarına baktı. Kendi kendine konuşmaya başladı...
- Bir ağaç, saatte iki kg karbondioksit emerek, havayı zehirli gazlardan temizler ve iki kg’dan fazla oksijen verirmiş. Ayrıca bir hektar çam ormanı tam 32 ton toz yutarmış... Peki biz ağaçların bu kadar insan için önemli olduğunu bildiğimiz halde, neden her tarafı ağaçla kaplamayız? Bunu yapmadığımız gibi birde yağmur bekleriz. Çünkü; ağaçlar havayı nemli tutar ve yağışı kendine çeker. Neden biz bu kadar vurdum duymaz olmuşuz? Neden?. Şuna bak şuna... dedi ellerini açarak... 30 bin dönüm köyün arazisinde topu topu beş altı tane ağaç var. Buraya nasıl yağmur yağar? Dağımızda bile ağaç yok sayılır. Bozkır olması, ağaç dikmeye elverişli değil anlamı mı taşıyor? Herkes tarlasının kenarına en azından ardıç, karaağaç, meşe gibi bakım istemeyen ağaç dikse idi, şu an buralar, yalan dünyanın bir cenneti olabilirdi. Ama yok. Yok. Yok yok.... Bundan doğacak zararı ise nesiller çekecek. Gelecek nesle ne bırakıyoruz biz? Kuru toprak aldık, kuru toprak mı devredeceğiz? Bizim zamanımızda dikilecek bir ağaç, gelecek nesle faydalı olmasın mı? Neden dikmiyorsun ey Osman?. Hem bunları biliyorsun, hem de yapmıyorsun? Osman, tek suçlu sensin, sen. Başka suçlu arama. Ağaç dikmeye kalktın da engelleyen mi oldu? Hayır... Öyleyse bu çorak toprakların sorumlusu sen değil misin? Rabbim beni bağışla... Ey gelecek nesil sizden özür diliyorum. Size sadece mal, mülk bırakarak hizmet ettiğimizi düşünüyoruz ama yanılıyoruz. O mal ve mülkü edinmek kolaydır. Fakat bir ağaç yetiştirmek, o kadar kolay değil. Bir insan ömrü kadar sürer bir ağacın boy atması. Osman, bunları yaz defterine. Bugünden tezi yok, ağaç kampanyası başlatacaksın. Her boş gördüğün yere bir ağaç dikeceksin. Osman bunu yapmak zorundasın. Mecbursun....
Osman, kendinde buluyordu hatayı. Bu düşünceler içinde epey gitmişti. Bir köpek havlaması ile irkildi. İlerde bir koyun sürüsü vardı. Oradan kendisine doğru, iki tane köpeğin havlayarak geldiğini gördü. Elindeki sopayı köpeklere doğru kaldırdığında, çoban köpeklere seslendi. Köpekler, birden durup yerinde havlamaya başlamıştı. Çoban tekrar köpeklere bağırdı. Köpekler kuyruklarını sallayarak, çobana doğru koştu. Osman rahatlamıştı. Çobanı tanımıştı Osman. Çoban ise Osman’ı yaklaşana kadar tanımamıştı. Çoban şaşırmıştı, şaşkınlık içinde kekeleyerek;
- Hayrola Osman Abi?... Buralarda ne işin var?
- Şöyle bir gezineyim dedim be Abdullah... Malum çocukluğumuz buralarda geçti... Eee ne var ne yok.. hayatından memnun musun?
- Memnunum Osman Abi... Allah kimseye dert ve keder vermesin. Şu an seyri seferimiz güzel. Bir de yağmurlar yağsa. Bak ekinler daha yeşermedi bile, eskiden bu vakitlerde bir parmak uzunluğunda ekin olurdu.
- Evet, olurdu... Topraklar çoraklaşmaya başladı. Tıpkı insanların kalpleri gibi. İnsanların da kalpleri kuruyor be Abdullah... Kulun bir hesabı varsa, Allah’ın da bir hesabı var. Ama ne yazık ki, Allah’ın hesabı tutarda kulun hesabı tutmaz. Sahra çölünü duymuşsundur. Orada Tibikelt diye bir kasaba vardır. Bir zamanlar oraya tam on yıl boyunca zerre kadar yağmur düşmemiş. Düşün orada yaşayan insanların halini. Su demek bereket demek, temizlik demek, hayat demektir. Ama Allah vermeyince vermez. Peki biz kulluğumuzu yapıyor muyuz? Hayır. Şu gördüğün arazide toplam beş altı tane ağaç ya var ya yok. Neden herkes tarlasının kenarına ağaç dikerek, buraların yeşermesini sağlamaz? Sağlamaz çünkü vurdumduymaz bir insan olmuşuz. Ondan sonra da yağmur yamıyor, deprem oluyor, afet oluyor diye hayıflanırız.... Abdullah’ın elindekini göstererek.... O elindeki nedir?
- Kitap...
- Ne yapıyorsun gibi bir soru abesle iştigal olsa gerek.
- Şu koyunları sadece ben yönlendiriyorum ve onlar kendi yiyeceğini buluyorlar. Veya ayaklarının uyuşukluğu açılsın diye dolaşıp duruyor. Boş duracağıma, elime bir kitap alıyorum ve bunu okuyarak hem bir şeyler öğreniyorum, hem de vaktimi değerlendirmiş oluyorum.
- Aferin sana. Allah ne muradın varsa versin evladım. İşte benim özlediğim toplum budur. Okuyan ve öğrenen bir toplum. Yatan, zaman öldüren değil. Bu aralarda koyunların zarar vereceği bir ekili alan yoksa biraz sohbet edelim mi? Sen sor ben bildiğim kadar cevaplayayım, ben sorayım sen cevapla.
- Ben sizin yanınızda ne bilirim ki efendim. Sadece sorularımla başınızı ağrıtmış olurum.
- Bilakis beni memnun etmiş olursun. Her tepeden bir gün doğar. Yani hangi tepenin arkasında isen o tepenin güneşini görürsün. Ben senin yanında hiçbir şey bilmiyorum. Ben neyim ki? Herkes kendi çapında bilgilidir. Şu hayvanları görüyorsun değil mi? Hayvan dünyaya geldiği vakit, adeta başka bir alemde tekemmül etmiş gibi istidadına göre mükemmel olarak gelir; yani gönderilir. Ya iki saatte, ya iki günde veya iki ayda, bütün şerait-i hayatiyesini ve kainatla olan münasebetini ve hayatını öğrenir, meleke sahibi olur.
İnsan ise, dünyaya gelişinde her şeyi öğrenmeye muhtaç ve hayat kanunlarına cahil, hatta yirmi senede tamamen şerait-i hayatı öğrenemiyor. Belki ahir-i ömrüne kadar öğrenmeye muhtaç, ham, gayet aciz ve zayıf bir surette dünyaya gönderilip, bir iki senede ancak ayağa kalkabiliyor. Şunu kulağına küpe yap; dünya yüzünde hiç kimseyi küçümseme. Deli dediğin veli, veli dediğin deli çıkar.....Okuduğun kitabın konusu nedir?
- Osmanlı ilgili kitaplar okumaya bayılıyorum.
- İşte, gençlik böyle olacak, geçmişini merak edip öğrenecek. Geçmişinin yaptığı hatayı yapmayarak, kalkınma ve yükselme stratejisini benimseyecek. Bak o zaman dünya sistemi nasıl değişiyor.
Bu arada, köpekler kulaklarını dikerek ileri doğru bakmaya başladı. Ve birden ileri atılıp koşmaya başladılar. Abdullah ve Osman çömeldikleri yerden ayağa kalkarak, köpeklerin koştuğu istikamete baktı. Köpekler bir tilkiyi kovalamaya başlamıştı. Her ikisi de tekrar çömeldi. Sonra köpekler tilkiyi kovalamaktan vazgeçti. Osman gülümseyerek;
- O tilkidir. Kurnazlık onun payesidir. Onu yakalamak zordur. Biliyor musun Abdullah tilki, pirelendiği zaman ağzına bir ot parçası alarak suya ağır ağır dalarmış. Tilkinin karnının altındaki pireler sırtına çıkarmış. Sonra da başı dışarıda kalana kadar, çok yavaş hareket ederek suya gömülürmüş. Tam başını suya salacağı sırada biraz bekler ve pirelerin başına kadar gelmesini sağlarmış. Bu arada ağzındaki ot parçasını, başına yakın tutar, pirelerin bu ota çıkmasını sağlarmış. Bunu yapınca da birden suya dalar, otu bırakıp suyun altından biraz yüzermiş. Ve böylelikle pireden kurtulurmuş.
- Vay anasına be... Bir tilki, demek bu kadar kurnaz ha?
- Evet, onu Yaratan rabbim, ona da böyle bir ilham bahşetmiş.
- Efendim.
- Bırak şimdi bu tür deyimleri. Senli benli bir arkadaş gibi konuşalım.
- Peki... Okudukça tüylerim diken diken oluyor. Benim ceddim Osmanlı, bırak insanları, hayvan haklarını dahi mükemmel korumuştur. Göçten dönecek leylekler için bacalara yer yapmış ve yuvalarını hazırlamış. Dağda kurtlar acıkıp da yerleşim yerlerine gelmesin diye, belli yerlere et bırakmış, köpekler için vakıf kurmuş, yine o muhteşem imparatorluğun 1835 yılına kadar gelene kadar, dünyanın en büyük şehri kabul edilen, Osmanlı Devleti’nin payitaht merkezi İstanbul’da Kanuni’nin hükümdarlık yaptığı 46 yıl boyunca (1520-1566), yılda ortalama, sadece bir cinayet vakası kaydedilmiş ki, günümüzle Osmanlı dönemini kıyaslamaya dilim varmıyor. Osmanlı tahtına oturan o büyük insanların hayat felsefeleri beni derinden etkilemekte. Fransa’da bir askerin Müslüman bir kadını baş örtüsünden dolayı eleştirmiş ve aşağılamış. Kadının Osmanlıya şikayeti üzerine, zamanın sultanı, bunun için bile ordu hazırlatmayı göze alabilecek kadar, yandaşını, dindaşını, gardaşını korurken günümüzde ne oldu bize?
- Devam et, devam et...
- İki milyara yakın Müslüman’ın içinden son asırda, neden büyük bir alim çıkaramıyoruz? Niye dünya çapında sözü geçen bir İslâm’ın lideri yok? Hıristiyan’ın Vatikanı var, Hıristiyanlığı her zaman her yerde yaymak ve korumakla uğraşır, Yahudiliğin İsrail’i var, Müslümanlığın neden lideri yok. Yani halifesi yok?
- Öyle can alıcı yerleri kaşıyorsun ki, cevap vermeden edemeyeceğim. Birilerini birileri koruyor diyorsun. Bu doğru. Bizi de Rabbim koruyor. Onun korumasından büyük koruma mı olur?
- Amenna, o anlamda demedim. Halifelik neden yok?
- O Türkiye’nin büyük sorunu. Bildiğin gibi Halifelik kaldırılmıştır. Bugün dünyanın neresine bakarsan bak, sadece Müslümanlar eziliyor. Çünkü onları çekip çevirecek, idare edecek, yönlendirecek, koruyacak, eğitecek v.s sorumlulukları üstlenecek ortak bir kurum yok. Çıkar olduğunda dünya devleti hep ortak olmuştur. Örneğin Arap dünyası yer altı zenginlikleri bakımından epey zengin. Fakat bu yer altı zenginliği, batılı sömürgecilere gidiyor.
- Nasıl yani?. Arap alemi batının sömürgesi mi?
- Hem batının, hem de ABD’nin.
- Ama bildiğim kadarıyla her devletin, kendi krallıkları var. Bu krallar vatanlarını korumuyor mu?
- Korusaydı, bugün Irak böyle olmazdı. Başındaki kral soytarısı, halka bilinçli olarak zulmetti. Toptan imha hareketine girişti. Zaten ABD tarafından desteklenen bu kral, yine ABD tarafından görevden alınmış oldu. Sonuç koskoca bir hiç. Müslüman için değişen bir şey yok. Ezilmeye mahkum. Kendi krallarına güvenen böyle oluyor. Müslümanlar ilk önce Allah’a güvenmeyi bilmeli. Sonra birlik olmayı ve birlikte hareket etmeyi bilmeli, Türkiye Cumhuriyetlerini ele alınacak olursa, petrol ve doğal gaz Müslümanların elinde. Ama bu kimin kontrolünde ve işletmesinde? Elbet ki, batılı şirketlerin elinde. Bir şirket iş yaptığı devlette sıkıntı hissederse, ülkesinin askerini bir bahane üreterek o ülkenin başına sarıyor ve hem ülkesini, hem de kendi cebini düşünüyor.
- Fakat bir yanlışlık var ortada. Tamam söylediklerinizi kabul ediyorum bu gerçek, fakat ABD’nin veya batılı bir devletin askeri de, direnişle karşılaştığı zaman ölebiliyor.
- Sen bir askerden bahsediyorsun. Dünyada askerin ilk görevi öldürmek ve ölmektir. Tarihin hangi sayfasına bakarsan bak bu böyledir. Asker ocağı, oturup da sohbet yapılan bir kurum değil. Ve olmamıştır da, şu anki konjonktürde dünya devletlerinin askerlerini idare eden kurumlar, masa başına oturup masanın üzerine de bir devlet koyuyor ve bunu, çıkarları doğrultusunda nasıl pay edebiliriz tartışması yapıyor. Bunu dünyaya haklı göstermek için de, senaristlere görev veriyor. Sonuç, işte Afganistan, işte Irak, belki yarın Suriye-İran, belki de Türkiye.
- Anladım.... Niye İslâm dünyasından dahi çıkmadı diye çok düşündüm. Bu konu üzerine epey emek verip bilgiler topladım. Çok şaşırdım. Çünkü batı, her şeyi bizden çalmış ve bu çaldığının adını değiştirerek piyasaya sürmüştür. Sahte kahramanlara bu sıfatı yükleyerek, yani başarıyı yükleyerek, kişi ismini bile markalaştırmış. Benim ilk okul kitaplarıma kadar, şunu şu buldu, bunu bu buldu diye yazdırmış. Oysa onların asıl sahiplerinin İslâm alimleri olduğunu okuduğumda çok şaşırdım. İspanyolların Müslümanları oradan çıkardıktan sonra Grenada’daki o büyük kütüphaneleri talan etmişler ve İslâm âlimlerinin eserlerini çalarak, kendi dillerine çevirmişler ve onların icatlarını, ilimlerini, buluşlarını velhasıl, bugünkü teknolojinin temellerini o çaldıkları kitaba göre hazırlayıp kendi adlarını vermişlerdir. Mesela; Yerçekimi, dünyanın hem kendi ekseni, hem de güneş etrafında döndüğünü, dünyanın yuvarlak olduğunu delillerle ispat edip dünyanın dönüş hızını hesaplayanın Biruni olduğunu, bu konularda Muhyiddin Arâbi Ebu’l-heysem gibi bilginlerin de eserlerinin bulunmasına rağmen Newton ve Galile’nin bunları sahiplenmiştir.
Hava basıncını keşfedenin Farabi olmasına rağmen; Toricelli olduğuna herkesi inandırmışlar. Yine; Verem mikrobunu buldu diyerek kendisine Nobel Tıp Ödülü verilen R. Koch’tan, yüz elli yıl önce verem mikrobunun Kambur Vesim tarafından bulunduğunu saklamışlar. Bir başkası; Akşemseddin’in mikrobu Pastör’den dört yüz sene önce keşfettiğini saklamışlar. Asılları unutturup, sahteleri piyasaya sürmüşler ve böylelikle İslâm alimlerini hep kötülemişler. İşin garip tarafı da bunu bizler kabullenmişiz.
- İşte ben bunu bekliyorum. Benim kardeşim nerede olursa olsun, ne iş yaparsa yapsın ama, tarihini çok iyi bilsin. Ona göre evladını yetiştirip, çevresine örnek olsun. Geçen geçtiğine göre, geleceği kurtarmak gerek. o da okumakla olur, çalışmakla olur.
- Günümüz teknolojik bir çağa doğru ilerliyor. Mesela; teknolojik çağın en büyük buluşu sayılan bilgisayarı bile bir Müslüman olan Cezeri buluyor ama, batılı bir adam olan Charles Babage’ye mal ediliyor. Yine bir Müslüman olan Cabir bin Hayyan’ın; Jhon Dalton, Enrich Fermi ve Albert Einstein’den bin sene önce atom üzerinde çalışmalar yaparak ilk defa atomu tarif edip atom bombasının şiddetinden bahsettiğini, bize okutulan müfredat yazmıyor. Osman Abi, bunları bildikten sonra, dünyada insanlara dahi güven kalmayacağını, zaten sistemlere güven kalmadığını biliyorum. Bizim bugün doktorlarımız Hipokrat yemini ederek doktorluğa başlar. Oysa; Fransa’nın Sorbon Üniversitesi talebelerinin 19. yy. a kadar, İbn-i Sina’nın “el- Kanun fi’t-Tıp” kitabından imtihan olur ve bilmeyen mezun olmazmış. Batının değer saydıklarını veya değer saymak istediklerini biz onlardan önce kabullenmişiz. Biz medeniyeti onlara öğrettik, ama şimdi bize onlar medeniyet dersi veriyor. Batılı her sanatçının adını biliriz, onların değersizlerini kabulleniriz de; bizim gerçek değerlerimizin, yaptığı işi bırakın, adını dahi telaffuz etmekte zorlanırız. İşte en büyük vatan hainliği bu değil mi? Vatana ihanet eden kişi, cezalandırılır ama değerlerine ihanet eden sistem ise asla cezalandırılmaz. Onun için yapılması gereken tek şey vardır, o sistemi ortadan kaldırmak gerek. Nedir bu sistem derseniz? İnsanların vurdumduymazlığı ile doruğa çıkmış olan ilim düşmanlığıdır. Bir söz vardır Allah-u âlem, kimin söylediği aklıma gelmedi. Bu sözde der ki; üç şey ol. dördüncü olma helak olursun. 1- Alim ol. 2- Öğrenci ol. 3- İlmi seven ol. 4. ise, bunları olamıyorsan helak olmaya adaysın demektir. Benim ülkemde, görsel basın ile yazılı basının belden aşağılara yönelmiştir. Bu yüzden toplum tamamen dejenere olmuştur. Sizin gibi insanlar parmakla gösterilecek duruma gelmişse bu kıyamet alametlerinden biri değil de nedir?
- Benim iyi olduğumu nereden biliyorsun ki? Sen belki beni zahiri olarak böyle biliyorsun. Batini olarak belki bende şer bir insanım.
- Sizin o tarafınız topluma pek yansımış değil. Öyle olsaydı bu sözü size söylemem. Çünkü ben doğruluğun her zaman yılmaz savunucusuyum. Asla, üç kuruş çıkar veya menfaat karşılığında yalan söylemem. Yalan söyleyeni de yakalarsam, ömür boyu onu yanımdan ve çevremden uzak tutarım. O yaklaşırsa ben kaçarım. Çünkü yalan söyleyen bugün ona söylemişse, yarın da sana söyler. Yalancılık menfaatçiliğin anahtarıdır.
- Sende ne cevherler varmış be adı güzel Abdullah’ım...
- Bu dünyada çok şeyi söylemenin de suç sayıldığını biliyorum. Baskı ve zulüm altına alınmış bir milletiz.
- Ben demedim mi sana, senden çok fazla bir şey bilmiyorum. Senin bildiklerin benden daha fazla. Belki benim aklım, başka konulara daha yatkın ama, muhakkak benden üstün biri her zaman vardır. Neden dersen? Sorularına cevap vereceğimden biraz şüphelendim. Çünkü, senin bilgin benden daha ileri. Senden öğreneceklerim, elimdeki imkanla birleşince belki daha faydalı olur.
- Östağfirullah... Beni gözünüzde büyütmeyin...
- İşte Necip Fazıl’ın da beklediği, arzuladığı gençlik senin gibi kültürlü bir gençlikti. Şükür Mevla’ma ki, bu gençlik hızla çoğalmakta.... Eee Abdullah, Meryem teyzen biraz azık koymuştu. Hem onu yiyelim, hem de konuşalım. Ne dersin?
- Tamam Osman Abi. Benim azığı da getireyim de beraber yiyelim....
Abdullah koşarak eşeğin üzerindeki heybeden, azık torbasını aldı. Başını yukarı doğru kaldırıp koyunları gözetledi. Bir iki bağırıp çağırınca, köpekler ayağa kalkıp koyunların etrafından dolanıp geldiler. Bu esnada, bütün koyunlar gidiş yönünü değiştirmişti. Bulundukları yerde bir çeşme vardı. Burası küçük bir vadi idi. Abdullah’ın koyunları vadinin iki yamacına dağılmış, bazen kuru ot parçalarından bazen de, taze sürgünlerden otlanmaya çalışıyordu. Abdullah hızlı adımlarla Osman’ın yanına geldi. Osman, azık torbasını açmış, içindekileri çıkarmıştı. Yere serdiği bir bez parçasının üstüne yufkaları açtı. Yufkanın birinde tereyağı ile pişirilmiş yumurta vardı. Bu yufka, dürüm yapılmıştı. Osman, dürümü ikiye böldü. Birini Abdullah’ın oturacağı yere koydu, diğerini eline aldı.
- Kır hayatını özelmişim be Abdullah yeğenim.... Abdullah, hiç fabrikada çalışmak veya herhangi bir başka işe atılmak aklına gelmedi mi? Bildiğim kadarıyla üniversite bitirdin.
- Evet, düşündüm Osman Abi. Askerliğimi yedek subay olarak yapıp geldiğimden beri Ankara’da çalmadığım kapı kalmadı. Kimisi iş verdi aş vermedi, kimi aş verdi iş vermedi. Bense ikisini bir arada istedim. Çünkü; sekiz yıl yüksek okul okudum. Mükafatı iyi olmalıydı diye düşündüm. Ama olmadı. Derken sizin köye fabrika açtığınızı duydum. Hemen köye geldim. En azından doğup büyüdüğüm yerde karnım doyacak diye düşündüm. Ama sizin kurduğunuz fabrikada benim öğrenimime uygun iş yoktu.
- Sen ne okumuştun?
- İlk önce güzel sanatlar sonra da Maden mühendisliğini okudum. Yani çift diplomam vardı..
- Bize müracaatın oldu mu peki?
- Hayır... Çünkü branşım tutmuyordu. Bunu babama söyledim. Oda bana, okumuş biri olarak, koyunlara daha yaralı olursun. En azından, onların senin sayende diploma alma şansı olur dedi kahırlı bir şekilde. Düşündüm evet, haklıydı. Yani şu yönden haklıydı. Boş duracağıma, koyunları otlatmak daha kârlı olacaktı. Altı aydır bu işle uğraşıyorum. Bir sene sonra bu koyunların hepsini babam bana verecek. Ben de onların gelirini kendi adıma sahiplenerek, hayata böylece atılmış olacağım.
- İşte bizim ülke siyasetimiz bu. Çift diplomalı bir çoban yetiştirmek.
- Bizim üniversite ve okul müfredatları dünya sistemleri ile kıyaslandığında, koskoca bir hiçtir. Bu diplomalarla ben dünyanın hiçbir yerinde istediğim işi alamam veya işe giremem. Çünkü, dünyada bu diplomaların geçerliliği sadece kendi ülkemizde oluyor. Ben bunları bildiğim için, kendi kendimi yetiştirmeye özen gösterdim.
- Aferin sana. Oldukça başarılı olmuşsun...
- Benim babam sizin kadar zengin olsaydı? Belki konumum daha farklı olurdu.
- Ben zengin miyim?
- Öyle değil mi?
- Hayır. Bak burada seninle aynı sofrada yemek yerken aynı şeyleri paylaşıyoruz. Dünya malı kendisine bekçilik yaptırmaktan başka bir işe yaramaz. Ama senin öğrenme azmin ve ilimin sana bekçilik yapar. Seni her zaman korur. Sana yol gösterir. Bundan büyük zenginlik mi var?
- Bilmem... Belki siz haklısınız.
- Sana tek bir şey söyleyeceğim. Gençliğinin kıymetini bil ve öğrenmeye devam et. Benim yaşıma geldiğinde öğrenme yeteneğin azalır. Ne kadar çok bilirsen, o kadar üstün olursun. Hayat bu şekilde gidecek sanma. Rabbim seni şimdilik böyle deniyor. Belki ileride önüne çok mükemmel fırsatlar çıkacak. İstersen gel bizim şirkete, danışman olarak çalış.
- Bana ne danışabilirsiniz ki? Benim bilgi edindiğim şey sizin yaptığınız işe çok ters.
- Bilgi teoride öğrenilen değildir. Bilgi; pratikte öğrenilen ve uygulanandır.
- Bakalım. Şimdilik hayatımdan memnunum.
- Bizim kapımız sizin gibi gençlere her zaman açık. Ne zaman istersen gel.
Osman ile Abdullah epey zaman konuştu. Bu konuşmalar her iki tarafı da mutlu ediyordu. Osman, araziye çıkıp dolaşmak istemesinin arkasında tek sebep, iş telaşından biraz uzaklaşmak ve doğa ile baş başa kalmaktı. Ama Abdullah ile karşılaşınca, ondan kopmak içinden gelmedi. Ezan araziye duyuluyordu. Ezanı duyunca hemen abdestini tazeliyor ve namaza duruyordu. Abdullah’ta namaz kılıyordu. Osman akşama kadar Abdullah ile koyunları dolaştırdı. Akşama doğru birlikte köye geliyorlardı ki; yoldan hızla bir araç geçti. İki yüz metre sonra durdu. Geri geri gelerek Osman’ın hizasında durdu. Aracın içinden Adem indi. Osman’ı koyunların arkasında Abdullah ile görünce şaşırmıştı. Şaşkınlığı üzerinde iken seslendi.
- Hayrola Osman, çobanlık günlerin mi aklına geldi. Biz seni aramadık yer bırakmadık, sen ne işle uğraşıyorsun?... dedi ilentili bir şekilde.
- Bana bağlı olarak ilerleyen sistem, tökezlediğim zaman yıkılacak demektir. Biraz kafa dinlemek istedim.
- Şu yoğun iş temposunda, bunu bana yapma be Osman...
- Tamam, tamam... Sinirlenme hele.... Abdullahçığım, her şey için teşekkür ederim... Görüşürüz yeğenim.
- Görüşürüz efendim...


7
Osman, Adem’in yanına geldi. Adem, burnundan soluyordu. Osman, aracın ön kısmına geçip oturdu. Adem, aracı hareket ettirdiğinde, Osman sordu:
- Hayrola bir sorun mu var?
- Bir değil birkaç sorun oldu. Yakup Bey’in eli ayağına dolaşmış garibim, seni arayıp duruyor. Beni görünce biraz rahatladı. Sorun; üretim hanede çıktı. Makinelerden birinin arızası iki saat üretimi durdurdu.
- İyi de makinelerden sorumlu ekibimiz var. Ben olsam ne yapabilirdim ki?
- Öyle saçmalık olur mu? Bu iş bizim, başında olmak, her derdi ile ilgilenmek zorundayız.
- Adem... Senin düşündüğün gibi yapacaktık da, neden insanları işe aldık. Biz üçümüz çalıştırmaya gayret ederdik. Bu sorunları da anında halletme imkanımız olurdu. Madem makinelerden anlıyoruz, o ustaları niye tuttuk? Biz usta değiliz, biz idare ekibiyiz, üretim ve arıza ekibi değil. Onun başındaki sorumlu kişiler görev bilinci ile hareket etmezse biz devreye gireriz. Öyle bir durum oldu ise...
- Hayır olmadı... Ustalardan bir şikayetimiz yok Allah’a şükür.
- Yani onlar arızayı giderene kadar sen dokuz doğurdun?
- Hah, işte öyle oldu.
- Ademciğim... Hayat düz bir çizgi değildir. İnişli çıkışlı olmak zorundadır. Sen panik içinde olursan, o işin ehli, senin paniklediğini görerek bir başka büyük hata yapabilir. Bu gibi durumlarda oradan uzaklaş ve yapman gereken bir durum olduğunda orada ol. Boş yere kendini ve çevreni sıkıntıya sokma.... Bazen vurdum duymaz ol. Ama bunu sadece sen bil. Dışa aksettirme. Hele şu kasetçalara bir ilahi koyda ruhumuz şenlensin... Eeee.. başka ne gibi yaramazlık oldu bir gün içinde?
- Adamın biri veya birileri, işçiler arasında fitne yaymaya çalıştığını duydum..
- Ne gibi bir fitne bu?
- Yahu arkadaş sen ne kadar vurdum duymaz davranıyorsun? Buraya varımızı yoğumuz yatırdık. Üç beş soysuzun düzeni bozmasına razı mı olalım...
- Ne düzen bozmasından bahsediyorsun sen? Merak etme kimse düzeni bozamaz. Çünkü kurulan düzen çok mükemmeldir... Sorun nedir?
- Birileri el ilanı ile işçileri örgütlemeye çalışıyormuş. Aha.. nereye koydum yahu, burada olacaktı?... Hah işte bak. İşçilere sendika kurma çağrısı yapıyor veya bir sendikaya katılmalarını öğütlüyor.
Osman, eline aldığı kağıt parçasını okuduktan sonra bir kahkaha attı. Adem buna şaşkın halde bakarken,
- Şeyh Sadi’ye sormuşlar insan nedir diye. O da demiş ki; “Yek katre-i hunest ve hezar endişe” Yani: “Tek damla kan ve sayısız kaygı, endişe...” Yahu Ademciğim. Düşün sen bir işçisin. Ve mükemmel bir gelire sahipsin bu çalışmanla. Biri çıkıp senin hakkını koruyalım, bizim tarafa geç dese ne yaparsın?
- Geçmem... Kurduğum düzenin içine kimseyi sokmam.
- Şöyle açıklayayım. Şimdi bizim işçilerin aldığı maaşı bir düşün. Bunlar Türkiye’deki en yüksek maaşı almakta. Sosyal hakları tamam. İş güvenliği ve sağlığı mükemmel, çalışma ortamı bir sohbet ortamı kadar hoş. Burada çalışan insanlar dışarıdan gelecek birinin sözlerine kanmaz. Çünkü biz onları işe alırken her şeyi garanti etmişiz. Biz az kazanacağız, gerekirse kazanmayacağız ama sizi kazandıracağız. Burada bulacağınız imkanı dünyanın hiçbir yerinde bulamayacaklarını söyledik. Ve gerçekte de öyledir. Aklı selim biri çıkıp ta, bu tür safsatalara kanarak, işini aksatmaz. İşini riske etmez. Geleceğini karartmaz. Müsterih ol biraz. Bizim elemanlarımız buna tenezzül etmez. Hem etse ne olur? Bizden artı ne isteyebilirler? Hem istemiş olsalar bile her ay eline geçenden kesinti yapılarak, bu sendikaya aktarılacağını duyan kim razı olur? Olsalar bile bizim bir yaramız yok ki gocunalım. Bırak bu tür şeylerle kafanı yorma. Gelecek yıl, işçi sayımız belki iki katına çıkacak. İnsan kaynakları bölümü bu tür işlerle ilgilenir. Türkiye gerçeklerine göre biz her zaman işçimizi en üst seviyede desteklemeye devam edersek, bize cephe almaz.
- İsterse alsınlar... Türkiye, işsizler ordusu ile dolu. Alırız yeni bir elaman, eskisini şutlarız.
- Bunu o saçsız kafandan sil. Bir başkasının da aynı şeyi düşündüğünü duyarsam karşınızda beni bulursunuz. Ben mükemmel bir sistem kuracağım ve bunun içinde elemanlarıma güveneceğim, eleman sendikaya girdi diye işten çıkararak, sistemi çökerteceğim. Bu yanlış. Deneyimsiz elemanlarla her zaman işe ilk başladığımız noktaya döneriz. Elemanımız ne kadar, ustalaşırsa o derecede kazanırız. Bizim kazanmamız demek onların kazanması demektir. Ayrıca, biz zaten fabrikada prim sistemini bunun için koyduk. İnsanlara hedef vererek, fazlasını yapana primi bunun için veriyoruz. Niye bu sorunlarla kafanı ağrıtırsın bilmem.
Adem rahatlamıştı. Sinirli halinden zerre kadar eser kalmamıştı. Hafif tebessüm ederek.
- Sen de ne var Allah aşkına? Bu sakin davranman beni hemen yumuşatıyor. Açıkçası seni aramamdaki tek sebepte bunun içindi. Seninle konuşunca rahatlayacağımı biliyordum.... Bak sen, ben senin köyde kaldığını unuttum ve seni alıp ilçeye götürüyorum...
- Artık bunu hep yapacaksın... Bende ilçede kalmak istiyorum. Çocuklardan uzak olmuyor.
- Vallahi mükemmel olur. Köyde kalmak zaten sana yakışmıyordu.
- Neden yakışmasın?
- Sakın kızma ama, bir iş zaten yapmıyordun. Sadece dolaşıp duruyordun. Bütün işleri gördüğüm kadarıyla Kadir ve oğlu yapıyor. Senin yerin çocuklarının yanı olmalı.
- O yönden haklısın ama ben ilçeyi sevmiyorum. Beton yığınları arasında bunalıyorum.
- Bende bunalıyorum ama, bir yönden de mecbur kalıyorum.
Bu arada ilçeye yaklaşmışlardı. Kasetçalarda Mehmet Emin Ay’ın “Huda rabbim” adlı parçası çalmaya başlamıştı. Osman, parçaya eşlik etmeye başlamış, hafif hafif de sallanıyordu. Adem ise, aracın farlarını yaktı. Hava kararmıştı, çünkü uzağı seçemiyordu. Yol tek şeritli ve dardı. Yolda ilçeye giden traktörlerin arkasından, çarpma tehlikesi vardı. Çünkü; römorkların arkasında ışık belirtisi olmadığı için aniden beliren bu traktörün arkasındaki römorka çarpma riski her zaman vardı. Adem, bunu bildiği için çok dikkatli kullanırdı otomobili. Bunun sebebi de bir kere hızla giderken, arkasında ışık olmayan bir römorka çarpmış ve aracı ile devrilmişti. Neden sonra ilçeye geldiler. İlçe ile köyün arası otomobille, yarım saat sürüyordu. Adem Osman’ı evinin önünde bıraktı. Ayak üstü biraz daha konuştuktan sonra ayrıldı. Osman’ın cebinde evinin anahtarı vardı. Kapıyı açtı. İçeri girdiğinde karısı ve çocuklarını sofra başında buldu. Çocuklar kalkmak isteyince eliyle oturmalarını işaret ederek, kendisi de “bismillah” diyerek, sofraya oturdu.
Yemekten sonra çocuklarla şakalaştı, onlarla bulmaca doldurdu. Sorunlarını dinledi. Çocukların ileride neler olmak istedikleri, neyi arzuladıklarını sordu. Bir saat kadar babalarıyla olan çocuklar, odalarına çekilip dersleri ile ilgilenmeye başlamıştı. Yatsı ezanı okunuyordu. Çocukların odalarından koşarak çıkıp abdest almaya gidişlerini sevinçli gözlerle takip etti. Camiye gitmeye niyetlenir gibi oldu, sonra vagecerek evde kılmaya niyetlendi. Namazını kıldıktan sonra tespih çekerken Abdullah aklına geldi. Abdullah ile geçen sekiz buçuk saat zamanın ne kadar mükemmel olduğunu düşünmeden de edemedi. Sonra başını sallayarak, tespih çekmeye yeni baştan başladı.
Osman, divana uzanmaya niyetlenmişti. Bunu gören Zeynep, hemen küçük bir yastık getirip divanın köşesine koydu. Osman, bu yastığı başının geleceği yere koyduktan sonra kütüphaneden bir kitap alıp geldi ve divana uzandı. Zeynep yine elinde şişlerle, çocuklara kazak örüyordu.
Osman, elindeki kitabı döşüne koyarak, tavana bakmaya başladı. Aklında hep Abdullah vardı. Abdullah’ın sözleri kulaklarında yankılanır gibi oldu. Hayıflanarak başını salladı.
- Bu ülkeyi ne hale getirdik biz Yarabbi? Pırlanta gibi, gençliğimizi gördükçe içim rahatlıyor. İlim, ilim, ilim işte bizde yitik olan aşk bu. Bu aşkı yakalarsak, ayağa kalkabilir dünyaya yön verebiliriz. Bizim yön almaya değil yön vermeye ihtiyacımız var.
- Osman Efendi... Sen kendi kendine ne konuşup duruyorsun öyle? Köyde yalnızlık sana yaramamış belli.
- Hıhhh. Bana bakma Zeynep. Öylesine konuşuyordum. Bugün iş yerine hiç uğramadım. Sabah namazından sonra Meryem bacımın hazırladığı azık torbasını alıp, araziye çıktım. Orada Rüstem’in oğlu Abdullah ile akşama kadar sohbet ettim. Çocuktaki dünya görüşüne hayran kaldım. O konuşmadan bazı aklıma gelenler oluyor da onun için konuşuyorum. Seni rahatsız ettimse özür dilerim.
- O nasıl söz Osman’ım. Senin konuşmandan rahatsız olmak da ne demek... Son zamanlarda sen bir başka Osman olmaya başladın gibi geliyor bana.
- Nasıl yani?
- Nasılı masılı yok... Ne bileyim, mülayimleştin, her şeyi oluruna bırakıyorsun, eskisi gibi dünya aşkı yok sende, sinirlenmiyorsun.
- Yani sinirlenmem hoşunuza mı gidiyordu?
- Yok, zaten pek sinirlenmezdin de, alışmış olduğumuz Osman’ı görmeyince bizde şaşkına döndük.
- Ben değişmedim. Sadece ve sadece, hayatı anladım. İnsanlığı anladım, hayvanlığı anladım. Bu dünya malı için can vermeye, kan vermeye, insan üzmeye, insan ezmeye, kısaca Hakk’a asi olmaya değmeyeceğini anlamış bulunuyorum. Aslında bunu biliyordum ama, aldırış etmemiştim. Son dönemlerde karşıma çıkan olaylar beni bu tür düşünceye yöneltti. Kısaca, yaratılanı seviyorum Yaratan’dan ötürü. Yaratılana zarar vermek istemiyorum Yaratan’ı sevdiğimden ötürü. Hayat felsefemi bu iki cümleyle anlatmak, sanırım yerinde olur.
- Ne bileyim Efendi. İş stresinden falan deyip seni üzmemeye gayret ediyoruz.
- Hanım, sultanım, yaşamama tat veren kadınım. Çocuklarımın anası... Hepinizi çok seviyorum. Sizleri üzdümse affedin. Ben sizler üzülmeyesiniz diye, her çileye razı olurum.
- Osman Efendi sen gerçekten çok değişmişsin.... dedi ve elindeki örgüye devam etti.
Osman, uzandığı yerden başını kaldırıp Zeynep’e bir zaman baktı ve tekrar kitabın sarı sayfalarına yoğunlaştı. Mustafa İslamğolu’nun İslami hareket/ Anadolu adlı eserinin üçüncü cildini okuyordu. Gece geç saatlere kadar kitap okudu. Zeynep çay demleyip sehpanın üzerine koyduğunda, kitap okumayı bırakarak, doğruldu.
- Zeynep, sana bir şey soracağım... Sen büyük şehirde yaşamayı seviyor musun?
- Duruma bağlı... Sevdiklerim nerede ise oraya uyum sağlamak zorundayım.
- Yani köy yaşantısı içinde yetişip, büyümüş biri olarak köyü istemiyor musun?
- İstemez olur muyum. Beton yığınları arasında, romatizmalarım azıyor. Köyde kerpiç yapılı evlerimizde sağlıklı bir yaşam içinde yaşamak dururken, şehirdeki bu yaşantıya katlanılır mı? Ama gel gör ki buna istemeden katlanıyoruz. Çocuklarımın hatırına, onların mutluluğu için katlanıyorum.... Yine de, üç ay boyunca köyde kalmak bana hayat veriyor efendi. Yılın 12 ayını burada geçirmeye kalkacak olursam, delirebilirim.
- İstersen köyde kalır, çocukları da her sabah arabayla getirip götürebiliriz.
- Yani her sabah bir arabaya binip, o soğuğa katlanarak yarım saat yol gelecek ve aynı işi tekrar akşam yapacaklar. Hayır efendi hayır. Çocukların günde bir saatini yolda geçireceklerine, derslerinin başında olmaları daha faydalı olmaz mı? Hem de sağlıkları açısından, ilçede kalmaları daha iyi olur. Hem bu fikir de nereden çıktı Allah aşkına? Durup dururken, köye yerleşme fikri de neymiş?. Zaten köyde dayalı döşeli evimiz var. Yazın orada kışın buradayız. Neden her zaman köy merakı içindesin ki?
- Köyü çok seviyorum da ondan. Hem yazın köyün tadı bir başka, kışın bir başka olur. Her ikisinin de güzel tarafları vardır. Toplu katliam binalarında oturmayı sevmiyorum.
- Ben de sevmiyorum ama mecburuz... Yarın bu çocuklar Üniversiteyi kazandıkları zamanda, bir başka yere gitmek zorunda kalacağız.
- Hayrola... Biz şimdi bu çocukların okul hayatını mı takip edeceğiz?. Bırak hanım bırak... Onlar hayatı bizim gölgemizde değil, kendi ayakları üzerinde karşılasınlar. Desteksiz yaşamayı öğrensinler. Sana kalsa askere gidince de bizim yanımızda kalmalı.
- Ne yani üniversiteyi kazandıkları zaman yanlarında kalmayacak mıyız.
- Sen sanıyor musun ki, ikisi de aynı yeri kazanacak. Biri başka ilde biri başka ilde olduğu zaman ne yapacaksın? Hayat senin baktığın pencereden böyle görünüyorsa, görüntü yanlış hanım. Çile çekmeden yetişen bir nesil, çile çekenin derdini anlamaz. Hayatı hep toz pembe görmemeleri gerekir. Hayatın acı yüzünü yaşayarak tanımalarında fayda var. Çünkü o acı yüzü ilerde tanıyacak olursa yıkılırlar.
- Çok da gaddar düşüncelere sahipsin efendi.
- Hayır güzelim hayır. Hayatın gaddar taraflarını tanımayana, hayat hakkı tanımazılar. El bebek gül bebek büyümemeleri gerekir. Bu sene üniversite imtihanlarına girecekler ve bir yeri tutturup, okul bitene kadar o şehirde kalacaklar. Bazen parasız kalıp aç kalacaklar, bazen yorgun düşüp bitap olacaklar, bazen de yemek yapacak malzemeleri olmayacak.
- Neler söylüyorsun sen? Allah’a çok şükür durumumuz iyi değil mi?
- İyi çok şükür. Ne söylediğimi mi merak ediyorsun? Hayatın gerçeklerini hanımefendi. Hayatın gerçeklerini. Hayat bunları da sinesinde barındırır.
- Beni korkutma ne olur?
- Seni korkutmuyorum. Fakat çocuklarına bu kadar düşkün olman, onların hayrına değil bunu bil. Hep sığıntı gibi yaşamalarına neden olursun. Arkadaş edinemezler. Arkadaş ve sırdaş olarak sadece seni ve beni bilirlerse, hayatta başarılı olamazlar. Çocuk dediğin arkadaşları arasında büyüyecek.
- Pek çok arkadaşları var. Onları engelleyen kim.
- Hanım, hanım beni iyi dinlemiyorsun galiba. Ben sana hayattan bahsediyorum. Sokaktaki, mahalledeki oyun arkadaşlarından değil. Onların can ciğer arkadaşları olmak zorunda. Hayatta insana paradan, puldan başka gerçek dostlarda lazımdır. Hayatın acı yüzüne dost sayesinde katlanılır. Para ile saadet olmaz. Paralı insanların sadece düşmanları ve kıskananları olur. Dostları ise hep çıkarcılardan oluşur. Ben çocuklarıma böyle bir hayat tarzı layık görmüyorum. O nedenle kendilerinin düzenleyeceği bir hayatları olmalı. Sabah kalkınca, kahvaltı hazırlayarak, okula gidecek eve geldiğinde ise, tekrar yemek derdine düşecek, çamaşır, ütü, bulaşık v.s derken zorluklar arasında dersine zaman bulamaya çalışacak. İşte hayatın acı ve gerçek yüzü budur. Oh ne ala... Eve geldiğinde yemek hazır, ütüsü yapılmış, çamaşırı yıkanmış, vs bütün işleri bi tamam olan gencin, ilk yapacağı şey sence ders çalışmak mı olur. Hayır hayatım, o çocuk hayatın acı yüzünü tanımadan yetişir ve insanlara bakış açısı hep değişik olur. Bu yanlış bir hayat sistemidir.
- Beni hem korkutuyorsun hem de sonsuz bir güven içine itiyorsun. Sen bir ömürsün.
- Çok hoşsun ama çok geç kavrama yeteneğin var. El işi yapana kadar biraz kitap oku diye yüz kere dedim.
- Okurken sıkılıyorum...
- İyi sen bildiğini yap... Birazdan Adem gelir. Köyden bir istediğin var mı?
- Yok efendi sağol.... demişti ki, kapıda Adem, aracın kornasına kesik kesik iki kere bastı.
Osman, Zeynep ile vedalaştıktan sonra, çocukların odasına giderek onları öptü. Onlara sarılıp şakalaştıktan sonra da ceketini giydi. Kapının arkasındaki paltosunu giymeye gidiyordu ki Zeynep, ondan önce davranıp aldı ve havaya kaldırdı. Osman sırtını dönerek, kollarını paltonun koluna soktu ve giydi. Dışarı çıktığında Adem, ağzına aldığı sigarayı yakmak üzere idi. Osman’ı görünce sigarayı söndürüp kül tablasına koydu. Osman’ın sigarayı sevmediğini biliyordu. Onun yanında asla içmezdi. Bunu yıllardır uygulamıştı. Adem, arabayı çalıştırdı. Osman’ın ilahi sevdiğini bildiği için arabanın kasetçalarına bir ilahi kaseti koydu. Osman aracın ön tarafına oturdu. Adem, hemen arabayı hareket ettirmişti. Zeynep, arabanın sokaktan çıkışına kadar kapıda durdu.



8
- Mustafa’yı gördüm. Sana selamı var. Belki bugün fabrikaya gelecekmiş... dedi Adem, arabayı kullanırken,
- Mustafa?... dedi Osman.
- Hani şu ortaokul ve lise arkadaşımız Mustafa var ya? İşte.
- Deme yahu.... dedi şaşkınlık içinde... Osman yönünü Adem’e dönerek konuşmaya devam etti.... Vay be! Nereden nereye? Mühendis olmuştu değil mi?
- Evet... Bizim fabrika kurduğumuz duymuş ve bizi kutlamak için çıkıp gelmiş. Bir gün içinde akrabaları ziyaret edip, bize uğrayıp gidecekmiş. Zamanının az olduğunu söyledi.
- Çok değerli bir insandır kendisi. O anarşinin okullarda kol gezdiği dönemlerde, neler çekmiştik. Ders adına bir şey olmazdı hiç. Ama biz yinede ders kitaplarını kendi aramızda çalışırdık. Okulda öğretmenlerin tek amacı politika idi. Ders mers hak getire. Bizim jenerasyondan okulu bitiren de çok değil. Hepimiz hayata değişik şekillerde atılmak zorunda kaldık. Mesela; sen, ben, Yusuf, Halil, Erdoğan, Cemil, Hayrullah, Ragıp, v.s hepimiz ticaret hayatına girmek durumunda kaldık. O ve birkaç kişi, ilçe dışında başka okula kayıtlarını aldırarak, okudular. İlçede o dönem okuyup da bir yere gelen hiç olmadı. Ne çileli dönemimiz oldu. Mustafa çok okurdu. Okumayı kendisine adeta bir görev addetmişti. Aşağı yukarı sekiz senedir göremiyordum.
- Ankara’da görev yapmasına rağmen ülkenin her iline görevli olarak gidermiş. Bu nedenle ilçeye sadece, bayramlarda, düğünlerde, ölüm olursa bir iki günlüğüne uğrayıp gidermiş.
- Hayat mücadelesi desene.... İçimi bir sevinç kapladı... Hey gidi günler hey... Yaşlanmış mı?
- Yok bre... Bilirsin Mustafa titiz giyinmeyi çok severdi. Hala şıklığı ve yakışıklığı üzerinde.
- Bugün gelecek dedin değil mi?
- Evet, evet gelecek. Öğleye doğru falan gelir....
Yolda servis araçlarından birkaçını solladılar. İlçede kalan epey çalışan vardı. Fabrikaya geldiklerinde işçiler fabrika girişinde idi. Adem, aracı fabrikanın bahçesine park etti. Osman inerek, fabrika girişindeki işçilerin yanına geldi. Onlarla sohbet etti. Fabrikanın giriş kapısında temizlik yapılıyordu. Osman’ı gören temizlikçiler, daha hızlı bir şekilde temizliğe başladı. Sonra kapının önüne, büyükçe bir tava koydular. İçinde 1 cm kadar su vardı. Bu su ilaçlı idi. Bu tavadan sonra, büyükçe bir paspas serildi. Kapıdan giren kişi ilk önce, tavanın içine basıyor ayaklarını dezenfekte ediyor sonra da, paspasın üstünde ayaklarını siliyorlardı. Görevlilerden biri herkesin ayaklarının altına bakıyor ve temizlenmemiş ayak gördükleri zaman, aynı işlemi tekrarlatıyorlardı. Osman, beş altı kişiden sonra içeri, aynı yöntemle girdi. Girdikten sonra yine herkes, elini yüzünü sabunluyor ve sonra yıkıyordu. Osman’da aynı şekilde yapıp fabrikanın içine girdi. Son bir aydır vardiya sistemi getirmişlerdi. Makineler hiç durmadan çalışmaktaydı. Osman’ı gören işçiler selam veriyor ve işine devam ediyordu. Osman’ın yanına gelen iki ustabaşı ve bir mühendis ile, ayak üstü epey zaman konuşmuştu. Onlardan bilgiler ve neler yapılması gerektiği hakkında detaylı bilgiler aldıktan sonra, mühendise dönerek;
- Mahmutçuğum... Hani seninle, bir entegre tesisi hakkında konuşmuştuk. Onunla ilgili ne gibi planlar hazırladın bana?
- Benden yana yapılması gereken her şey, en ince ayrıntısına kadar planlandı. Bir dosya halinde masanıza bıraktım efendim.
- Hemen başlayalım dediğimiz zaman, ne kadar süre gerekir?
- Siz fabrikanın binasını, istediğimiz şekilde yaptırın biz üretime bir hafta içinde geçeriz.
- Elbet ki, ilk önce binanın yapılması gerekir. Ben detaylarla ilgili işi size havale ediyorum.
- Bu işi kesin yapmaya kararlı mısınız efendim?
- Evet... Yoksa bir şüphen mi var?
- Hayır o anlamda demedim... Ben sizin kişiliğinizi burada tanıdım. Etrafımdaki arkadaşlardan da öğrendiğime göre, mükemmel bir kişiliğiniz var... İşte bu yüzden fabrikada ne gibi makine lazım ise, hepsinin resimlerini masanıza hazırladım...
- Sorun nedir? Sen onu söyle?
- Sorun yok efendim... Sadece, duyduğuma göre bu laboratuarı kullanacakmışız.
- Ondan haberim yok... Kullanılsa ne olur?
- Burası, buradaki üretime göre hazırlanmış. İkinci bir fabrikanın yükünü kaldıramayız. Onun için ben derim ki; o kurulacak fabrikanın da kendine has bir laboratuarı olmalı.
- Sorun ettiğin şeye bak? Bunları asla sorun olarak görmeyin. Bunlar halledilir. Hem benden duymadığınız bir şeye asla itibar etmeyin.... Başka bir şey yoksa ben odama çıkıyorum...
- Hayır yok efendim...
- Peki o halde size iyi çalışmalar...
- Sağolun Efendim.
Osman imalathaneden çıkıp, bürosuna yürüyordu ki; Yakup ile Adem’i muhasebede gördü. Bir ara yanlarına varmaya yeltendi, sonra vazgeçerek odasına girdi. Mühendis Mahmut’un hazırladığı dosyayı merak ediyordu. İçeri girer girmez, masanın üzerindeki dosyayı aldı ve yan taraftaki koltuklardan birine oturdu. Önündeki sehpayı kendine çekti ve elindeki dosyayı sehpanın üzerine koyup açmaya başladı. Hayretler içinde inceliyordu. Yüzünde mutlu bir ifade belirmeye başladı. Makine resimlerini ve üretilmiş ürünlerin resimlerini inceledi. Başını geriye yaslayıp hayal etmeye başlamıştı ki, kapı iki kere tıklatıldı ve içeri Adem ile Yakup girdi. Selam verip oturdular. Adem; Osman’ın önündeki dosyaya bakarak..
- O dosya ne için?
- Buyurun kendiniz bakın... dedi Osman...
Adem alıp incelemeye başladığında, Yakup’ta ona yaklaşarak incelemeye başladı. İkisi de merakla sayfaları açıyor, birbirlerine resimleri gösteriyordu. Yüzlerinde bir sevinç belirtisi hakim olmuştu. Adem, gülümseyerek;
- Hani şu gizliden üzerinde çalıştığın entegre tesislerinin planları, bu olsa gerek?
- Evet.... Beğendiniz mi?
- Beğenmek mi?... Biz ne anlarız bu işten... Biz görselliğe alışmışız. Öyle kağıt üzerindeki şeyleri gördüğümüz zaman sadece bakarız. Birisi bize ya izah edecek ya da gösterecek. Başka türlü biz nasıl anlarız? Avrupa’da bu işte çalışan sensin. Böyle bir yerin işleyiş sistemini sen biliyorsun.
- Haklısınız... Buranında yapılana kadar, nasıl bir şey olacağı hakkında hep şüphe içinde idiniz. Şimdi ise, benden çok sahiplendiniz.
- Nasıl sahiplenilmez?... Varımız yoğumuz buraya gitti... Ha, sahi bu yeni kuracağımız yerin finansmanı nasıl olacak?
- Onu ben değil siz düşüneceksiniz...
- Nasıl yani?... dedi Yakup...
- Nasılı var mı? Belki bir iki ortak bulacağız.
- Ortak işini geçmeliyiz... dedi yüzünü buruşturarak.
- Neden?
- Ne bileyim, aramıza bir başkası girince, işler istediğimiz şekilde gitmeyecek gibi geliyor bana.
- Hayır... Böyle düşünmek yanlış. Bu şirket büyüdükçe, ortak kabul etmek zorunda kalacağız. Öyle olmak zorundadır. Sen ne dersin Adem?
- Bence sen haklısın... Bizimle çalışmak veya ortak olmak isteyen pek çok insan var.
- Madem bu işte siz böyle düşünüyorsunuz, o halde bari huyunu suyunu bildiğimiz biri veya birileri olsun. Ne idüğü belli olmayan insan aramıza girerek, sistemi bozabilir.
- Bu konuda müsterih ol... Yakupçuğum, sence Muhtar Turgut bu işe uygun mu?
- O dünden atılır. Zaten burayı kurarken onu neden aramıza dahil etmediğimize hep içerliyor.
- O halde, bir sorun yok. İstersen sen gidip onunla bu konuda konuş. Buraya eşit şekilde ortak olması için, ne gerekiyorsa, muhasebeden ortaklık koşullarını öğren ve Turgut’a git.
- Tamam... Hemen gidiyorum...
- Allah yardımcımız olsun...
- Amin... dedi ve Yakup dışarı çıktı.
Osman, kurulacak fabrikanın özelliklerini anlatmaya başladı. Ne nerede ve nasıl olması gerektiği hakkında uzun uzun anlattı. Bu arada, çay işine bakan bir genç iki bardak çay getirdi. Çaylarını yudumlarken odanın kapısı tıkladı. Osman, “gir” dediğinde kapı açıldı ve Mustafa, kapının önünde belirdi. Uzun siyah paltosu yere değecek gibiydi. Yüzünde mutlu bir ifade vardı. Gülümsüyordu. Osman onu görünce şaşırdı. Konuşamadı. Gözleri kocaman olmuş, içinde tarifi imkansız bir fırtına esmeye başlamıştı. Kendini topladıktan sonra, “Mustafa, canım kardeşim benim...” dedi ve koşarak kapıya yöneldi. Mustafa da bir iki adım atmıştı. Birbirlerine öyle sarıldılar ki, birinin kemiği kırılacak sandı Adem..
- Buyur, yiğidim. Canım kardeşim benim. Görmeyeli epey zaman oldu değil mi?... dedi Osman.
- Öyle be Osman’ım... Yedi veya sekiz sene oldu.
- Eeee.. Anlat hele. Ne var ne yok? Nasılsın, çocuklar nasıl? Kürşat büyüdü mü?
- Kürşat ve kızlar okuyor, benimse hayat kavgam devam ediyor.
Osman, koltuğa otururken gözlerini Mustafa’dan alamıyordu. Mustafa, etrafına bakındı. Muhteşem bir büroydu burası. İçini bir sıcaklık kapladı. Kurulmuş olan fabrika hakkında sorular soruyordu. Bu işe Mustafa da çok sevinmişti. Hatta bazı öneriler sunmaya başlamıştı ki, sehpanın üzerindeki “entegre tesisleri” yazılı dosyayı gördü. Eline aldı. Sayfalarını açtı ve incelemeye başladı. Gözleri kocaman olmuştu. Yüzündeki mutluluk ifadesi ile;
- Bu nedir?
- Yeni kuracağımız fabrikanın dosyası.
- Yaa, sahi mi? Sizlerin adına çok sevindim. Hedefte demek bu var. Allah yardımısınız olsun. Sizi devamlı ilerlerken görmek beni mutlu edecektir. İşte, Müslüman böyle olmalı. Sevgili Peygamberimiz (SAV) ne demiş. “Rızkın onda dokuzu ticarettedir”... Müslüman, artık bu şekilde birleşerek hareket ederse, işte böyle mükemmel bir şaheser çıkarır ortaya. Allah sizden razı olsun... Bak ne güzel birlikteliğiniz var. Allah daim etsin.
- Amin.... dedi Adem.
Elinde tepsi ile içeri bir genç girdi. Tepside çaylar vardı. İlk önce Mustafa’ya tuttu. Mustafa çayı aldı ve sehpanın üzerine koydu. Mustafa, sorularına devam ediyordu. Osman, sevinçli bir şekilde sorulara cevap veriyor ve sevinçten sanki uçacak gibiydi. Bu sevinç Mustafa’yı gördüğü içindi. Onunla epey konuştular. Yeni kurulacak fabrika hakkında konuşurlarken, Osman;
- İyi olacak hastanın ayağına doktor gelirmiş. Bize yeni kurulacak bina için yardım edersiniz umarım.
- O nasıl söz... Böyle bir tesise bir kaşık, kum koymak bana da nasip olacaksa, başım üstüne derim. Şimdi bana, detayları ile işi anlatın ve size bir plan hazırlayayım. Gerçi zamanım kısıtlı ama, ön çalışmayı kabataslak yapma zamanım var.
Osman, kurmak istedikleri fabrika hakkında her şeyi anlattı. Bu arada Muhtar Turgut’ta gelmişti. Mustafa, eline aldığı bir kalem ile kağıt üzerine fabrikanın resmini çizmeye başladı. Ara sırada sorular soruyordu. Aldığı cevaplara göre karalamaya devam ederken, bir yandan da önündeki dosyayı inceliyordu. Orada gördüklerini kafasında tasarlıyor ve tekrar karalamaya başlıyordu. Bir saat böylece çalışma yaptı. Ortaya bir bina resmi çıkmıştı. Ok işaretleri ile gösterilen yerlere de bazı yazılar yazmıştı. Zemini şu şekilde olacak, tavanı şu yükseklikte, duvar kalınlığı şu şekilde v.s gibi notlar vardı. Osman, bu sırada muhtar ile fısıltılı bir şekilde konuşuyordu. Mustafa karalamasını bitirdikten sonra, Osman’a uzattı. Osman, eline aldığı kağıtları gözden geçirdikten sonra;
- Bu işi Recep bey anlar... Keşke burada olsan da bu fabrikanın başında olsan. Yapımını bizzat sen yönlendirsen? Ne güzel olurdu?
- Şimdilik imkansız... Ama emekli olunca belki bana iş verirsiniz?... dedi ve güldü.
- O nasıl söz? Burası bizim olduğu kadar siz dostlarımızın sayılır.
- Osmancığım, Türk Gıda Kodeksi et ürünleri Tebliğine uygun olarak üreteceğinizi umduğum bu ürünler için bakanlıktan onay alın. Tarih ve sayılı izni aldıktan sonra korkmayın.
- Süt ürünleri için aldığımızı TSE belgelerinin aynısını elbet ki et ürünleri içinde alacağız. Biz ürettiğimiz ürünlerin kalitesinden asla vazgeçmeyeceğiz.
- Siz inşallah bir örnek olur ve bu toplumun, aydınlanmasına vesile olarak, herkesi birlik ve beraberlik içinde, bu tür yatırımlara yöneltirsiniz...
- Mustafa Bey... Gelirken dikkatinizi çekti mi bilmem.... dedi muhtar Turgut...
- Ne gibi?
- İlçeden buraya gelirken bir iki büyük inşaat yapılmakta. Ayrıca komşu köylerin bir ikisinde de aynı şekilde hummalı bir çalışma var. Onlarda geleceğin fabrikası olma yolunda.
- Memnun oldum. İşte yaktığınız ateş, her yerden kendini belli etmeye başlamış.
- Onlarda burada kurulmuş olan fabrikaya yan kuruluş sayılır. Kimi kağıt imalatı, kimi naylon imalatı, kimi makine parçası imalathanesi oluyormuş. Hepsi aynı işi yapmıyor. Hep eksik görüleni yapmaya adaylar.
- Bu zincir halkası gibidir. Hep birbirini tamamlar gider. Nihayetinde de bir bakarsını ki, metrelerce uzunluğunda sağlam bir zincir oluşmuş. İşte kalkınma bu şekilde olur. Devlet gelip fabrika yapacak diye beklemişiz yıllarca. Devlette asli görevini, yani denetleyici ve yönlendiricilik görevini unutarak, şarap fabrikaları, bez fabrikaları, süt fabrikaları v.s kurmuş durmuş. Bu yük hep devlete kalmış sonra da olan olmuş. Fazla istihdam ve kalitesizlik hatta; lakaytsızlık almış başını gitmiş. Yapılan yerlerdeki üretim artmayarak yerinde saymış. Ve devlete yük olmaya başlamış. İşim gereği ülkenin her yerini gezdim. Çok yerlerde sadece beton bloklar gördüm. Siyasiler temeli atmış, bir daha uğramamış. Veya yatırımların altından kalkamamış. Ekonomik olarak değil, orada olan yolsuzluklar yüzünden işi bitirmemiş. Devlet üretmez, devlet denetler. Vatandaş üretir, vatandaşı devlet destekler ve denetler. Devletin asli görevi bu olmalı. Vatandaşın yatırım yaparken önündeki engelleri kaldırır. bürokrasiyi yumuşatır. Vatandaşın karşısına bürokrasi ile çıkmaz. Nihayetinde burada en karlı devlet olacaktır. Hem istihdam doğacak, hem üretim yapılacak, hem kazanılacak ve kazandırılacak. Henry Ford der ki: “Bir araya gelmek bir başlangıçtır, beraberliği sürdürmek bir ilerleme... Beraber çalışmaksa gerçek başarıdır.” İşte devlet burada kendini göstermek zorunda. Bir araya gelerek iş yapmaya çalışan insanları ve yatırımı teşvik etmeli. Bunu yaparken de adil olmak zorunda. Adil davranmadığı zaman, yine yanlışa düşer. Vatandaşı karşısına alarak, sınıflara ayırarak hareket eden devlet sistemi, başarıya ulaşamaz. Biz ki, Osmanlı torunuyuz. Bizim ecdadımız bile feth ettiği hiçbir yerde ayrımcılık yapmamıştır. İnsanların başarılı olması ve başarılarının sürekliliği içinde, İslâm akidesine ihtiyaç vardır. Çünkü İslâm; kardeşlik dinidir.
- Mustafa... Yemeğe inelim orada konuşmaya devam ederiz.... dedi Osman.
- Ben aç değilim...
- Yooo... Olmaz, bir lokma dahi olsa almak zorundasın.
- Peki...
Hep beraber yemekhaneye indiler. İşçilerin olduğu yerde yemek yiyorlardı. Yemekhane pırıl pırıldı. Sadece yemekhane değil, bürolara kadar her yer tertemizdi. Osman’ın en çok özen gösterdiği konuların başında temizlik gelmekteydi. İş nasıl olsa yapılırdı. Önemli olan insan sağlığı idi. Osman ve Mustafa yan yana oturuyor karşılarında ise Turgut, Yakup ve Adem vardı. Osman’ın hemen solunda ise fabrikanın mühendislerinden Mahmut vardı. Mahmut sonradan gelmişti. Osman onu Mustafa ile tanıştırdı. Ona Mustafa’nın çizdiği bina resmini gösterdi. Yemekhaneden çıkmadan çaylarını da içtiler. Çay içilmişti. Osman, namaza gideceğini söyledi. Hepsi ayağa kalktı.
- Köye mi gideceğiz?.. dedi Mustafa...
- Osman köyde cemaatle kılmayı sever... dedi Adem.
- Peki buraya bir mescit yapmak aklınıza gelmedi mi?
- Olmaz olur mu? Hem de elli altmış kişilik bir mescidimiz var.... dedi Adem. Onlar bunu konuşurken Osman ve Mahmut ayak üstü kağıt üzerinde konuşuyordu. Mahmut’a kağıtları veren Osman, Mustafa’nın yanına geldi.
- Hadi namaza giden yok mu?
- Osmancığım... Burada mescit varmış, bize imam olsan da namazımızı burada kılsak olmaz mı?
- Sen dururken benim imamlık yapmam doğru mu?
- Senin olduğun yerde bana imamlık düşmez. Ben sadece camiye gider cemaate uyarım. Duyduğuma göre köyde imam olmadığı zaman sen imamlık edermişsin. Ben o derecede değilim. Cemaatin bana uymasını istemem. Çünkü o çok büyük bir sorumluluk ister. Ben o yükü kaldırmaya hazır değilim. Bu arada boşu boşuna zaman öldürmeyelim. Bu ikindi namazını kıldıktan sonra benim gitmem gerek. Haberiniz olsun.
- Deme yahu?... dedi Osman..
Mescide geçip namaz kıldılar. Osman, imam oldu. Arkasında işçilerde katılınca, yirmi iki kişi olmuşlardı. Müezzinlik işini Mustafa üstlenmişti. Namaz sonrası herkes işinin başına koşarken Mustafa’ya imalathaneyi gezdirdi Osman. Fabrika ve bürolar dahil her yerde merkezi bir yerden, kısık bir tonda kasetçalardan ilahi yayınlanıyordu. Mustafa, fabrikanın temizliğine önem veren Osman’ı kutladı. Fabrikayı ve idare bürolarını çok beğenmişti. Epey inceleme yaptıktan sonra Mustafa, gitmekte ısrar etti. Mustafa, köyün dolmuşu ile gelmişti. Gitmek için yola çıkacak ve gelen arabalara el kaldıracaktı. Bunu kafasında hesaplıyordu ki, Osman gürledi.
- Peki, ne ile gideceksin?. Araban var mı? Yok..
- Yola çıkınca bir araç bulurum.
- Hıııh... Bu bana yanlış yapmak olur... Seni dünyanın istediğin yere kadar götürmeye hazırım.
- Beni oralara götürmene ne gerek var? Sen meşgul bir adamsın. İşinin başında olman bana zevk verir. Mutluluk verir.
- Hadi Adem, bizi ilçeye bırak. Mustafa’yı birazda evde misafir edeyim.
- Ankara’ya gitmem gerek.
- Tamam, hallolur... Yakup, Turgut sende gel... Yakup sana ön bilgi vermiştir. Artık seni de aramızda görmek istiyoruz.
- Allah razı olsun... Daha iyi nasıl olunursa öyle olmaya ve çalışmaya gayret edeceğim.
- Biliyoruz. İşte bu nedenle seni de aramıza almaya karar verdik. Şimdi Yakup Bey ile muhasebeye gidip prosedür neyi gerektiriyorsa yapsınlar. Ben ortalık işi, kağıt üzerinde ve bürokraside nasıl yapılır bilmem. Onu muhasebe halletsin.
- Tamam Osmancığım sen merak etme... dedi Yakup. Yanına Turgut’u alarak muhasebenin yolunu tuttu.
- Hadi bizde biran önce ilçeye gidelim. Mustafa ile biraz dertleşmem gerek.
Adem, aracı çalıştırıp kapının önüne çekti. Osman ve Mustafa konuşarak geldi ve araca bindiler. Her ikisi de aracın arka koltuğuna oturmuştu. Adem yine kasetçalara bir ilahi kaseti koydu.
- Mustafacığım, dünyada neler oluyor böyle. Hele şu Müslüman âleminin üzerindeki oyunlara bir bak! Ne olacak bunun sonu? Yeryüzünde hiyerarşik bir düzen oluşmaya başladı. Doğal denge bazılarının çıkarları uğruna bozulmuş, bilindiği gibi iklim sisteminin dengesi, doğal ya da insan etkisiyle ortaya çıkan bir takım zorlamalara uğradığında bozulur. İnsandaki bu kazanma hırsı yüzünden, doğal denge bozuldu. Uzun kışlar, uzun yazlar, etkili sıcaklar, afetler, seller v.s bu gidiş nereye dersin?
- Kâinatın sahibi her şeyin en iyisini bilir elbet. Bu gidiş nereye dersen? Bu gidiş, kıyamete derim. Çünkü küçük alametler yaşandı, şu an günümüzde, pek çok büyük alamet yaşanmakta. Mehdi, Deccal, Yecüc ve Mecüc... İşte nereye gittiğimizin adresi. İslâm âlemi aslında uyumuyor, sadece Allah öyle istiyor. Kafirler meydanı boş bulacak ve salya sümük Müslüman’a saldıracak, sonra da dünyaya adaletten bahsedecek. Yok öyle. Tarih bizimle aydınlanır. Ve yine tarihler bizimle aydınlanacağı gibi, bizim adaletimizle yazılacak. Bizim, damarımız kalktı mı? Bize dünya dar gelir. Böyle gidecek değil, elbet diriliş olacak. Bunları kafana takmaya gerek yok. Sen ve senin gibi insanlar çoğaldıkça, dünya sistemi sarsılacaktır. Çünkü şu an dünyayı “ÇUŞ”lar yönetmekte. Yani “Çok Uluslu Şirketler”. İşte İslâm âleminin başındaki belaların asıl kaynağı bu kuruluşlardır. Yoksa siyaset veya politika ile olmaz bu. Siyasi ve adına demokrasi denilen şey halkın iradesi olsaydı, dünyada zulüm olmazdı. Hiçbir topluluk falan devletin, masum çocukları, kadınları, ihtiyarları ve gençleri ölsün diye, lider seçmez. Çünkü bu insanlık onuruna aykırı düşer. Üç beş çapulcu istese bile, bu imkansız. Hata ve hatta, bir devlet sınırı içinde yaşayan insanların tamamı, devletin başına gelen kişi, dünyada devamlı savaş çıkarmak zorunda yok değilse, onu iktidara seçmem dese bile, dünyada buna kimse izin veremez ve kayıtsız kalamaz. Nihayetinde ortada bir insan onuru vardır. O batı denilen milletlerin tarihlerine baktığın zaman, hep birbirleri ile kavgalı olmuş ve Osmanlı bu kavgalara son vermek için, seferlere çıkmıştır.
- Mustafa sen hangi devirden bahsediyorsun.... Etrafımıza bir bak. Filistin, Suriye, Bulgaristan, İran son zamanlara geldiğimizde ise Afganistan, Irak ve sırada neresi var kim bilir, belki de biz.
- İşte yanılgımız burada başlıyor. Neden dersen, bu işgaller sadece tek taraflı çıkar için mi yapılıyor sanıyorsunuz? Hayır. Bu işgallerden ilk önce “Çuşlar”ın çıkarı var. Onlar zaten dünyayı kan gölüne çevirmekteler. Sonra hangi ülke ele geçirilecek veya Çuşlar hangi ülkeyi istiyorsa, o ülke idarecileri de bu paydan pay alır. Dünyada bu işgale karşı çıkan devlet ve lider mi var. Hemen onu, ya tehdit ya da ağzına bir damla bal çalarak sustururlar. Şu an dünyada büyük görülen, devletin arkasında küçük bir mikrop vardır. İşte, bu mikrop dünyayı kana bulamak için, dev görünen akılsızlar topluluğunu kullanmakta. Onları cephelere göndererek, masum halkları yok etmektedir. Dikkat edersen “Çuşlar”ın sadece bir millete ait olduğunu görürsün. İşte o millet, dünyayı bu kuruluşlar sayesinde ele geçirmiştir. Bu kuruluşların karşısına, bir Müslüman kuruluş mu çıkmış da, dünyada kan akması kesilsin? Hayır. Bizde zengin görünenler zaten onların mallarını pazarlamak için vardır. İşte dünya artık böyle elde ediliyor. Hatırlar mısın? Okurken bir ev tutmuş, orada üç kişi kalıyorduk. Siyasi olayların doruk noktasında olduğu dönemlerdi. Bazen bu evde ders çalışır, sohbet ederdik. Bir hayalimiz vardı? Dünyanın en ünlü markası olmak. Bunun için önemli olan üretmek derdik. Üretmeden, aracı olmayla dünya markası olunmaz derdik. Askerlerle bu işin olmayacağını söylerdik. Dünyayı elde etmenin tek bir yolu olduğunu savunurduk. Markalaşmış olmak ve dünyanın her ülkesinde vazgeçilmez olmak. İşte marka bu idi. Dünyada vazgeçilmez olursanız, dünyayı istediğiniz şekilde yönetirsiniz. Bu sizin insani yapınıza bağlı. Elinizde güç olduğu zaman, ülkeyi çok çabuk elde edersiniz. Lideri menfaat karşılığı elde edersiniz. Edemezseniz, onun karşısına yazılı ve görsel basını çıkarırsınız, onlarda iç ve dış tehlike var diye yaygaraya başlar. Sonuç ülkemde olduğu gibi olur. Ve sistem teslim olur. Bir ülkeyi ele geçirmek o kadar da zor değil. Halkın ne düşündüğü önemli değil. Onlar, Çuşların gözünde sadece tüketici, kalabalık insan sürüsüdür. Artık uyanma zamanı gelmiştir. Siz ve sizin gibi kuruluşlar mantar gibi çoğalmak zorunda. Kelle gitse dahi, kökünden tekrar filizlenmeli. Hatta suyundan dahi filizlenebilmeli. Amacınız marka olmak olmalı. Dünyanın hangi devletinden yatırım teklifi gelirse gelsin, hemen kabul edin. Gönderin bir ekip firmayı kursun ve tabelanızı oraya taksın. Oradaki idarecilere de sizin prensiplerinizi anlatıp gelsin. Siz hiç yatırım için para harcamayacak, sadece denetleyici olmanıza rağmen, dünya kadar gelire sahip olacaksınız. İşte dünyada Çuşlar bu şekilde kazanmaktadır. Buna engel olan kim olursa olsun, zarar görmektedir. Ama sakın sizin anlayışınızda bu olmasın. Siz ısrarla davet edilen biri olun, zorla davet ettiren değil. Zorla bir ülkeye giren değil.
- Mustafa siz bunları okurken düşündüğünüzde ben neredeydim? Ben de sizle aynı okuldaydım... Dedi Adem
- Aslanım sen içimize gelmeye zaman bulamazdın ki? Okul çıkışı yaptığın tek şey biran önce dükkana gitmek ve orada çalışmaktı. Derslerini bile bazen Osman’la ben yapardım. Sana okulda kaç kere kopya verdiğimizi bir düşünsene? Zaten okul doğru dürüst yoktu. Sadece memurlar ve öğretmenler maaşlarını alsınlar diye, biz kalabalık ediyorduk. Bu kalabalığımız bir de onlara batıyordu. Bizim aramıza nifak tohumları ekerek, kardeşi kardeşe kırdırmışlardı. Hasan Oğlan, zihniyeti ancak bu kadar olurdu. Vatan için çalışacak değillerdi ya?...
“Tık, tık....” diye camdan gelen sesi duyan Osman ile Mustafa sıçradı. Onlar, sohbet ortamına kendilerini kaptırmıştı. Bu nedenle, dışarıdan tıklatma sesine çok şaşırmışlardı. Oysa araç duralı epey olmuştu. Adem aracı Osman’ın evinin önünde durdurmuş kendisi de sohbeti can kulağı ile dinliyordu. Mustafa anlattıkça Osman’ın gözünde ışıklar parlıyor, kaşları çatılıyor ve yüzünde bir gerginlik oluyordu.. bu gerginlikten camın tıklatması ile sıyrılan Osman, etrafına şaşkın gözlerle bakındı. Camı tıklayan Osman’ın oğlu Mahmut’tu. Mahmut, gülümseyerek babasına bakıyordu.
- Eve mi geldik?... dedi Osman ve kapıyı açarken.
Osman, Mahmut’u kucakladı. Ona sımsıkı sarıldı. Mustafa’da araçtan indi. Mahmut, Mustafa’nın elini öptü. Mustafa diz çökerek onu kendine çekti. Sarılıp öptü. Ona sorular sordu, bu sorular genellikle dini konulardı.
- Aferin sana. Aferin... Sen büyük adamsın be Osman... Okul döneminde düşündüğün gibi evlat yetiştirmişsin. Hani derdin ya hep. Öyle evlatlar yetiştireceğim ki; bu vatan ve millet için çalışmaktan gocunmayacak aksine zevk alacak, dini bilgileri dört dörtlük olacak. Beş vakit alınları secdeye değecek, okuma aşkını gönüllere kazıyacak, İslâm âleminin derdi ile dertlenecek, gönülleri zengin evlat yetiştireceğim derdin, aferin sana bunu başarmışsın.
Adem eve gitmesi gerektiğini söyleyerek, izin alıp oradan ayrıldı. Mustafa ve Osman içeri geçtiler. Çocuklar kendi odasına çekilirken izin isteyip gittiler. Mustafa ve Osman divana yan yana oturmuşlardı. İlk önce geçmişten konuştular. Sonra ise dünyada olup biten olaylar hakkında konuştular. Osman, Mustafa’nın görüşlerinin aynısını savunurdu. Bu nedenle çok ortak yönleri vardı. Mustafa İslâm’i konularda Osman’dan biraz fazlaca bilgiliydi. Üstelik Mustafa, ülkenin her yerini gezmekte olup, geniş bir kültür yelpazesi ile örmüştü dünya görüşünü.
- Osmancığım.... Bediüzzaman Hazretleri der ki; “yeis (yani ümitsizlik) en dehşetli hastalıktır.” Ve yine der ki; “korkaklık, aşağı ve acizlerin ahlakıdır, bahaneleridir.” Hayatında ne korkaklığa ne de yeise müsaade etme. Sen inandığın yolda yürümeye bak. Senin ve sizin başarılarınız, sadece sizin sayılmaz. Saymakta gaflet belirtisi olur. Hele ki; dünya çapında büyük bir marka olduğunuz zaman, değme keyfine. Maddi kazanç devamlı ikinci planda olmalı. Sizi ilgilendiren manevi kazanç olursa, Rabbim daima size yardım eder. Siz inandığınız yolda ağır adımlarla yürümeye bakın. Önünüze çıkan engeller sizi yıldırmasın. O engeller, sizin daha azimli çalışmanız içindir. Hep istediğiniz düzeyde gidecek diye bekleyip ve ona göre hareket ederseniz, sonunda hüsrana uğrarsınız. Zorluklar karşısında yılmayın. Hiç düşündün mü? Peygamberler dahi, zorluklar karşısında pes etmemiştir. Onlar ki seçilmiş olmalarına rağmen, horlanmış, taşlanmış, hakarete maruz kalmış, hatta peygamberimizin dişi bile kırılmıştır. Ama onlar sabır timsali olduğu için katlanmışlar. Bu onların imtihanı olarak algılanmamalı. Onların çektiklerini düşünerek, bizimde çekebileceğimizi ama, yılmadığımız zaman, mükafatı olduğunu bilmemiz için örnektir. Tek düze, mutlu bir hayat kimse yaşayamaz. Eğer dünya böyle yaratılsaydı, cennete gerek yoktu. İslâm âlimlerine bir bakıver. Hepsi de ne çok çile çekmiş, ama onlar takip ettikleri önderlerine uyarak, her çileye göğüs gerip katlanmışlar.
- Bu İslâm dünyasının çektiği çilenin de elbet bir mükafatı olmalı öyleyse?.
- Elbet ki olacak. Bediüzzaman hazretleri ne diyor; “Ümit var olunuz. Şu istikbal inkılabı içinde en yüksek, gür seda, İslâm’ın olacaktır...” işte bu nedenle ben derim ki, dünyada olan her olay, bu söze insanları yaklaştırmaktadır. Yani, bazı şeylerin olması, bazılarının ezilmesi birilerinin yani kurtarıcının yaklaştığının alametidir. Sanma ki; şu an yeryüzünde fırtına estiren zalimler, cezasız kalacak. Zerre kadar iyilik nasıl bir mükafat sayılıyorsa, zerre kadar bir zulüm de cezasız kalmayacak... Şu an bize düşen de, tam teslimiyet olmalı. Öyle yarım falan değil. Üzerimize düşen görevi, hakkıyla yerine getirmekten başka, amacımız olmamalı. Siz şimdi toplumsal bir görevi üstlendiniz. Bu toplumu yönlendirme imkanına sahip oldunuz. Bu öyle ilerleyecek ki, dünyayı yönlendirme imkanınız olacak. Ama, bu işte sabır ve azimle çalışırsanız.
- Affedersiniz Mustafa abi... Yemek hazır... Sofraya buyurun... dedi Zeynep içeri girerek...
- Niye zahmet ettiniz bacım? Şimdi annem de yemek hazırlamış, beni dört gözle bekliyordur.
- Yemeğimizi yemeden gitmek olur mu?... Annene bir telefon edersen o anlar. Osman, bırakmadı dersin.
- He ya... İyi olur bir telefon et annene, yemek yemeden asla göndermem.... dedi Zeynep.
- Peki...
Mustafa, annesine telefon ederek, mazeretini anlattı. Onu ikna etmek için epey dil döktü. Sonra da telefonu alan Osman, Mustafa’nın annesine ricada bulundu. Kadın mecburen kabul etmişti.
Yemek yenildikten sonra yine Mustafa ve Osman divana oturdu. Zeynep iki fincan kahve pişirip getirdi. Osman ile Mustafa, yeni kurulacak fabrika hakkında epey zaman konuştu. Mustafa öğütler verdi. Nelerin daha faydalı olacağını anlattı. Osman can kulağı ile dinliyor ve bir kağıda ara sıra not alıyordu. Bu arada Adem de gelmiş sohbete katılmıştı. Bu üç kişi gecenin yarısına kadar sohbet etti. Yatsı namazını hep beraber kıldılar. Osman imam oldu, Mustafa’da müezzin. Namaza Osman’ın çocukları da katılmıştı. Namazdan sonra çocuklar odalarına çekilip, dersleri ile meşgul oldular. Mustafa’nın göz kapakları ağırlaşmaya başlamıştı. Hemen kalkıp bir abdest tazeledi. Mustafa gece namazı kılmaya başlayınca, Osman ve Adem’de abdest tazeleyerek, namaz kıldılar. Kılınan iki rekat namazdan sonra, Mustafa gitmek için izin istedi.
- Güya ben, sizleri görüp gidecektim. Hıııh .. dedi gülümseyerek... Sizlerin yanında zaman mefhumu yok oldu gitti. Bu sizlere olan sevgimden olsa gerek.
- Hayır... dedi Osman... Bu sevgi karşılıklı olduğu için böyle oldu.
- Neyse size doyum olmuyor.... Yolcu yolunda gerek... En kısa zamanda yine gelmeye çalışırım.
- Beklerim...
- Rabbim size kolaylıklar ihsan etsin... Bana müsaade.
- Güle güle sevgili kardeşim. Müsaade senin.... dedi Osman.
Adem hemen toparlanıp, ondan önce hareket ederek, arabayı çalıştırdı. Mustafa, eve yürüyerek gidebileceğini söyleyince, Osman ve Adem çıkıştı. Mustafa, Osman ile vedalaşarak, Adem’in arabasına bindi. Adem’in kullandığı araba, sokaktan çıkana kadar Osman, onları seyretti. Sonra da içeri girerek, ellerini açıp Allah’a dua etti.
- Rabbim, sen her şeyin en iyisini bilirsin. Beni ve dostlarımı bu dünyada düşman karşısında mahcup etme. Bize hidayet ver. Sabır ver. Akıl ver. Bizi kendini bilmezlerle bir eyleme. Kendini bilmeyen Seni de bilmez. Sen Sana sığınanı mahcup etmezsin biliyoruz, bizler de el açıp kapına geldik, bizlerin dualarını kabul buyur.
Osman epeyce dua etti. Sonra da oturup Kur’an’dan okumaya başladı. Neden sonra, göz kapaklarının ağırlığına dayanamayarak divana uzandı. Bir zaman gözlerini tavanda boş boş dolaştırdı. Gözlerini kapatmamak için direndiyse de bunu başaramadı. Ve uyumuştu.

9
Sabah ezanında oğlu Abdullah’ın sesiyle uyandı...
- Baba kalk, ezan okunuyor... Namazını kıl da öyle yat.
- Hıhh... Tamam evladım... Kalkıyorum... dedi ve kalktı.
Osman, abdest alıp namazını kıldı. Sonra yatmak istedi ama uykusu kaçmıştı. Eline aldığı Kur’an-ı akşam kaldığı yerden devam ederek okumaya başladı. Osman’ın hiç aksatmadığı bir geleneği vardı. Sabah namazından sonra mutlaka en az iki sayfa da olsa Kur’an okurdu. Böylelikle güne dinç başlardı. Çünkü; Kur’an ona rahatlık verir ve esenlik içinde olmasını sağlardı. Bazen de bir şeye sinirlendiği zaman, hemen eve gelir ve Kur’an okurdu. Böylelikle sinirleri yatışır, sinirlendiği şeyin üstüne sakin bir şekilde giderek, onu hal yoluna koyardı.
Osman, boş durmayı sevmiyordu. Köyde ağaç kampanyası başlatmıştı. Bu ağaç kampanyası çevre köylerden de destek görmüştü. Osman’ın son bir ay’ı rutin bir şekilde geçmişti. Fakat bu arada da fabrika kafasında iyice şekillenmiş, mimar Recep ile her şeyi düşünüp hazırlama imkanı olmuştu. Osman, fabrikanın etrafından epeyce tarla satın aldı. Kurulacak fabrikanın yeri hazırdı artık. Buraya kurduğu zaman bazı avantajları olacaktı. En azından arıtma sistemini diğer fabrikaya bağlama imkanı vardı. Suyu ve elektriği alması kolaylaşacaktı.
Muhtar Turgut’ta işe uyum sağlamaya başlamış, arabasıyla devamlı köyleri gezerek, yeni kurulacak fabrikaya besi danaları almaya başlamıştı. Bu arada da, süt ürünleri için kurulan fabrikaya devamlı ürün temini için, köylüleri örgütlüyordu. Muhteşem bir çalışma vardı. Osman bu çalışmaları gördükçe daha çok seviniyor, yeni fabrikanın kurulma zamanının geldiğine inanıyordu. Ama kışın bu işe başlamak istemiyordu. Baharda başlamanın daha iyi olacağını söylemişti Recep. Bahara kadar, besi danaları almayı öğütlemiş bu işi de Turgut üstlenmişti. Bu nedenle Turgut, devamlı dana almaya çalışıyordu. Bu alımlarda peşin para nadiren oluyordu. Genellikle uzun vadeli olarak alıyordu. Turgut’un bu konuda insanlara sonsuz bir güven verdiği de gerçekti. Ayrıca süt ürünleri fabrikasının da etkisi vardı. Bu sayede koskoca bir sürüleri olmuştu. Bunun için ahırlar gerekliydi. Ahır olarak, köyde bazı yerler vardı. Oralara doldurmuştu hayvanları. Hatta bazı evlere hayvanların bakımını üstlenmesi için maddi imkanlar sağladılar. Köylülerde bunu seve seve kabul ettiler.
Mart ayının sonlarına doğru Recep, iş makinelerini getirip inşaata başladı. Hummalı bir çalışma sürüyordu. Bu çalışmalar Nisan ayının sonlarında bitti. Süt ürünleri için kurulan fabrikadan büyüktü bu fabrika. Osman, Yakup, Adem ve Turgut binanın bitiminde, iç dizaynı için çok çalıştılar. Osman, Avrupa’da gördüğü ve çalıştığı yerin daha mükemmelini yapmak için çaba sarf ediyordu. Adem, makineleri getirmişti bile. Salam, sosis, pastırma, sucuk, kavurma, gibi ürünleri hazırlayacak olan bu fabrikanın en büyük özelliği, temiz ve titiz bir çalışma ile kurulmuş olmasıydı. Osman’ın en çok önem verdiği şeylerin başında temizlik geliyordu. Yine ürünler çıkmadan önce, televizyon ve gazetelere reklam verilmeye başlanmıştı. Diğer ürünlerin de reklamı beraber veriliyordu. Burada üründen çok markayı ön plana çıkarma gayreti vardı. Osman ilk önce üretip depolamayı düşündü ama bundan vazgeçtiler. Üretilen ürünler taze taze insanlara ulaşmalıydı. Ve fabrika üretime geçmişti. Osman ve arkadaşları kesimhanede mükemmel bir sistem kurmuşlardı. Elbet bu sistemin kurulmasında çalışanların ve özellikle de Mühendis Mahmut’un payı çok büyüktü. Onun projesi sayılabilirdi. Kesilecek bir hayvan, kafese sokuluyor ve orada kafes hayvanı kuşatıyordu. Hayvan hareketsiz kalıyordu. Bir kol vasıtasıyla hayvanın durduğu kafes yana yatıyordu. Bu arada da hayvanın başı özellikle kıbleye geliyordu. Başı dışarıda kalan hayvana, bir usta “Bismillah, Allah’u Ekber” diyerek bıçağı vuruyordu. Allah adını anmadan kesim asla yapılmıyordu. Bu kesilen hayvanın içindeki kanın akması için, kafes yukarı çekilip, hayvanın başını aşağıya getiriyordu. Böylelikle kesilmiş olan hayvanın içindeki kan, tamamen boşaltılmış oluyordu. Bu kafesteki hayvan daha sonra, yukarıdaki ray sisteminde takılı olan kancaya takılıp, bir başka bölüme götürülüyordu. Orada da derisi yüzülüyordu. Bir başka bölüme geldiğinde ise iç organları alınıyordu. Daha sonra da etin kemiklerden ayrılması için başka bir bölüme getiriliyordu. Parçalanan etler kancalara takılarak gönderiliyordu. Bu aşamaya kadar her bölümde en az üç kişi çalışmaktaydı. Her bölümde kesilmiş hayvan yarım saat kalabiliyordu. Bu yarım saat içinde iş bitmek zorundaydı. Çünkü peşinden bir başka kesilmiş hayvan geliyordu.
Yukarıda kancalarda gelen etlerin ayrı ayrı bölümleri vardı. Kaburga etlerini bir bölüm, boyun etini bir bölüm, but etlerini bir bölüm, sırt etelerini de bir bölüm işliyordu. Çünkü; hayvanın her parçası bir ürün için vazgeçilmezdi. Olmazsa olmazdı. Bu ayrımlar yapıldıktan sonra etler sınıflarına göre, imalathaneye gidiyordu. Burada kâh sucuk, kâh pastırma, kâh sosis, kâh kavurma oluyordu. Bu bölümler birbirinden bağımsız olup, hepside kesimhaneye bağlı idi. İmalathanenin sadece iki giriş kapısı vardı. Biri ana koridora çıkıyor diğeri de, kesim haneye çıkıyordu. İşçiler görev başı yapmadan önce, dezenfekte olmak zorundaydı. Çok titizlik isteyen bir işti bu. Çalışan herkesin sağlık kontrolü her hafta yapılmak zorundaydı. İşçi sağlığı demek; toplum sağlığı demekti. Bu işçiler sağlıksız olduğu zaman, toplum rahatsız olacaktı. Bir kişiye sirayet etmiş olan rahatsızlık bir anda dünyaya yayılacaktı. Osman ve ekibi özellikle buna çok dikkat ediyordu. Bu konuda asla af yoktu. Rahatsız olan bir işçinin yerinde çalışması için diğer bölümlerde o işi yapabilecek çok kişi eğitiliyordu. Bunun için her hafta bir bölümde çalışma şartı vardı. Nihayetinde kişiye bir yer bulunduktan sonra, o işin ehli olması için çaba harcanıyordu. Her çalışan bir usta olmak zorundaydı. Bu, iş yerinin geleceği açısından elzemdi. Mutlaka yapılmalıydı. Ve yapılıyordu.
Osman, iki fabrikanın yemekhanesini birleştirmişti. Ayrıca, işçilerin soyunma odasını, dinlenme odasını, çay salonunu da birleştirmişti. Buralara bir dışarıdan giriş vardı birde, işçilerin çalıştıkları yerden. Dışardan giren imalathaneye geçmek isterse mutlaka dezenfekte olmak zorundaydı. Aksi takdirde, üretilen ürün zarar görebilirdi. İçeriden çıkış olurken, dışarıdan girmeye izin verilmiyordu. Mutlaka dezenfekte olunmalıydı.
Recep iş makinelerini götürmeden önce, bu fabrikanın kesim yapacağı hayvanlar için son derece modern bir ahır da yapmıştı. Bu ahırın ayrıca yem depoları vardı. Buralarda pek çok insan çalışmaktaydı. Hepside kesilecek hayvanların bakımı ve temizliği ile uğraşıyordu. Köylerde bakılmaya bırakılan hayvanlar buraya getirilmişti. Ayrıca civar köy, kasaba, ilçe ve illerden kamyonlarla büyük baş mallar gelmeye başlamıştı. Gelen mallar veteriner kontrolünden geçiyor alınan kan örnekleri inceleniyor ve alım öyle yapılıyordu. İnsanlar buraya mallarını kilo ile satıp, parasını alıp gidiyordu. Ahırda iki yüzün üzerinde hayvan vardı. Ahır beş yüz hayvanı barındıracak şekilde bölmeler halinde yapılmıştı.
Bu ahır ve fabrikanın atıkları özel bir yerde toplanıyor ve tarlalara, doğal gübre olarak atılıyordu. Bunun için beş altı tane tanker her gün çalışmaktaydı. Ayrıca bu depolardan, gaz elde edilmeye başlanmıştı. Bu gaz sayesinde fabrikanın ısınma işlemi kolaylaşmıştı. Elektrik üretimi içinde çalışmalar yapılmaktaydı.
Çok yönlü işlenen bu atıklar, tekrar yarar sağlamakta ve insanlığın hizmetine sunulmaktaydı.
Fabrikada, görevli üç tane veteriner vardı. Bunlar hayvanları devamlı kontrol ediyor ve kesim hayvanlarını onlar seçip veriyordu. Bu veterinerler, kesim hanedeki ürünleri de takip ediyor laboratuarda inceletiyordu. Tam bir sağlıklı rapor çıkmadan ürün piyasaya gitmiyordu. Yine fabrikada, insanlar için de doktorlar vardı. Yaralanan işçileri tedavi altına alıyordu. Sağlık durumu iyi olmayanlara da bu doktorlar bakıyordu.
Fabrikanın üretim kapasitesi yüzde kırk civarında olup, her ay bu yüzde iki oranında artırılıyordu. Dağıtım ve pazarlama yine Ankara merkezli yapılıyordu. Üretilen ürünler depolara stok edilirken, Ankara’ya gelen istekler doğrultusunda, sevkıyat yapılıyordu. Sadece süt ürünleri günde yedi sekiz tır giderken, şimdi et ürünleri ile birlikte günde yirmi tır dolusu mal sevkıyatı yapılıyordu.
Osman, fabrikadaki işle birlikte köydeki, ağaç kampanyasını da yürütüyordu. Buna mart ayında başlanmıştı. Orman Bakanlığı’ndan bu konuda destek alıyordu. Ayrıca, gönüllü kuruluşlar ve köylüler de bu işe girişmişti. Civar köylerde de başlayan ağaç kampanyası, dağda ve tarlaların tunçlarına kadar ulaşmıştı. Herkes bir ağaç dikmek için yarış içindeydi. Rüstem’in oğlu Abdullah’ta bu kampanyada aktif görev almıştı.
Osman, fabrikanın etrafını özel bir şirkete vererek ağaçlandırmış, koskoca ortasında bir fıskiyesi olan havuz ve iki tanede de şelale yaptırmıştı. Her yer yemyeşil olmuş, insana huzur veren bir görünüm oluşmuştu. Ve bu düzeni temizleyip korumakla görevli üç kişi vardı. Bu kişiler, devamlı bu işlerle uğraşır. Çimleri biçer, çiçekler diker ve bunları sulayarak işlerini yapardı.

10
Osman, bazen işlerden biraz uzaklaşmak için, araziye giderdi. Yine bir gün araziye gideceğini sadece Adem’e söyledi. Fabrikanın mutfağına giderek, birkaç tane somun, birkaç domates, salatalık, biber, patlıcan, tuzluk ve çakı alarak araziye dolaşmaya çıktı. Bu sefer dağdan başlamıştı dolaşmaya. Dağdaki dikilmiş olan ağaçları kontrol etti. Bir pınar başında oturup, derin derin nefes aldı. İki yüz metre aşağıda bir koyun sürüsü vardı. Çobanın sesinden tanımıştı. Bu Abdullah’tı. Azığını alarak ona doğru gitmeye karar verdi. Abdullah’ın bulunduğu yer, ana yola yakındı. Buradan köye gidilirdi. Bu yol, asfaltlanmıştı. Fabrikaya giden boş araçların çoğu buradan giderdi. Ama dolu olan mecburen aşağı düz yoldan giderdi. Gerçi bu yol üç kilometre fazlaydı ama, rampası yoktu. Dağdan gelen yol ise çok rampa idi. Osman, korumaya alınmış ormandan çıktı. Burası tel örgü ile çevrilmişti. Osman’ı fark eden köpekler yine ona doğru havlayarak gelmeye başladı. Osman, çömelerek hayvanları korkutmak istedi. Bunu fark eden Abdullah, köpeklere bağırdı. Hayvanlar, kuyruklarını sallayarak, Abdullah’ın yanına dönmek zorunda kaldı. Osman, çömeldiği yerden kalkarak, Abdullah’ın yanına geldi. Selam verdi ve çeşmenin başındaki bir taş parçasının üzerine oturdu. Abdullah, yemek pişirmek için hazırlık yapıyordu. Osman, onu hayranlıkla seyrederken Abdullah, heybedeki tencereyi çıkarıp, yerde kurduğu ocağın üzerine koydu. Sonra kibrit ile ocağın altına doldurduğu, çalı çırpıyı tutuşturdu. Abdullah tencerenin ağzını kapatarak, beklemeye başladı.
- Abdullah ne pişiriyorsun?
- Melemenlik hazırlamıştım. Onu pişirmeye çalışıyorum.... Osman Abi... Bir sene önce seninle aşağıda Suluboğaz’da konuşmuştuk hatırlar mısın?
- Evet... Hatırlıyorum. Hiç aklımdan çıkmıyor ki. O ne güzel bir gündü.
- Bende unutmuş değilim.... O günden beri köprünün altından çok sular aktı. Siz bir fabrika daha kurarak en az 300 kişiye iş imkanı sağladınız. Bense, 150 koyundan, 75 kuzu aldım. Artık benimde bir sürüm var. Babamın 150 koyununu verdim. Artık şu gördüğün benimdir.
- Aferin sana... Peki koyunlardan sadece kuzu mu kâr kaldı.
- Hayır. Senin ağılın yanına bir ağılda ben yaptım. Köye bir ev yaptım ve şimdi nişanlıyım. Evimin eşyalarını taksitlendirerek almaya çalışıyorum. Çok eşyayı aldım. Bu seneki elime geçen para ile de, Allah izin verirse düğünümü yapacağım. Babama da böylelikle yük olmamış olacağım. Zavallı babamın, daha geride yedi tane evladı var. Onların üç tanesi üniversite okumakta. Onlara yardım edeceğim diye beli bükülüyor. Kendi düğünümü yaptıktan sonra da kardeşlerimin evlenmesine yardım edeceğim. Onlara bir iş, aş ve ev kurana kadar çalışacağım.
- Aferin sana. Hz. Ali (RA) der ki: “İktisat az malı çoğaltır, israf ise çok malı azaltır.” Yine bir başka sözü de şöyledir: “ Yüzsuyu dökmeden yoksulluğa dayanmak, kötülüklere bulanıp zengin olmaktan hayırlıdır.” Ben senden zaten ümitliydim. Senin çalışkanlığın başkalarına örnek olur inşallah. Ne ala babana yük olmadan bunları başarabiliyorsan. Sana küçük bir tiyo vereyim. Sakın borçlanmayı kendine alışkanlık etme. Edeceksen de hesabını çok iyi yap. Borç yiğidin kamçısı değil, zinciridir. Borç insanı köle yapar. Sana bir önerim var. Ne kadar ihtiyacın varsa, bir liste yap ve bana getir.
- Olur mu öyle şey? Hayır Osman Abi... Olmaz.
- Bak yiğidim. Sen bizim fabrikaya ürün veriyorsun değil mi?
- Evet...
- Günde kaç lira alıyorsun.
- Tahminin bir koyun parası diyelim. Yani yüz-yüzelli kadar.
- Evet... 150’den olsa ayda dört buçuk eder. Bunun iki buçuğu senin masrafın olsa, biride senin ihtiyaçlarına çıksak geriye bir kalır. O da Senede 12 eder. İki senede ise bu 24 eder. Ben sana 24 peşin vereceğim, sen bunu ayda bir bir ödeyeceksin. Ne bir faiz ne bir artı ödeyeceksin. Sadece aldığını 24’e bölmüş olacağız.
- Osman Abi... sen iyisin değil mi?... dedi hayretler içinde.
- İyiyim, iyiyim... Yemeğin taşıyor.... Yoksa aç kalacaksın. “Gerçekleri insanların ölçüleri ile değil, insanları gerçeğin ölçüsü ile ölç.”diyor Hz. Ali (RA). Beni tanımak istiyorsan, hayatın değil İslâm’ın gerçeklerine göre tanı. Hayatın gerçekleri yalana kaçabilmektedir. Ruslar der ki: “ Kurtlarla arkadaş ol, yalnız elinden baltayı bırakma.” ... Hıım dedi derin nefes çekerek... Yemek yapmayı nereden öğrendin?
- Malumunuz, okul hayatımız dolayısıyla, hep yalnız yaşamak zorunda kaldık. Her işi kendimiz halletmek zorundaydık, yemek, temizlik, ütü, çamaşır vs hepsini yapıp üstelik bir de ders çalışmak zorundaydık...
- Biraz da elin becerikli gibi geliyor bana. Bak Abdullah dünya malı kazanmak kadar kolay bir şey yoktur. Fakat bunun hesabının yeryüzünde değil yer altında olduğunu sakın unutma. Hassan Bin Sabit der ki: “Binlerce kazanç sağladılar; bu kazançla evlerini genişlettiler, fakat kabirlerini daralttılar. “ Sen, sen ol, dünyada çok kazanmak için değil, hayırla anılmak için çalış. Çok malı vardı ama, insanlığı yoktu dedirtme. Hz. Ömer (RA)’in şu sözünü de aklından çıkarma! der ki: “ Sakın oturduğunuz yerde, “Allah’ım, rızkımı ver” deyip durmayın. Biliyorsunuz ki, gökten ne altın yağar, ne de gümüş.” Ben sana bunları hatırlatmakla yetineceğim. Çünkü sen akıllı, becerikli birisin.
Abdullah, tencerenin kapağını kapatıp, çömelmiş, Osman’ın konuşmalarına dikkat kesilmişti. Bir zaman sonra tencerenin kaynadığını fark etti. Çevik bir hareketle tencerenin kapağını kaldırdı. Daha önce doğranıp tencereye doldurulmuş domatesler erimişti. Abdullah, iki yumurta çıkarıp, tencerenin içine kırdı ve karıştırmadan kapağı kapatarak, ocak altından sopa ile çektiği köz üzerine tencereyi koydu. Kafası çok karışmıştı. Bir yandan yere sofra hazırlıyor bir yandan da Osman’a bakıp, bakıp başını sallıyordu. Mırıltılı bir şeyler konuşuyordu ama bu konuştuğunu kendisi bile anlamıyordu. Neden sonra sofrayı kurmuş, tencereyi de ortaya getirmişti.
- Osman Abi, hele buyur.
- Valla buyur etmesen de, yiyeceğim.
- Afiyet şeker olsun abi... Yemeğin lafı mı olur?... Abi sen, ne yapmak istiyorsun?
- Fabrikalar, iş yerleri...
- Yok, yok o manada demedim... Biraz önce bana teklifinin altında ne var?
- Sadece sana yardım etmek istiyorum.
- Ben böyle bir yardımı babamdan bile görmedim.
- İnkar etme. Sana iki sene koyunlarını verip, mal sahibi olmanı sağladı. Ayrıca bu yaşına kadar emek verdi. Okutup adam olmana yardım etti. Daha ne yapsın garibim... Üstelik ben de babanın yaptığını yapıyorum. Seni borçtan kurtararak vade farkı ödemeden mal almanı sağlıyorum. Sadece geri ödemeni, çok uzun bir zaman yaymaya çalışıyorum. Benim yaptığım hibe değil, bağış değil. Sadece senin gibi bir yiğidin yuvasını, şenlendirmek için uğraştır. Seni mutlu görmek bana dünya malından daha değerlidir.
- Osman Abi... Allah aşkına kafamı allak bullak etme. Bu kadarı ancak götürebilirim.
- Beni kırmamanı istiyorum. Hemen yarın geliyor ve fabrikada beni buluyorsun. Koyunlarına bizim Murat bir günlüğüne bakar. Sen de ilçeye gidip, pazarlık yaparak bütün ihtiyaçlarını alırsın. Almış olduğun eşyaların da parasını peşinen sayıp öde ve kimden aldıysan ona da selamımı söyle.
- Osman Abi.. Lütfen... derken boğazındaki lokmayı yutamadı. Bir iki kere yutkunduktan sonra gırtlağını aşan lokmanın peşinden su içti. Heyecandan çiğnemeden yutmuştu lokmayı.
- Sakin ol. Acele etme. Lokmaları çiğneyerek yut. Senden sadece bir isteğim var. Bu konuştuklarımız aramızda kalacak. Sadece Allah, sen ve ben bileceğiz. Bunu müstakbel eşine bile söylemeyeceksin.
- Peki... dedi sıkılarak. Sevinmek bağırmak istiyordu. Ama saygısı buna engel oluyordu.... Osman Abi, hani meşhur bir sözümüz vardır. Derler ya: “Garibin yuvasını, Allah yapar” gerçekten de öyle. Allah benim yuvamı yapmak için seni bana gönderdi. Kim derdi ki, Osman Bey, benim evimin eşyalarının hepsini birden alacak ve ben ona iki senede ağır ağır ödeyeceğim... İki sene dedim de aklıma geldi. Osman Abi... Yarın ne olacak kim bilebilir ki? Ya benim hayvanlardan sağladığım kazanç bir kazaya uğrarsa, ne bileyim, hastalık olur, ölüm olur, verimsizlik olur, olur da olur... O zaman ben ne halt ederim?
- Rabbim’in huzurunda sana söz veriyorum ki, öyle zor bir durumun olduğu vakit, ben sana yardım etmemiş olacağım ve her şeye kalem çekeceğim.
- Ne diyorsun sen Osman Abi? Ben bu şekilde bir yardımı nasıl kabul ederim? Öyle bir durumda bana zaman tanırsanız, borcumu öderim...
- Sen ne biliyorsan öyle olsun. Ama benim söylediklerim de kulağına küpe olsun tamam mı yiğidim?...
- Allah senden razı olsun Osman Abi... Allah ne muradın varsa versin... Bizler senin hakkını nasıl öderiz?
- Ne hakkı yiğidim? Ben Allah rızası için yaptığım bir şeyin, kul tarafından bilinmesini istemem.... Eline sağlık yemekte çok güzel olmuş.... Ben çocukluk yaşımı buralarda koyun otlatarak geçirirdim. Okul bittiğinde, hemen koyun veya kuzuları alıp dağa çıkardım. Baban da bizimle beraber aynı işi yapardı. Keza köyde bütün çocuklar mutlaka hayvan otlatmaya çıkardı. Kimi inek otlatır, kimi kuzu, kimi de koyun. Bu dağların her zerresi anılarımızla dolu. Çocukluğumuzu buralarda yaşadık. Sadece çobanlık yapmıyorduk. Beş altı çoban bir araya gelerek, çeşitli oyunlar oynardık. Çelik çomak gibi oyunlar bizim vazgeçemediğimiz oyunlardandı. Şimdiki nesle bakıyorum, atari, bilgisayar oyunlarından başını kaldırmıyor. Hal böyle olunca da çocuklar arasında sosyalite olmuyor. Sadece bireysel, oyunlarla vakit öldürüyorlar.
- Osman Abi... Merakımı hoş gör bir sorum var?
- Buyur yiğidim.
- Şu an bildiğim kadarıyla bin kişiye iş kapısı açtın. Sen her ne kadar, dünya malı istemesen de bu kurulmuş fabrikalar sayesinde sana eski kazancından daha fazla geliyor. Benim öğrenmek istediğim, bu kazanmanın sınırı var mı? Kazandıkça daha çok kazanma hırsı mı geliyor insana?
- Bu kişiye göre değişir. Beni soracak olursan, benim tek hedefim var. O da, dünyada söz sahibi olan bir marka olabilmek. Diyeceksin ki, bu da bir kazanç değil mi? Evet, bir kazançtır. Mühim olan, düşmanın silahını çok iyi tanımaktır. Şu an dünyadaki en büyük silah, dünya çapında iş yapan bir kuruluş olmakta yatıyor. Elbet ki, yapacağımız iş daha çok kazandıracak. Daha çok kazanmak demek, daha çok mesuliyet, daha çok yuvanın huzur içinde olması için istihdam oluşturmaktır. Bu huzurlu ailelerden sadece birkaç tanesi, Allah razı olsun dese bile bana yeter. Bilmem anlatabildim mi? Ha bir söz vardır; Allah’ın verdiği taşar dökülür, kulun verdiği başa kakılırmış. Ben sana yardım ederken bunlardan beni münezzeh kıl. Benim sana yardımım sadece Allah rızası içidir. Rabbim bana bu imkanı sağlamışken, ben de O’nun adına biçarelere yardım eli uzatmakta kararlıyım. Başa kakmak için sana yardım etmiyorum. Dediğin gibi yarın ne olacağını ancak Allah bilir, öyle olduğu içinde, ödeyemez gibi bir düşünce içinde değilim ve olmadığım gibi olmayacağım da. Ben sana yardım etmekle yine kazanmış olacağım. En azından senin sevgini kazanacağım. Senin mutlu olduğunu gördükçe sevineceğim. Bilmem anlatabildim mi?
- Anladım. Hem de çok iyi anladım... Benim idealimdeki kişilik sizin kişiliğinizdir. Eğer fırsat bulursam, sizin amaçlarınız dahilinde yürümek isterim. Geçenlerde çoban arkadaşlar arasında konuşuyorduk, siz neden sadece büyük baş hayvan kesimi yapıyorsunuz da, koyun kesmiyorsunuz? Bu sorulara cevap bulamadık.
- Koyun etini bizde düşündük. Ama bildiğin gibi, koyun eti uzun süre dayanıklılık gösteremiyor. Bu nedenle biraz risk vardı. Fakat ilerde düşünmüyoruz anlamına gelmiyor, ilerde göreceksin, alt yapısını hazırladıktan sonra, koyun, hindi, tavuk kesimine ve onlardan vakumlu ürün elde etme imkanımız olacak. Her şey bir anda olmuyor. Zamanı gelince, iş kendisi zorlayacak bizi. O zaman neden olmasın. Ama şu an itibariyle, koyunlardan elde edilen süt ürünleri daha lezzetli olmakta. Bu da sizler için bir kazanç değil mi?
- Elbet ki kazanç. Fakat hep sadece koyunumuz olmuyor. Malum kuzuların yarıya yakını koç da olabiliyor. Biz bunu değerlendirirken epey zorlanıyoruz. Celeplerin ellerine düştüğümüz zaman bizim işimiz zorlaşıyor.
- Mesele anlaşıldı. En büyük sermaye zamandır. Zamanın anahtarı da sabırdır.
- Geçen gün sizin hakkınızda gazetede bir yazı gördüm. Size yeşil sermaye diyorlar. Büyümeniz bazı çevreleri rahatsız ediyor galiba.
- Hayat düsturlarımdan biri de, el ne diyor değil. Allah ne diyordur. Benim için önemli olan Allah’ın dediğidir. Kul ne derse desin. Der, der, der, en sonunda kabullenir. Arapların meşhur bir sözü vardır. Derler ki; “Yalan öyle zehirli bir oktur ki, hedefini değil atanı yaralar” ne kadar söylerlerse söylesinler. Umurumda bile değil. Şu yalan dünyada kendimden başka kimseye kötülük etmeden yaşamak istiyorum. Bir kul benden incinsin, zarar görsün istemem. Hayatta sürekli mutluluk, ancak başkaları için yaşamakla elde edilir. Bu tür söylentiler bana daha çok çalışma azmi vermektedir. Bilirsin her dağın bir zirvesi vardır. Benim hedefim zirveye çıkmak. Ve elimden geldiğince de orada kalmak. Allah’tan dileğim odur ki; o zirveyi nasip ettikten sonra, benden sonra gelecek idarecilere dahi, iman ihlas nasip eyleyerek, bu minval üzere kişilik değişikliğine uğramadan zirvede durmasıdır. Biz bu işi götürmeye çalışırken elbet zorluklarla karşılaşacağız. Eğer karşılaşmazsak, hep mükemmel giderse sonu hüsran olacak demektir. Bir söz okumuştum, kimin söylediği pek aklımda kalmadı ama söz şöyleydi: “İlerlediğiniz yolda hiçbir zorlukla karşılaşmıyorsanız, bilin ki o yol sizi doğruya ulaştırmaz.” İşte bizim de karşımıza zorluklar çıkmakta. Ama ben, asla bu zorlukları büyütmem. Bazen vurdum duymaz olarak, bu sorunu aşarız. Zorluklarla hayatta bir biz değil, bütün insanlar karşılaşmak zorunda. Önemli olan azimdir. Azmin karşısında hiçbir zorluk duramaz. Senin de ilerde, karşına pek çok zorluklar çıkacaktır. O zorlukları aşmanın tek yolu sabırdır. Sen sabırla işine devam edersen, zorluk kendiliğinden yok olur. Onu sorun ettiğin zaman ise, aşmakta zorlanacağın bir engel oluşturmuş olursun.
- Osman Abi... Bunca meşgale içinde bile, ağaç dikme kampanyası başlattın. Üç dört aydır, bütün köyler hummalı bir şekilde bu işle uğraşıyor... Bunu yaptığın için sana minnettar olanların yanında, sana lanet okuyanlarda var. Ayrıca fısıltı gazetesinden duyduğuma göre mallarının tamamını, Kadir ve oğluna vermişsin. Bunu anladım dersem yalan olur. Senin çocukların var. Üstelik onlar okuyor. Böyle bir şeyi neden yaptın? Bu konuda ne düşünüyorsun?
- Şunu çok iyi bil, iki kişinin bildiği sır sır değildir. Kimse baki değil, mal mülk peşinde koşup iki cihanını yok edene acırım. Fısıltı gazetesini boş ver şimdi. Önüne bir yaprak almak için eser durur o. Dünya malı için Ebu Hazım (ks) der ki: “Ahirette sana lazım olacak şeye, bugün dünyada öncelik ver. Ahirette sana zarar verecek şeyi terk et. Mallarınızı Allah yolunda harcamaktan geri durmayınız. Evlatlarımız var diye sarf etmekten korkmayınız. Zira eğer onlar, mü’min iseler, Allah’ın onları rızıklandıracağına güveniniz. Eğer fasık ise, sizin malınızla fasıklık yapmalarına destek olmayınız. Dedim ya?.... Kulun ne dediği önemli değil. O karşı koyanların neden karşı çıktıklarını anlıyorum. Malum ağaçlar dikilince korunması lâzım. Bu nedenle de, ağaç dikilen yerler tel örgü ile çevrilmiş durumda. Onlar düşünüyor ki; koyun otlatacak yer kalmıyor... Hayır, aksine, her köyün kendi koyun otlatma merası vardır. Buralara dokunulmuyor. İlerde bu ağaçlar büyüdüğü zaman, onların sayesinde bol yağmur alacak bu yerler, böyle bozkır olmayacak, yemyeşil bir örtüye bürünecek. İşte o zaman bugün karşı çıkanların hayvanları daha rahat otlama imkanı bulacak. Ben ileriyi düşünerek hareket ediyorum. Dar düşünmek insana bir şey kazandırmaz. Sadece ve sadece hırs, sinir ve düşman kazandırır. Benim için kim ne düşünürse düşünsün, ben onları seviyorum. Ben onları asla düşman olarak görmüyorum. Çünkü onlar benim din kardeşlerimdir. Onlara yanlış yapmak aklımın ucundan dahi geçmez. Aksine ben onlara iyilik yapıyorum. Bir doktor bile hastasına acı şurubu içiremediği zaman onun ayağa kalkmasına vesile olamaz. İlk önce acı şurup içecek ki, hasta ayağa kalkabilsin. Dünyayı ben sadece bir han olarak görmekteyim. Han sahipliği yapanlara da hep acırım. Zaten iki kişi arasını açmaya çalışanlara bakıldığı zaman han sahipliği peşinde olanlardan başkası değildir. Muhyiddin-i Arabi (RA) der ki: “Maddi hayata tapanlar, deniz suyu içenlere benzerler, içtikçe susuzlukları artar.”
- Osman Abi.. Sen gerçekten çok değerli bir insansın. Seni üzecek adama acırım.
- Niye ki? Çok mu kuvvetliyim?
- Maddi ve manevi anlamda demedim. O kişinin doğruya karşı çıktığı için, düşeceği yanlıştan dolayı o şahsa acırım. Demek istiyorum...
Osman, tebessüm ederek cevap verdi. Abdullah bu arada toplanmaya başlamıştı. Eşyaları heybenin gözüne koydu ve heybeyi eşeğin sırtına bağladı. Bu arada Osman’da abdest almak için çeşmenin kurnasına yaklaşmıştı. Onun abdest aldığını gören Abdullah’ta hemen abdest almaya başladı. Çeşme iki oluklu idi. Bu yer altı suları hiç kesilmeden devamlı akardı. Hayvanların otlatılması için bırakılan alanda sekiz tane çeşme vardı. Her çeşmenin başında bir veya birkaç tane çoban öğle yemeği yemekteydi. Bu arada çeşmenin etrafında da hayvanlarını dinlendiriyorlardı. Az aşağıda daha büyük iki çeşme vardı. Orada gölgelik çoktu. Fakat orada genellikle büyük baş hayvan otlatanlar olurdu. Hayvanlarını öğle sıcağında bu ağaçların gölgesine getirir dinlendirirlerdi. Beş altı çoban bir araya geldiği zaman, oyun oynarlardı. Çoğunluk çelik çomak olurdu. Bazen de, içine saman doldurdukları plastik bir top ile tek kale top oynanırdı. Bugün aşağıdaki sığır çobanları, top oynuyordu. Osman, Abdullah’ın abdestini almasını beklerken, etrafı seyre daldı. Çocukluk ve gençlik yılları gelmişti aklına. Abdullah’ın abdest alması bitince, Osman imam oldu ve namaz kıldılar. Osman o günü bu şekilde dinlenerek geçirmişti.

11
Okullar tatile girmişti. Köyün dışında orta öğrenim ve yüksek öğrenim gören çocukların çoğu köye geldiler. Dağdaki koyun otlatanların çoğu okulun bitmesi ile köye gelmiş çocuklardı. Osman, Abdullah ile dağda koyunları beraberce dolaştırdılar. Akşama doğru, köye gelirken Yusuf’u gördü. Abdullah ile vedalaşarak, Yusuf’un yanına vardı. Yusuf, epey sürü edinmişti. 500 civarında koyunu vardı. Osman ile birlikte ağıllara kadar koyunları getirdiler. Osman ağılları gezip, yapılması gerekenleri tek tek tespit etti. Gördüğü eksikliği Yusuf’a bildirmiş Yusuf’ta bu eksiklikleri not almıştı. Yusuf’la birlikte diğer ağılları gezdiler. Osman onlarla konuşup dertlerini dinledi. Bazılarına öneriler sundu. Ne yapıldığı zaman daha iyi olur cinsinden öğütler verdi. Osman yanında duran Yusuf’a dönerek:
- Bak Yusufçuğum... Elinizde bulunanları koruyun, ona iyi sahip olun. Elinizdekileri korumanız başkasının elinde olandan istemekten daha iyidir.... Bu hayvanların sağlık taramalarını hiç aksatmayın. Bizim veterinerleri çağırın, gelip kontrol etsinler. İnsandır bazı şeyler umabilir. Geliş ve gidişlerinde kendi aranızda üç-beş kuruş toplayıp verin. O da okuyup dirsek çürüttü. Siz onun bilgilerinden bedava yararlanmaya kalkmayın. Bu da bir kul hakkıdır. Sakın ola kul hakkı yemeyin. Bu veteriner kardeşlerimizin, onurlu ve saygıdeğer bir kişilikleri var. Verdiğinizde istemediğini söyleyecektir. Ama benim böyle istediğimi söylerseniz, razı olurlar.
- Tamam abi... Sen meraklanma.
- Ağılları sık sık ilaçlayın. Hatta koyunları yıkayın ve yıkadıktan sonra onları da ilaçlayın. Bu yıkama işini yazın sık sık yapın. Sadece bu söylediklerimi sen yapar da başkası yapmazsa, yine yanlış yapılmış olur. Onun için hep beraber hareket edin. Tek başınıza kararlar almayın. Çünkü bulunduğunuz ortam bunu gerektiriyor.....
Osman, elini cebine sokup para çıkarıp Yusuf’a uzattı. Yusuf şaşkındı, ama mecburen elini uzatmak zorunda kalmıştı. Yüzündeki şaşkın ifade ile;
- Hayrola Osman abi....
- Hiç itiraz istemiyorum, cevap verme ve parayı cebine koy. Ondan sonra da söylediklerimi yap. Akşam gelirken iki tane koç getir ve kesip temizle. Birini fakir kardeşlerimize diğerini de eve bırak, yengen bir güzel halletsin. Malum okul bitti, epey zaman çocuklar köyde kalacaklar.
- Amaaaa.... dedi kelimeyi uzatarak, sonra mahcup bir tavır takınıp sustu.
- Evet biraz daha dolaşacağım. Benden bir isteğin falan var mı?
- Hayır efendim.
Yusuf, Osman’ı çok iyi tanırdı. O söylediğini düşünüp, taşınıp, tartarak söyler ve söylediğinden de asla vazgeçmezdi. Osman, söylediğini kararlı söylerdi. Ezan okunmaya yakın bir zamana kadar, ağıllarda dolaştı ve köylülerle sohbet etti. Onlarla dertleşti, şakalaştı. Akşam ezanına ezana yakın köye geldi.
Cami avlusunda oturan köylülere selam vererek, yanlarına oturdu. Beş dakika kadar oturduktan sonra ezan okumak için camiyi açıp içeri girdi. Ezanı okudu. Cemaate yine müezzinlik yapmıştı. Osman hak sözleri çekinmeden söyleyen bir insandı. Doğruya doğru, eğriye eğri derken kimseden çekinmezdi. Bu nedenle de onu doğru bilen köylüler, ona saygı duyarlardı. Namazdan sonra caminin avlusunda köylülerle sohbet etti. Onların sorunlarını dinledi. Bildikleri şeyleri onlara anlatarak sorunlarını çözmeye çalıştı. Bazılarına öneri sunarken, bazılarına da destek olma söz verdi. Hava iyice kararmıştı. Herkes evine giderken Osman’ın orada toplanmaya karar verdiler.
Osman eve geldiğinde Kadir’i kapıda Derviş’le çalışırken gördü. Avlunun etrafındaki lambanın ışığında, traktörle uğraşan Kadir ve Derviş’in eli yüzü yağ içindeydi. Osman, ne gibi bir sorun olduğunu sordu. Onlarda anlattı, Osman ne yapılması gerektiğini anlatarak eve girdi. Osman, divana oturmuştu ki; traktör sesini duydu. Traktörün arızası giderilmişti. Osman, çocuklarla şakalaşırken, Meryem ve Zeynep orta yere sofrayı hazırlamakla meşguldü. Sofra hazırlanınca, Kadir, Derviş, Yusuf’ta geldi. Hep birlikte bir aile olmuştu artık. Sofraya oturarak yemeklerini yediler. Yemekten sonra, Osman sordu, onlar cevapladı. Ne yapmak istediklerini anlattılar. Osman’da onlara öğütlerde bulundu. Bu arada köylülerde gelmeye başlamıştı. Bir saat içinde oda köylülerle dolmuştu. Kadınlar da Bekir’in evinde oturuyorlardı.
O gece geç saatlere kadar sohbet oldu. Köyün sorunları tartışıldı. Muhtar fabrika ile ilgilendiği için, muhtarlığa birinci aza bakıyordu. Köylülerden bir ikisinin sorunları vardı. Bu sorunlar konuşuldu ve büyükler hakem oldu ve sonuç tatlıya bağlandı. Dargın olan bu insanlar birbirleri ile barışıp sarıldılar. Sarılmak zorundaydı çünkü; bu köyün gelenekleri arasındaydı. Bu tür bir gelenek sadece ve sadece bu köyde vardı. Civar köylerde bu tür bir gelenek yoktu. Bütün sorunların tatlıya bağlanması Osman’ı sevindirmişti.
- Arkadaşlar.... dedi Osman... Burasını bize yurt seçen atalarımız, o zamanın şartları gereği, dağın yamacına köyü kurmuşlar. Düz yerleri de tarla, bağ, bahçe edinmişler. Gönül isterdi ki; evlerimiz düz yerlerde olsun. Ama böyle olmasında da bir mahsur yok. Balkona çıkıp veya pencere kenarına oturarak, aşağıları seyretme zevkimiz var. Allah geçmişlerimizden razı olsun. Geçmişlerimizin elbet hataları olmuş. Tıpkı bizim hatalarımızın olduğu gibi. Ağaç gider, çalı kalır; çalı gider, çakıl kalır. Bizler gideriz adımız kalır. Bari gelecek nesle nefes aldıracak olan bu işi başarılı bir şekilde yapalım. Dört aydır dağımızı ne güzel ağaçlandırdık. Bunun yararını hemen görmemiz elbet ki imkansız. Yeni doğan bir haftalık çocuktan, su getir demeye benzer bu... Bu fidanların boy atıp, bize yaralı olması için en az on sene lâzım. Eğer bizden önce atalarımız bunu yapmış olsaydı, şimdi buralar yalan dünyanın bir cenneti olurdu. Madem onlar yapmadı, bu görev bize düşer. Sabırla, yılmadan bu ağaçlandırma işini tamamlamalıyız. Sadece dağı ağaçlandırmak yetmez. Tarlalarımıza da ağaç dikmeliyiz. Tam ortasına dikmemiz elbet ki beklenemez. Ama, tarlalarımızın kıyısını ağaçlandırmak zor olmasa gerek. Bildiğiniz gibi bölgemize uygun ağaçlar dikiyoruz. Çam bölgemize pek, uyum sağlamamış olmasına rağmen, epeyce dikilmiştir. Bölgemizi meşe ile doldurduk, inşallah gönüllerde neşelenir. Ağaçsız memleket duvaksız geline benzermiş. Bir ağaç diken veya dikilmesine yardımcı olan insan, ölmezliğe inanıyor demektir.
- Osman ağa, bu ağacın ilerde faydası olacağını biliyoruz. Senin ziraat mühendislerine bir sorsan, acaba ekinlerimizi neden Süne böceği yiyip bitiriyor?.... dedi köylülerden biri.
- Yeryüzünde bir eko sistem vardır. Her canlı bu eko sistemin bir parçasıdır. Bir zincir düşünün, ortasından iki üç halkayı kopardığınız zaman o artık, tam bir zincir olmadığı gibi, hiçbir işe de yaramaz. Yaratılmış bütün canlılar insana hizmet için vardır. Aklınıza gelen hangi canlı türü olursa olsun, fark etmez. Hepsi de insanlığa hizmet eder. Bazıları direkt yardım ederken bazıları endirek yardım eder. Mesela; Atıklarımızdan üreyen mikropları, sinekler yok eder. Sinekleri ise kuş, kurbağa v.s gibi canlılar yok eder, onların neslini ise bir başka canlı kontrol eder. Bu zirveye kadar çıkar. Bir mikrobu yok etmek için pek çok canlı görev üstlenir. Bizim solucan dediğimiz, o küçük sürüngenlerin bile pek çok faydası vardır. Solucanlar, insanların atmış olduğu çöpleri, atıkları toprak ve gübre haline dönüştürür. Ama, sadece et, kemik ve süt ürünlerini toprak haline getiremiyorlar. Solucanlar olmasaydı; bu çürüyen ve artan çöplerle yer yüzü dolup taşardı. Ortalama insan, 45 kilo olarak ele alınırsa, her yıl kendi kilosunun 12 katı kadar çöp atmaktadır. Dünyanın artan nüfusunu da göze alırsak solucanların görevi daha iyi anlaşılır. Senin şu Süne dediğin canlılara gelince; onlar neden çok biliyor musunuz? Biz insanlar eko sistemden bir zincir halkası kopardığımız için. Bu bambulların neslini de kuşlar, kontrol eder. Yani onlarla beslenerek, bu böceklerin fazla üremesini engeller. Özellikle de bu böcekleri keklikler çok yer. Biz kekliklerin neslini, kurutursak, eko sistem bozulduğu için, bize yararlı bir canlıyı ortadan kaldırmış oluruz. Böyle olunca da, o böcekler ekinlerimizi talan eder. Sen bile av meraklısı bir insansın. Av eti ile karın doyurduğunu sanmıyorum. Sırf nefsini tatmin etmek için o keklikleri katlediyorsunuz. İşte bu eko sistem kopunca, ortalık karışır. Ondan sonra da buna çözüm ararız. Sistemi hiçbir canlı bozmaz, biz onların düzenine karışmadığımız müddetçe. İnsan bile, en fazla zararı bir başkasından değil, kendinden görür.
- Eğri ağaçsız orman olmazmış Osman ağa... Bizim eğrilerimiz de bu. Keklik avlamayı ben de sevmem ama, insanlar bundan zevk aldıkları için yapıyor.
- Seyfi kardeşim “buğday başak verince orak pahalanır.” Bunu cezasını toplum olarak hepimiz çekeriz. Bir iki kişi av yapıp zevk alacak diye toplum olarak sancı çekme lüksümüz yok. Sonra da neden bu böyle deme hakkımız hiç yok. Zaten insanları nasihat yola getirmez, musibet yola getirirmiş. Bu ekinlerimiz için de bir musibet olan Süne’nin neden olduğunu öğrendiniz. Artık av yapma lüksünden vazgeçersiniz umarım.
- Ama... dedi kekeleyerek...
- Aması maması yok. Hayatta kurallara uymaktan başka hiçbir alternatifin yok. Bundan başka zaten de bir çıkar yolumuz yok. Kurallara uymak zorundayız. Her iki cihanı mamur etmenin yolu ilk önce hakk’ın kurallarına sonra da içinde yaşadığımız dünyanın kurallarına uymak zorunluluğumuz var. Kısaca başka yol yok.
Gece geç vakitlere kadar, çiftçiliği ve hayvancılığı ilgilendiren konularda konuşuldu. Herkes bildiği konuda söz aldı. Bu köyde her şey, Allah rızasını gözetilerek yapılırdı. Yardımlaşma çok mükemmeldi. Onun için Osman gibi, Yakup gibi, Adem gibi, Turgut gibi insanlar birbirine güvenerek büyük işlere girişmişti. Köyün arazisi İrfanlı baraj gölüne kadar dayanmaktaydı. Fabrikalar kurulduğundan beri köyde, önceden devamlı ekilmekte olan buğday ve arpa pek fazla ekilmiyordu. Çoğunluk yonca, soya, yulaf, pancar v.s gibi ekimlere ağırlık verilmişti. Böyle olunca da insanlar ister istemez, tarlalarında çalışmak zorundaydı veya işçi çalıştırmak durumunda kalıyordu. Önceleri sadece on gün içinde tarla sürülür, bir on günde ekimi yapılır ve üç günde de hasat kaldırılırdı. Senenin 12 ayında sadece , ilaçlama, gübreleme dahil bir ay çalışılmış olurdu. Şimdi ise, senenin sekiz ayı tarlada çalışılıyordu. Ürün üstüne ürün alınmaktaydı. İnsanların birbirlerini çekiştirecek, dedikodu yapacak, birbiri ile uğraşacak zamanı pek yoktu. Sadece kışın boş kalıyor gibiydi. Ama hayvanlara bakım yapmak da koca bir günü alıyordu. Fabrika sayesinde insanlar hep çalışmak durumunda kalmıştı. Çünkü; ürettikleri anında değerleniyordu. Tarlalarda üretilen yonca direk olarak depolanırken, soya pancar yulaf gibi ürünlerde kasabadaki gübre fabrikasında işleniyor ve besicilik yaparlara satılıyordu. Bunu kendine iş edinen tüccarlar vardı. Ayrıca kendi adına üreten, işleyen, gübre yapanlarda vardı. Son iki senedir her eve sıcak para girmekteydi. Önceleri sadece hasat sonunu bekleyerek, nakit paraya kavuşurlardı. Artık günlük kazançları olmaya başlamıştı. Bu nedenle, köye büyük bir market bile açılmıştı. Hatta bir berber bile vardı köyde. Toprağı olmayan insanlarda, insanlara böyle hizmet ederek kazanıyordu. Eskiden çocuklar taşımalı sisteme göre bir başka köye götürülüyordu. Şimdi ise köyde öğretmen değil öğretmenler vardı. Köyde iş imkanı olduğundan, köyden göç edenler tekrar dönmüş, fabrikada işe başlamışlardı. İşte bu yüzden köyün okulu tekrar açılmış, eski şen günler tekrar gelmişti.
Ekilmeyen bağ ve bahçeler tekrar yeşermiş, insanlar buralarda da çalışmaktaydı. Sadece bağ ve bahçesi olanlar, burada ürettiklerini köydeki insanlara ve ilçeye satıyordu. Sosyal hayat canlanmaya başlamıştı. Köyde kimin kalabalığı olsa, şen şakrak olmaya başlamıştı. Eskiden yirmi hane kadar bir aile yaşıyordu köyde. Şimdi ise, 250 hane olmuştu. Hatta yeni evler yapılmaktaydı. Eski evlerin çoğu, ağaç döşeme ile kaplı olup, üzeri toprakla örtülüydü. Şimdilerde yapılanların hepsi, çatılı ve modern yapılardan oluşmaktaydı. Köyün içindeki yollar yapılmış, viran olmuş evlerin yerleri temizletilmiş, barajdan devlet vasıtasıyla getirilen su ile, köy suya kavuşmuş. Tek minareli 200 kişilik bir camileri vardı. Bu cami artık köylülere dar geliyordu. Caminin bütün eksiklerini Osman karşılar, bir başkasının yardımına ihtiyaç kalmazdı. Köye büyük bir cami yapılması için, köylülerden üç kişi bu işi üstlenmiş, ekin zamanı cami yapımı için para toplamaya başlamışlardı. Ayrıca Almanya’da, Fransa’da, İsviçre’de v.s dışarıda çalışan insanlara da haber gönderilmiş, cami için yardım toplanmaya başlanmıştı. Son günlerde sulu tarım ilgi görmeye başlamıştı. Bunun için herkes, büyük yatırımlar yapıyordu. Herkes tarlasına 30-40 metre derinliğinde kuyu vurduruyor ve oraya bir motor atarak, tarlasına değişik ürünler ekme fırsatı buluyordu. Seracılık nedir bilmeyen bu köylüler artık sera yaptırmaya başlamışlardı. Bu fikirde olanlar sera yapmaya hızla devam ediyordu. Seralarda çoğalmaya başlamıştı. Devlette seracılığı desteklemekteydi.
Hep olumlu olaylardan konuşulmamıştı elbet. Bu köyler için yaz aylarındaki en büyük sorun, baraj kenarındaki lokantaya içmeye ve eğlenmeye gelenlerin, içtikten sonraki taşkınlıkları idi. Murat’ta böyle üç genç ve gençler tarafından dövülmüş, bu taşkınlıklar neticesinde de bir hayvan yaralanmıştı. Buna benzer her gün bir olay olmaktaydı. Hatta arabadan yanan sigaranın atılmasıyla, birkaç kez de ekili alanlar yanmıştı. Sarhoş sarhoş kullanılan araçlar, kaza yapmaktaydı. Kâh başkasına kâh kendilerine zarar veren bir gençlik vardı ortada. Bu gençlik hep dışardan geliyordu. Köyün gençliği ve insanları iş gailesi içinde oldukları için, bu tür davranışlara yönelmiyordu. Yönelemiyordu da. Köyün sorunları hakkında herkes fikir beyan etmişti. Muhtar Turgut’un vekili olan birinci aza Hayatı, hepsini not aldı. Öğretmen Cebrail İldeş ile değerlendireceğini söyledi. Cebrail, bu köyü çok severdi. Hatta bu köyden bile evlenmişti. Çok temiz bir ahlakı olduğundan köylüler arasında da sevilirdi. Çok güvenilebilen bu insanın okulun gelişmesinde çok faydası olmuştu. Köyün her sorunu ile ilgilenirdi. Yardım sever bir insandı. Okulun bahçesini tekrar yeşillendirip, her tür meyve ağacının dikilmesini sağladı. Bizzat bu fidanları da kendi cebinden harcadığı para ile aldı.
Köylüler, gecenin geç saatlerine doğru dağılmıştı. Osman, dışarı çıktığından Meryem ve Zeynep odanın temizliğini yapmaktaydı. Kapılar pencereler açılmıştı. Odanın içi havalandırılıyordu. Osman’ın sigarayı sevmediğini bilen köylüler, odada sigara içmemiş, sigara içmek isteyenlerde izin alıp dışarıda içmişlerdi. Kadir ve Yusuf’ta ineklerin bulunduğu ahıra gitmiş, hayvanlarla ilgileniyorlardı.

12
Mevsim yazın ilk ayları idi. Havalar ısınmaya başlamış, hatta bazı günler aşırı sıcaklıklar dahi olmuştu.
Osman, avluda dolanırken, coni adlı köpek, kuyruk sallayarak yanına geldi. Eğilip onunla biraz ilgilendi. Ayağını inceledi. Bir zamanlar ayağını sarmıştı. Sonra hayvanın sırtını sıvazladı. Çömeldiği yerden, ahıra doğru baktı. Kadir ile oğlu hayvanları tımar etmekteydi. Büyük baş hayvanların otlatılması işini bir ay öncesine kadar hep Kadir kendisi yapmıştı, son zamanlarda da köye göçmen bir aile gelmişti. Bu ailenin beş çocuğu vardı. Üçü erkek ikisi kız. Aralarında ikişer yaş olan bu çocukların en büyüğü 18 en küçüğü, sekiz yaşında idi. Aile köye yerleşmiş, çocuklar ve babası çobanlık yapmaktaydı. Kadir’de bu ailenin reisine iş vermişti. Bu adamın adı, Hüseyin idi. Kadir, bu aileye her türlü yardımı yapmaktaydı. Tıpkı Osman’ın kendisini koruduğu gibi, o da bu aileyi korumaktaydı. Kadir, Osman’dan 20 inek almıştı. İki sene içinde kapıdaki inek sayısı kırkın üzerine çıkmıştı. Özellikle süt veren inekleri tercih ediyordu. Ayrıca bölgeye dayanıklı yeni bir inek ırkının doğmasına neden olmuştu. Bunu yaparken de, fabrikadaki veterinerlerden büyük destek almıştı. Yanında çalışan Afgan ailesinin kızları ile anaları, Meryem kadına ev işlerinde, bağ ve bahçe işlerinde yardım ettikleri gibi, ineklerin sağılmasını da yapıyordu. Bu çalışmalarından dolayı da maaş alıyorlardı. Ailede her fert maaşlı idi. Sosyal güvenceleri dahi yatmaktaydı. O aile fertleri de yaptıkları işi, kendi işleri kadar titiz ve mükemmel yapmaya çalışıyorlardı.
Meryem kadının balkondan indiğini görmüştü Osman. Zeynep bir bez parçasını balkondan sarkıtarak, sallamaya başladı. Meryem, merdivenlerden inip kendi evine gitti. Osman, odanın temizlendiğini anlamıştı. Kadir ile Yusuf’a baktı, sonra “boş ver” anlamında elini salladı. Onların yanına varırsa, çalışmaları aksayabilirdi. Eve çıktığında odanın kapısı açıktı. Zeynep elindeki bezleri silkelemekle meşguldü. Osman içeri girdi ve kütüphanenin önünde durdu. Kitaplara göz atıyor ve ara sırada birini alıp, sayfalarını açıyordu. Zeynep dışarıda silkelediği bezlerle içeri girdi. Bu bezler duvara dizili olan yastıkların örtüsüydü. Osman elindeki kitabı indirirken, Zeynep’i seyretti. Zeynep yaptığı işi zevk içinde ve severek yapmaktaydı. Zeynep, titiz bir kadın idi. Temizliği çok severdi. Bu nedenle de gecenin bir yarısı da olsa, o işi yapmadan yatmazdı. Akşamın işini sabaha bırakmayı sevmezdi.
- Sultanım, bu evde dört oda bir salon var. Sadece bir oda kullanılırken bile, diğer odaları da elden geçirme. Canına acı. Tamam, temizliğine hayranım. Allah senden razı olsun. Fakat bazen de boş şeylerle uğraşıyorsun. Yapma be güzelim, canına acı. Dünyaya bu kadar ehemmiyet veremeye değmez. Eşyaların kölesi olmamalıyız. Eşyalar insanın kölesi ve hizmetkârı olmalı. Onları korumak için sürünmeye değmez.
- Efendi, sen ne deyip durursun Allah aşkına? Dünya malını sevdiğimizden çalışmıyoruz! Dünya malını kullanırken, sağlığımıza yararı olsun istiyoruz. Sen kitaplarını niye çok seviyorsun?
- Ne alakası var şimdi?
- Sen onlara gösterdiğin ihtimamı çok görmüyorsun da, benim evim için gösterdiğim ihtimamı neden çok görürsün efendi?
- Özür dilerim... Kızacağını bilmiyordum. Sen bildiğini yapmaya devam et... Ben sadece senin yorulmanı istemiyorum. Sağlığın ve sıhhatin iyi olduğu müddetçe, huzur bulursun diyorum.
- Efendi, efendi. İnan hasta yatarken bile, şu yapılmadı, şu silinmedi diye düşünüyorum.
- Sultanım... Bu senin için iyi değil. Aşırıya gittiğini gördüğüm için konuyu üsteliyorum. Titizlik güzel ama, aşırı titizlik hastalık belirtisi olabilir. Bu saate kadar yatmadın. Oysa evi temizlemeyi Meryem bacım yaptığı halde, sen uyumadın. Temizliğe bizzat yardım ettin. Burası adeta bir köy evi gibi. Gelenin gidenin hesabı yok.
- İşte ben de diyorum ki; köy evi orada boş duruyor, sen hep burada toplantıya çağırıyorsun.
- Hayrola! Burada konu komşu istemiyorsan açıkça söyle.
- Yok öyle demek istemedim de.
- De’si Me’si yok bu işin. Hem sana kim diyor ki, temizlik yap?.... Lütfen bu konu veya buna benzer bir konu daha duymak istemiyorum. İnsanlar sevdiği yere gelir. Sevmediği yere gitmez. Demek ki seviliyoruz, sevilmeseydik kimse kapımız çalmazdı. Kul gözünde sevilmek, Allah katında hoşnutluk oluşturur. Bizi yaratanın bizden hoşnut olmasından güzel ne olabilir ki? Bak hayatım; Dünyaya karşı tavrın bir arınınki gibi olsun. Arı, incecik bir dala konduğunda onu kırmaz. Yediği zaman, yiyeceklerin en temizini yer. Bıraktığı zaman da en güzel balı üretir. Eşşek arılığı yaparsan herkes senden kaçar. Her zaman sana hatırlatıyorum. Hayatta mutlu yaşamak için bazı kurallar var. Bunlardan birini Hasan-ı Basri (RA) ne güzel dile getirmiş. Der ki; “Öğüt istersen; bağlı olanı aç, açık olanı bağla. Yani kesenin ağzını aç, cömert ol. Dilini de tut. Lüzumsuz konuşma.”
- Kızma efendi....
- Zeyneppp..... dedi hafif yüksek tonda. Zeynep bu son p’lerin uzamasını bilirdi. Baruta ateşin yaklaşırken çıkardığı sessizlik sonrasının ne olduğunu bilir, hemen oradan uzaklaşırdı. Üstelediği zaman, neler olacağını çok iyi bilirdi. Üstelemeyerek odasına gitti. Osman, içeride bir müddet dolandı. Sonra çıkıp abdest tazelemek için çeşmeye indi.
Gecenin ikisi idi. Arazide ışıklar vardı. Tarlalardan gelen bu ışıklar, biçerdöver, kamyon ve traktörlere aitti. Osman, abdestini aldıktan sonra bir zaman arazideki bu ışıkları seyretti. Arpalar biçilmekteydi. Arazide yollar hariç, yedi yerde ışık belirtisi vardı. Demek ki, yedi tane biçerdöver vardı köyde. 20 gün sonra köyde ekin namına bir şey kalmayacak, bu seferde saman yapmak için, samancılar gelecekti. Osman, kendini yokladığında bu düşünceler dahi sinirini yatıştırmamıştı. İçeri girerek, namaza durdu. Ne kadar gece namazı kıldığını hatırlamıyordu. Dışarıda Coninin havlamasını duydu. Bu havlama, her zamanki gibi değildi. Selam verdikten sonra, kısa bir dua yapan Osman, dışarı çıktı. Coni, bir köşeye kısılmış ve komşu evin arkasındaki birkaç köpeğe karşı, kısık kısık havlamaktaydı. Bunu fark eden Osman;
- Coni ne yapmamı bekliyorsun? Senin yerine gidip o köpeklere kafa mı tutayım... Bir gün olsun kendi işini de kendin yap be. Zaten dünyada hiç emek harcamadan yaşayan tek yaratık sizlersiniz. Bir başkasını kullanmaktan utan. Ondan utanmıyorsan, köpekliğinden utan.... dedi ve hayvanın başını okşadıktan sonra tekrar içeri girdi.
Eline aldığı bir kitap ile divana uzandı. Kasetçalarda Ömer Karaoğlu’nun “Kalksam ve Dirilsem” adlı kasidesi çalıyordu. Bu parçanın onda çok özel bir yeri vardı. Bu parçayı ilk defa Avrupa’da dinlemişti. Üstelik de, can arkadaşı Nevzat Sağlam, bu parçayı bir düğünde söylemişti. O günden beridir bu parça hep o günleri ve oradaki arkadaşlarını anımsatmaktaydı. Parça bitene kadar eski günlerde gezinti yaptı. Bunun gibi birkaç parça daha vardı onun için özel olan. M. Demirci’nin “Kaside-i Ebûbekir”, M. Emin Ay’ın “Esmaü’l-Hüsna”, Adil Avaz’ın “İmanlı Gençlik”, Uğur Işılak’ın “Dönen Alçak Olsun”v.s. bu ve buna benzer pek çok kaside ve ezginin onda çok özel bir yeri vardı. Özellikle Hasan Kılıçatan’ın bütün parçalarını dinlemekten haz duyardı. Bu parça Osman’ı bir anda Avrupa’daki günlerine götürmüştü.
Oradaki arkadaşları zihninde canlanmaya başlamıştı. Askerden sonra gitmişti Avrupa’ya. 29 yaşından 32 yaşına kadar Avrupa’da kalmış, çeşitli işlerde çalışmıştı. Aile hasreti onu eritiyordu. Bu üç sene içinde epey birikimi olmuştu. Bununla köye gidecek, koyun ve büyük baş hayvan alarak, hayvancılık yapacaktı. Ve geldi. Fabrikayı kurana kadar geçen dört yıl içinde, çok şey kazandı. Her sene bir önceki malının iki katını kazanabiliyordu. Bunun yanında babasından kalma beş yüz dönüm tarlalardan da, yüksek verim almaya başlamıştı. Çünkü o, bilinen klasik yönleri değil Avrupa’da tanıdığı bir çiftçinin yaptıklarını yapmıştı tarlalarına. O nedenle çok verim alıyordu. Avrupa’nın ona çok faydası olmuştu. Maddi kazançtan çok, manevi kazançla dönmüştü. Bu konuda çok değerli dostları ve arkadaşları vardı. Onlarla hiçbir zaman irtibatı kesmeyerek, köyde yaptıklarını, onlara yazarak bildirirdi. Onların da köylerine dönerek bu tür yatırım yapmalarını isterdi.
Bu düşünce dünyasında epeyce dolaştı. Yüzüne mutluluk gelmişti. Karısına sinirlendiği için pişman olmuştu. Çünkü o kadın, bu huyunu asla terk edecek gibi değildi. Temizlik hastası bir kadındı. Osman, “Östağfirullah” diyerek kitabı okumaya başladı. Kitabın son birkaç sayfasına gelmişti ki; ezan okunmaya başladı. Yan odada yatan karısının yanına vardı. Kapının önünde biran durdu. Onun uyuduğunu görünce, yatağına kadar vardı ve Zeynep’in alnından öptü. Zeynep aniden ayağa fırlamıştı. Osman’ı karşısında görünce rahatladı. Osman, ellerini kulağına götürerek namaz işareti yaptı. Zeynep başı ile “tamam” dedi. Osman, hızlı adımlarla camiye gitti. Yolda Kadir ile Yusuf’un da camiye gittiklerini çok geç fark etmişti. Onlara selam vererek yanlarında hızını kesti.
- Kadir hayvanların tabak olup olmadığına hiç baktın mı? Çoktandır dağlardasınız.
- Osman Abi, geçen fabrikadan veteriner Ercan Beyi getirdim. O kontrol etti. Bana da bir çok nasihatte bulundu. Bir hafta daha ihmal etseymişim hayvanlar tabak olacakmış.
- Ekinler biçilene kadar dikkat etmeniz gerekiyor. Arazinin boş yerlerine geçebilseniz, hayvanlar da rahatça otlayabilirdi.
- Köylülere hep söyledik. Ekim yapılacak yerleri arazide bölün diye. Bir sene bir bölge ekilmeli, bir sene de nadasa kalan yer ekilmeli. Öyle olunca, hem tarla dinlendiği için daha iyi verim alınır dedik. Dinleyen yok ki?
- İhtiyaç meselesi, be Kadir’im ihtiyaç meselesi. Demek ki, köylülerin ihtiyaçları var. Yoksa neden dediğini yapmasınlar. Hem bu onların kendi çıkarları için değil mi?
Konuşa konuşa camiye gelmişlerdi. İçeriye girdiklerinde köylülerin çoğu, sabah namazının sünnetine başlamışlardı bile. Osman, hemen sünneti kılıp, imama bakındı. Farz namazı için gameti Yakup okudu. Namaz kılındıktan sonra, cami avlusunda birkaç köylü oturuyordu. Osman, imam ile konuşarak camiden çıktıklarında köylüler, Osman’ı çağırdılar. Bahçe içinde bulunan bank yerine çimlerin üzerine bağdaş kurup oturan Osman, onlarla epeyce sohbet etti.
- Osman, bizim Fahrettin’in sana selamı var. Dün akşam telefon etti. Seni sordu.
- Aleyküm selam... Nasıl iyimiymiş?
- İyiymiş... Senin ona yardım edeceğini düşünüyor. Baba bu ellerden bıktım. Artık temelli dönmek istiyorum. Osman’a söyle, bana bir iş düzeni kursun diyor.
- Ne gibi bir iş yapabilir ki?
- Valla epey birikimi olduğunu, elindeki avucundakini satıp, senin yaptığın gibi büyük bir işe girişmek istediğini söyledi.
- İzini yaklaşmış olmalı. İzine gelmiyor mu?
- Bir hafta sonra gelecekmiş.
- İyi o zaman, temelli çıkış falan almadan hele bir izine gelsin. Şahsen yüz yüze görüşürüz.
- Ben bugün arayıp söyleyeyim mi?
- Söyle... İzine geldiğinde konuşacakları varmış de... Beni mazur görün, fabrikaya gitmem gerek.
- Tabi, tabi... Sen işine git. Allah razı olsun.
- Hepimizden Allah razı olsun... Bana müsaade...
- Müsaade senin Osman Bey...
- Allah’a ısmarladık.... deyip fabrikaya doğru ilerledi.
Köyün çıkışında Mustafa’yı bahçede ağaçları sularken gördü. Onunla ayak üstü konuştu. Osman oradan ayrılacağı sırada Mustafa, ağaçlardan meyve alıp Osman’a verdi. Osman, meyveleri buz gibi akan çeşmede yıkayıp, Mustafa ile vedalaşarak oradan ayrıldı. Fabrikaya işçiler daha gelmemişti. Fabrika girişinde bekçi, Tahir ile biraz konuştuktan sonra, ayaklarını dezenfekte edip fabrikaya girdi. Fabrikada gece vardiyasında çalışan işçilere selam verip bürosuna geçti.
Kasetçalara bir kaset koyup masa üzerinde duran dosyaları incelemeye başladı. İki saat kadar inceleme yaptı ve imzalanacak yerleri imzaladıktan sonra dosyaları, masanın köşesine doğru itti. Sonra kalkıp mutfağa indi. Dolabı açarak, kahvaltılık hazırladı kendisine. Semaverde devamlı sıcak su bulunduğu için, bir bardak sıcak su alıp poşet çaydan alıp içine koydu. Dilimlenmiş ekmeğe tereyağı sürdü. Üzerine kendi ürünlerinden olan krem peynirden sürdü ve yemeye başladı. Bu esnada içeri Abdullah girdi. Osman ona buyur diyerek sandalyeyi gösterdi. Abdullah oturduğunda Osman hemen kalkıp bir bardak sıcak su alıp içine çayı koydu ve Abdullah’a uzattı.
- Aman Osman Abi... Ne lüzumu vardı?
- Az yemedik ekmeğini... Ne demek yemem içmem?... İkramı sakın ola geri çevirme...
- Osman Abi.. Geçen gün bana bir şey demiştin ya?
- Kabul ettinse beni mutlu edersin...
- Sanırım siz haklısınız... Bu iyiliğinizi nasıl öderim?
- Ne iyiliği evlat... Verdiğimi zamana yayıp geri vereceksin. Bunun iyilikle ne alakası var?
- Ama Osman Abi... Bir baba bile bunu yapacak kadar cömert olamaz. Siz ki, herkese kucak açıyorsunuz.
- Ben, sadece ve sadece Allah’ın bana bahşettiği şeyleri, siz değerli insanların hizmetine sunmaya çalışıyorum. Abdullah, ben çok çektim. Askerden geldikten sonra evlendim. Babamın durumu pek de iyi değildi. 500 dönüm tarlamız vardı, bunun yarısını nadasa bırakır yarısını ekerdik. Yinede pek kazancımız olmazdı. Eski bir traktörle bu işi yapardık. Ektiğimiz mahsul çıktığında, yaptığımız masrafa denk gelir veya gelmezdi. Bu nedenle hep çalışmak zorunda kaldım. Çalışmaktan da asla yılmadım. Bunu bir ibadet olarak algılamışımdır hep. Sabır benim en büyük sermayemdi. Ve halen de öyledir. Bazı şeylerde çok aceleci davranırım. Ama çok sık eleyip hareketlerimi atmadan önce kafamda iyice yoğurduktan sonra aceleci olurum.... Çay ister misin?
- Hayır sağolun efendim.
- Bu nedenle yokluk nedir çok iyi bilirim. Askerde bile babamdan para istemedim. Askerdeki harçlığımı hep kendim kazandım. Nasıl dersen? Bir fotoğraf makinesi alıp, arkadaşların resimlerini çektim ve onlardan alıklarım sayesinde, epey kazandım. Geriye dönüp de keşke şunu yapsaydım da şunu yapmasaydım dememeye çalıştım. Zamanımı çok iyi kullandım çünkü zaman en büyük sermeyeydi. Her dakika geçip giderken, ben o geçen dakikaları geri getirme şansına pek sahip olamazdım. Bu nedenle, bir saat sonra ne yapacağımı, yarın ne yapacağımı hatta gelecek yıl ne yapacağımı hesaplayarak yaşamayı severim. Düşünmek de iş yapmanın yarısıdır. Sizlere nasihatim olsun. Zamanınızı çok iyi değerlendirin. Boş zaman yoktur boşa geçen zaman vardır. İşte senin yaptığın gibi boşa geçen zamanda, kitap okumak olmalı. Okuduğun her kitap sana çok şey kazandıracaktır. Hiç aklına gelmeyen bir fikir sayesinde bir anda, hem maddi hem de manevi yükselme şansına sahip olabilirsin.... Çay istemediğinden emin misin?
- Sağolun efendim...
- O halde, zaman dedik. Zamanı boşa harcamayalım... Yukarı çıkalım da sana lâzım olanı verelim. Ondan sonra da, sen işinin başına dön ve zamanını hep değerlendirmeye çalış. Hayatta insan çalışmakla yorulmaz. Beden iş yapmadığı zaman uyuşuk uyuşuk yattığında da yorulur.... Hadi yukarı çıkalım...
İkisi birden merdivenlerden yukarıdaki bürolara çıktılar. Muhasebeye gelince Osman gerekli talimatları verdi. Kendisi adına aldığını ve kendi hesabına not edilmesini isteyip Abdullah ile vedalaşarak bürosuna döndü. Bürosuna girmişti ki; Turgut, Yakup ve Adem içeri girdi. Ellerinde birer dosya vardı.
Bu dosyalarda aylık çalışma planları vardı. Herkes bir ay boyunca neler yaptığını, neler yapılması gerektiğini yazar ve bir dosya halinde bunu rapor etmek zorundaydı.. Yakup’tan başlayarak dosyayı incelemeye başladılar. Osman dosyadaki yazılanları sesli olarak okur ve herkes not alırdı. Yakup genellikle, fabrikaya ürün temini ile ilgilenirdi. Osman, fabrikaların bütün giderleri ve gelirlerini takip eder, yapılması gerekenleri not eder, yaptıklarını da yazar ve bu toplantıda okuyup üzerinde konuşurlardı. Personel ve reklam işi ile de Osman ilgilenirdi. Adem; makine tamirleri, makine temini, mal pazarlaması ile ilgilenirdi. Turgut ise yeni girmişti işe, onun görevi de, kesimhane ve ahırlardaki hayvanlara yem temini, sağlık kontrollerini, kısaca fabrika içinde yapılması gerekenlerle ilgilenir ve Yakup’a yardımcı olmaktaydı. Turgut, her gün yaptığını ve yarın yapması gerektiğini yazarak bu aylık toplantıya hazırlardı. Bu dosyalar incelendikten sonra öbür ay yapılması gerekenler not edilir, herkes üzerine düşeni yapmak için ayrılırdı.
Osman, toplantı sonrası, birkaç tane personelin sorunlarını dinledi. Onlara yardımcı oldu. Çalışanların ne gibi sorunları varsa ilgilenir, bir baba şefkati ile yaklaşırdı. Hiç kızmazdı. Çok sakin olduğu için karşısındaki insanın da sakin oluncaya kadar konuya girmesine engel olur, onunla genellikle dini konularda, dünya konularında hatta güncel konularda sohbet eder ve sonra da derdini anlatmasını isterdi. Hal böyle olunca da, karşısında ki insan, çok rahat hareket eder, senli benli konuşarak derdini anlatırdı. Bazen onların fikirlerini alır, bu fikir üzerinde sohbet ederdi. Hiç kimseyi küçümsemezdi. Herkesin düşüncelerinden yaralanmayı bir ilke edinmişti. Bu düşünceleri kendinde toplayarak yoğurur ve kendi fikirlerini de ekleyerek, hayatına uygulamaya başlardı.

13
Osman, son günlerde biraz yorulmuş gibiydi. Çocukları da üniversite imtihanlarında başarılı olmuş, ülkenin çeşitli illerinde okumak için kayıtlarını yaptırmaya gitmişti. Osman onlar adına seviniyordu. Onların fabrikada iş hayatına atılmadan önce yüksek okulu bitirmelerini istiyordu. Çocukları da zaten bu amaç doğrultusunda hareket ettiğinden, üniversite sınavlarında başarılı olmuş. İkisi de aynı senede üniversiteyi kazanmıştı. Çünkü büyük oğlu, ilk denemede istediği puanı alamadığından bir sene dershaneye gitmek zorunda kalmıştı.
Okullar açılmaya başladığında çocuklarını tek tek yanına alarak, okuyacağı kente götürüp yerleştirdi. Anneleri Zeynep, onların yalnız kalacağını düşündükçe ağlıyordu. Osman, onu teselli ederken, çocukların yanında ağlamaması gerektiğini söyleyerek, sakinleştirmeye çalışıyordu. Onlar için tuttuğu eve gerekli eşyaları alıp, çocuklarını yerleştirdikten sonra tekrar köyüne, işinin başına döndü.
Osman fabrikanın bürosunda, öğle namazını kılıp dosyalarla ilgilendiği sırada, Fahrettin Alper geldi. Fahrettin’i görünce ayağa kalkıp ona sarıldı.
- Gurur duyuyoruz seninle be Osman. Sisli derenin böyle bir şeye şahit olacağını söyleselerdi inanmazdım. Ne mükemmel bir yatırım yapmışsınız. Allah başarınızı daim eylesin.
- Sağolasın Fahrettin kardeşim. Elimizden geldiğince bir şeyler yapmaya çalıştık.
- Bir şey değil çok şey yaptınız. Binlerce insan bura sayesinde ekmek yiyor. Burada çalışanların benim Avrupa’da elime geçen kadar maaş aldıklarını duydum. Ne kadar sevindim bilemezsin.
- İnsana değer verildiği zaman, kazanan her iki taraf olur. Tek taraflı kazanç, kesinlikle helal değildir. Burada çalışan insanlar emeğini, göz nurunu verecek ve sadece biz kazanacağız. Bu hangi kitapta vardır? Olamaz. İşte bu nedenle gözümüz arkada kalmadan yaşamak istiyorsak, size çalışan insanların mutlu olması gerekir.
- Peki kazancınız tatminkar mı?... dedi parmağında yılanlı yüzüğünü çevirirken. Yılan parmağa dolanmış ve başını parmak üstünde uzatmış olan bu kobra yılanın ağzı açık olup, üst ve altta iki tane uzun bir diş duruyordu. Bu ilginç gümüş yüzüğü fark eden Osman, biraz Fahrettin’i seyretti. Yüzükten gözünü alamadı. Bunu fark eden Fahrettin, yüzüğü onun göreceği şekilde elini masanı üzerine koydu. Osman, başını sallayarak kendine geldi ve Fahrettin’e yönelerek:
- Allah’a çok şükür. Biz halimizden memnunuz. Şu an başa baş götürsek bile yine kârdayızdır. Çünkü; biraz önce dediğin gibi, binlerce insana iş kapısı açmaya vesile olmuşuz. Onların içinden sadece bir tanesi bile samimi olarak “Allah razı olsun” dese, bu bize yeter. Dünyada her şey maddiyat değildir. Bu noktaya nasıl geldiğimizi merak ediyorsun. Bir söz okumuştum galiba Einstain’di. Der ki: “İnsan aklın sınırlarını zorlamadıkça hiçbir şeye ulaşamaz.” İşte bizde aklımızın sınırlarını zorladık ve bunu başardık.
- Eskiden beri bu tür deyişlere karşı bir ilgin vardı. Bakıyorum da devam etmektesin.
- Hayat, bir çizgi değil. Bir yoldur. Hiçbir yol doğru çizgiden oluşmaz. Her yolun bir engeli, virajı, teresi tepesi vardır. Mühim olan varacağınız noktayı bilmek. Bu yola çıkarken bir hedefimiz vardı ve bu hedefe adım adım ilerlemekteyiz.
- Bu yaptıklarınız yetersiz mi demek istiyorsun?
- Bunlar bir araç. Amaç bu değil. Amaç, insanlığa hizmet etmek, İslâm’a hizmet etmek, Allah’ın razı olduğu şekilde yaşamak ve insanların bu şekilde yaşamasına yardımcı olmaktır. Hedefimiz bu. Yani dünya çapında bir marka olabilmek. O nedenle daha yolun sadece başındayız. Sen diyebilirsin ki, süt ve et ürünleri ile dünya çapında marka olunabilir mi? Olunur. Olunduğunu göstermek için çalışıyoruz.
- İşte burada haklısınız. Avrupa’nın pek çok yerinde sizlerin yaptığı konuşulmakta. Son zamanlarda da Avrupa’nın pek çok ünlü ve büyük marketlerinde, ürünleriniz bulunmakta. O ürünleri orada gördüğümü zaman, içim öyle genişliyor ki, dünya bana küçük bir nokta gibi gelmeye başlıyor. Dünya dediğin bu kadar küçük oluyor, size olan saygımdan ve sevgimden dolayı. Sizlerle gurur duyuyorum.
- Bunu zenginlik olarak algılayan yanılır. Zaten, zenginlik bir silahtır, tapılacak bir mabet değildir. Biz zenginlimizi başka insanlarla paylaşmaktan haz duyuyoruz. Zenginliğimize tapmıyoruz. Eğer tapmış olsaydık, bunca yatırım ve zahmete katlanmaya gerek görmezdik. Kabuğumuza çekilir, kendimize ait bir dünya kurar ve orada yaşayıp, orada ölmeyi beklerdik.
- Boşuna dememişler servet; yiğit ve atılgan kişilerin yüzlerine güler. Hayatta riski seven insan başarılı olurmuş. Seninse hayatın hep risk almakla geçmiştir. Çocukluk yıllarımız beraber geçmişti. Seninle ne günler yaşadık? En olunmayacak şeylere girmeyi sever, yapılmayacak işleri yapar, çıkılmayacak yere çıkar, inilmeyecek yere inerdin. Hiç korku bilmezdin. İşte şu an ki durumunda bunun meyvesi olsa gerek.
- Ben senin gözünde belki böyleyim. Fakat, şunu bil ki; dünyada en korkak insan benim.
- Nasıl olur? Biz...
- Bildiğiniz manada belki korkak olmayabilirim. Ama ben, Rabbim’in gözünde ne derecede bir kul olduğumu düşündüğüm zaman çok korkuyorum. Ya, Rabbim’in istediği şekilde kul olamamışsam, işte o zaman dünya malı benim olsa ne yazar? Kanaatten nasibi olmayanı dünya malı da zengin etmezmiş. Biz kanaatkâr olmaya çalışıyoruz. İnsanların bize bakış açısı sadece islâm’i yönden olmalı. Başarılarımız bize ait değildir. Bütün İslâm âleminindir. İnsanların gözünde değerli olmak Allah’ın katında değerli olmak anlamı taşımaz.
- Bizim bildiğimiz Osman, boş Osman değildir. Biz öyle biliyoruz. Allah kalbine göre versin... Ama kendini asla küçümseme. Kul gözünde güzel olan, Allah katında da güzel olur.
- Burada yanılgı içindesin. Kulun gözünde, menfaat güzelse, çıkar güzelse, haram güzelse... Böyle bir anlayış yanlış olmaz mı? Unutma ki; Söz, ok gibidir. Senden çıktı mı, artık sen ona değil, o sana hâkim olur. Biz konuşurken buna riayet ediyoruz. Mal mülk sevdamız yok. Peki bu yatırımlar niye diyeceksin? Dedim ya, bu yatırımları Allah rızası için yaptık. Kibirlenmek, böbürlenmek, kasılmak için değil. Kibir hakkında İmâm-ı Zeynel Âbidin (RA)’in sözü kulağımıza küpe olmuştur. O büyük zât der ki: Kibir sahipleri kendilerinin bir damladan meydana geldiklerini, sonra da çürümüş, kokmuş leş olacaklarını bildikleri halde yine de kibirlenirler.
- Canım ben o açıdan demedim ki.... Neyse... Şimdi gelelim benim derdime... Ben ne yapmalıyım? Avrupa’da yaşamaktan, çalışmaktan bıktım. Ben sevdiğim yerde dostlarımla birlik olmak, onlarla sırt sırta vererek ilerlemek istiyorum. Monoton bir hayat, beni delirtiyor. Burada olan sevdiklerimin acılı ve sevinçli günlerini paylaşamıyorum. İşte bu beni delirtiyor. Onların içinde olmak, onlarla dertlenip, onlarla hüzünlenmek istiyorum. Benim ne yapmam lâzım. Bu sıkıntılar beni delirtecek. Ben bir an önce buralara gelmek istiyorum.
- Ne yapabileceğini bilmiyorum ki?
- İşte bu nedenle ben senden akıl almaya geldim. Bana bir yol göster.
- Hiç kafanda bir iş kurdun mu? Yani çocukluğunda da olsa, şunu yapacağım veya yapmalıyım dedin mi?
- Oooo, çocukken kimin hayali olmadı ki?
- O halde eline geçen fırsatlar o hayalin gerçekleşmesi için bir imkan sağlamalı. Çocukluk yıllarımda düşündüğüm bu kuruluşu, kafamda hep yoğurdum. Artısı ve eksisi ile bir düzen kurdum. Rabbim fırsatını verdi ve başardım. Seninde böyle bir düşüncen varsa, işte imkan. Bu hayallerin gerçek olması için zaman geldi demektir. Senin sıkıntının tek sebebi, ilk adımı atamamak. O adım atıldıktan sonra gerisi çok kolaydır. Bir gün otur ve eline bir kağıt al. Ne yapmak istiyorsan veya neyi çok arzulamışsan, onun üzerine yoğunlaş. Yapacağın işin artısı ve eksisini hesapla. Sonra da ilk adımı atmak için harekete geç ve bu işle ilgili bilgiler topla. Büyüklerinden, deneyimi olmuşlardan fikir al. Aldığın fikirleri asla küçümseme. Başarılar bazen küçük ayrıntılarda ve önemsiz gördüğün noktaların arkasındadır. İlk önce ne yapacağına karar ver.
- Ben ne yapabilirim ki?
- Dedim ya! Hayal ettiğin şeylerin bir listesini çıkar ve birinde yoğunlaş. Bu yoğunlaştığın konuda herkesten destek iste. Gerekirse, aynı şeyi kabul edeceğini umduğun kişileri yanına al. Onlarla ortak hareket et. Takım ruhu kurmaya çalış. Bireysel bir başarı peşinde koşma. Arkadaşlarını da çok iyi seçmelisin. Dünyada en kötü şeylerden biri de, menfaate dayanan arkadaşlıklardır. Bundan kaçın.
- Bunlar elbet ki baş tacı edilecek sözler. Fakat ben somut şeyler istiyorum.
- Sen fikrini ortaya koymadan somut şey bekleme.
- Dedim ya, bir iş kurmak istiyorum.
- Ama ne işi kurmak istediğini söylemiyorsun. Bana de ki, şu işi yapacağım, ben de bildiğim kadarıyla sana yardımcı olayım. İş para ile kurulur sanma sakın. Maddiyat elbet gerekli ama ilk önce, akıllı hareket ederek, mükemmel bir plan yapmalısın. Bence sen hemen bu gece veya gündüz, uzlete çekil, iki rekat namaz kıl ve yapabileceğin işleri ve özelliklede hayal ettiğin ortamı yaz. Sonrası kendiliğinden gelir.
- Peki... Deneyeceğim.... aslında Fahrettin kararsızdı. Osman’dan buyur bizim içimize gir demesini bekliyordu. Ama Osman ona sadece öğüt veriyordu. Osman da kendi açısından haklıydı. Gel içimize demek için, arkadaşları ile istişare etmeli ve Fahrettin’in neden anlayıp ne gibi yararlı olacağını belirlemeliydiler. Osman, Fahrettin’e düşünme payı vermekle, daha mükemmel bir işin ortaya çıkacağına inanıyordu. Osman’ın bürosunda akşam ezanına kadar konuşmuşlardı. Osman, ikindi namazını bir ara izin alarak kılmış, Fahrettin kılmamıştı.
- Sen kendinle baş başa kalarak yapabileceğini yazdıktan sonra, onun üzerinde daha rahat konuşabiliriz.
- Bu gece bir odaya girip bunu deneyeceğim.
- Voltaire der ki: “Bizi şartlardan çok, ruh yapımız mutlu kılar.”der. İşte bu nedenle ilk önce ruhun huzurlu olmalı. Yine bir sözü de şöyledir; der ki: “Hırs bir teknenin yelkenini şişiren rüzgara benzer. Fazlası tekneyi batırır. Azı da tekneyi olduğu yerde saydırır.” Bu işlerde çok hırslı olmaya gelmez. Sadece istekli olmak başarıyı getirir. Shakspeare der ki: “Var olmak; hissetmek ve görebilmektir. Ancak, yaşamak için düşünmek de gerekir.” Hele sen iyice bir düşün ve kararını bana bilahare söylersin..... Eee.. Oralardan anlatmadın. Tanıdık kim var yanında ?
- İki üç tane Türk arkadaş var. Başka da bir tanıdık yok.
- Haaa, sahi şunu söyleyecektim. Bir alman arkadaşınla iş yapmayı hiç düşünmedin mi? Veya orada bir iş yeri açmayı?
- Düşündüm. Ama memleketime yatırım yapmak fikri daha ağır bastı. Bu nedenle sana geldim ya.
- Bana gelip danışman ve derdini anlatman sadece benim nefsimi kabartır, bundan hoşlanabilir. Fakat ben seni sevdiğin işin başında gördüğüm zaman mutlu olurum. O zaman nefsim kabarmayıp, seni takdir eder. Allah’ın sevgili kulu olan Hz. Mevla’na ne güzel demiş: “Kendinizi yönetirken aklınızı, başkalarını yönetirken kalbinizi kullanın.”
- Evet... Ne söylesen, güzel söylersin bilirim. Dediğini yapacağım. Sonuç hakkında sana bilgi veririm.
- Senin adına hayırlı olmasını diliyorum.
- Peki bana müsaade, değerli zamanını boşa harcadığım için özür dilerim.
- Östağfirullah, sana bir nebze de olsa yardımım dokunmuşsa, bu boşa geçen bir zaman değil aksine, çok değerli bir zaman dilimi olmuş olur. Saygı her daim bizdendir.
- Hadi Allah’a emanet ol....
- Güle güle sevgili kardeşim. Güle güle....
Fahrettin ayağa kalktı. Kapıya doğru bir iki adım attıktan sonra durup, odayı inceledi. Sanki odanın içindeki dizaynı kafasına çiziyor gibiydi. Sonra Osman’a dönüp elini uzattı. Osman ile kucaklaştıktan sonra kapıyı açıp dışarı çıktı. Osman, koridora kadar çıkıp onu uğurladı. Fahrettin merdivenlerden inip gözden kaybolunca Osman odasına girdi. Kasetçalarda kısık bir ses tonuyla, A. Gönül’ün “Medine” adlı ezgisi çalıyordu. Bir müddet onu dinledi. Parça bitiminde dosyaları düzelterek dışarı çıktı ve eve doğru yürüdü.

14
Fabrikada vardiya değişimi vardı. Yakup ve Adem o gün, şehir dışına çıkmışlardı. Osman eve gidip gitmemekte kararsızdı. Aklına Zeynep gelince gitmesi gerektiğini anlamıştı. Çünkü kadın evde yalnız başına kalıyordu. Çocuklar okuldaydı artık. Fabrikanın giriş ve çıkış kapısına geldiğinde bekçi Tahir’le ayak üstü konuştu. Onun hatırını sorup, bir isteği olup olmadığını öğrendi. Tahir’in oğlu kumarbazdı. Ondan biraz söz açılmıştı. Son günlerde çocuklarını ve karısını babasının yanına bırakarak, kayıplara karışmıştı. Bunun pisliği çok kısa zamanda ortaya çıkmış Tahir, bu yüzden sıkıntılıydı. Oğlu, her tarafa borçlanmıştı. Kumar oynadığı yerlere senet imzalamıştı. Peşinde pek çok adamlar vardı. Bütün bunları bir baba yüreği kaldıramıyordu. Gerçi bunları Osman bir başkasından duymuştu ama, bir de Tahir’den gayri ihtiyari dinlemek zorunda kaldı. Tahir anlatırken gözlerinden yaşlar akıyor, ara sıra elinin tersiyle göz yaşlarını siliyordu. Osman, onu teselli etmeye çalışıyor ama başaramıyordu.
- Bak canım kardeşim... İnsanlar bir şekilde imtihan olacaklardır. Rabbim her kulunu imtihan ederken, onun kaldıracağı kadar yük verir. Bizleri yaratan Rabbim, elbet ki her şeyin daha iyisini bilir. Sen komşu köyde kalıyordun değil mi?
- Heee...
- Gelinin ve torunların da aynı köyde mi?
- Heee...
- Hımmm... Oğlun kayıplarda. Buraya gelmek ister misiniz?
- Köye mi, fabrikaya mı?
- Köye... Torunlarını da alıp köye gelsen. Sana güzel bir ev yaptırsak. Çocukları burada okutur, bildiğim kadarıyla çocuklar 13-14 yaşındalar. Gelininde isterse fabrikada çalışır isterse, köyde bir aileye yardım ederek gelir sağlar. Oğlun da eline geçince, bana getirirsin. Ona burada devamlı meşgul olacağı bir iş ortamı hazırlarız. Bu sayede kumar oynamaya fırsat bulamaz. Borçlarına gelince bir defaya mahsus kapatırız. Fakat bunu sadece sen ve ben bileceğiz. Gelinine ve torununa, hele hele oğluna asla bildirmeyeceksin.
- Aman efendim... Biz bu iyiliğin altından nasıl kalkarız?
- Bırak ezileceksen bu iyiliğin altında ezil. Ezilmek buysa eğer. Yok ben çakal sürüsü ile boğuşacağım diyorsan ki, buna yine müsaade etmem, senin torunların ve o masum gelininin hatırına yine engel olurum. Ben akşam Kadir’e durumu anlatayım size bir ev bulsun veya yaptıralım. Eğer ev yapılacaksa, idareten de olsa ev bitene kadar size ev ayarlasınlar. En kısa zamanda çocukları buraya getirmeliyiz. Senin haylaz oğlan da seni aradığı zaman, yanına çağır ve bana getir. Kişi bu dünyaya tenezzül etti mi, bala kapılmış sineğe benzermiş. Senin evlat bu kumar belasına yakalandıysa onu oradan çekip alacağız. Bala sineklerin gelmesini istemiyorsak, sineklere balı göstermeyeceğiz.
- Beyim, biz bu kadar iyiliğe değen bir kişi değiliz.
- Bu söz bir Müslüman’a asla ve asla yakışmaz. Bir Müslüman gayri Müslimlerin yaşadığı bir dünyanın tamamına bedeldir. Bunları kafana takma. Oğlunun ne kadar borcu olduğunu öğren ve bana bildir. Sen gerisini merak etme. Ben oğlunu işe alıp maaşından keserek, bu verdiklerimi düşerim.
- Şimdi oldu efendim. Benim maaşımdan da düşerseniz, size olan borcumuzu tez kapatırız.
- Tamam, sen bunları dert edinme.... Ben size ev bulayım da gerisi kolay.
- Sağolun efendim. Allah ne muradınız varsa versin.
- Sana da, ümmeti Muhammed’e de versin.
Osman, eline aldığı küçük bir dal parçasını sallayarak, Mustafa’nın bahçesine kadar geldi. Hava kararmak üzere idi. Saatine baktı ezana yarım saat kadar bir zaman vardı. Mustafa, Osman’ı görünce hızlı adımlarla onun yanına geldi. Bahçenin kapısını açıp buyur etti.
- Sağol Mustafa... Akşam namazı yaklaşıyor.
- Hele gel daha yarım saat var. Birlikte gideriz.
Bahçe kapısından içeri girerken:
- Mustafa, seni işinden alıkoymayayım?
- Yoo yoo... Ben de camiye gidecektim zaten. Birlikte gideriz.
Yirmi dakika kadar sohbet ettiler. Sonra camiye doğru birlikte hareket edip, yolda camiye gidenlere katıldılar. Sohbet ederek camiye gelen topluluktan Osman ayrılıp, ezan okuyamaya gitti. Ezan bittikten sonra gameti okumaya başladı. Bir yandan da cemaati, göz ucuyla kontrol ediyordu. Turgut’un yanında Fahrettin’i gördü. Fahrettin köye geldi geleli Cuma namazı hariç, ilk kez vakit namazını kılmak için camide görülmüştü. Camideki cemaat her geçen gün artmaktaydı. Osman için, köyde ve ilçede dilden dile yayılan bir söz vardı; “Osman, çok dindar bir insandır. O herkesin her istediğini gücü yettiği oranda yerine getirir. Fakat onun en çok dikkat ettiği şeylerin başında kişinin Allah’a olan kulluğu gelir. Namazda niyazda gözü olmayan insanlardan pek hoşlanmaz...” diye rivayetler dolaşmaya başlamıştı. Bu nedenle olsa gerek ki; hiç camiye gelmeyen pek çok kişi camiye gelmeye başlamıştı. Bu tür bir İslâm anlayışını Osman asla kabul etmiyordu. Ama hiç yoktan da iyi görüyor, caminin cemaati arasında, yanlış düşüncelerin yok olacağına inanıyordu. Menfaat gözeterek gelmiş olsa bile, sonuçta Osman açısından görüntüsü mükemmeldi.
Namazdan sonra, Kadir’i eve çağırdı. Tahir’e bir ev bulmasını ve yoksa hemen yapmaya başlanılmasını, hatta yarın onların eşyalarını getirtmesini ve geçici de olsa bir yere yerleştirmesini istedi. Kadir gerekli mesajı almıştı. Zeynep’in hazırladığı yemekten yediler. Zeynep köyde kaldığı zamanlar Meryem, yemek işine falan karışmazdı. Kadir’le yemek sonrası, geçmiş hakkında sohbet ettiler. Gelecek hakkındaki fikirlerini söyleyen Kadir.
- Osman Abi... Yakup Bey’in kızı ile şu bizim oğlanı baş göz etsek diyorum. Oğlan, Yakup’un kızına sevdalı.
- Bak bu şimdiye kadar aldığım en güzel haberlerden biri.
- Kızımız bu işe ne der ki?
- Valla oğlan evde olduğu zaman, cami dibinden ayrılmıyor. Yakup Bey’den önce camiden çıkıp, onun evinin oradan eve geliyor. Kızla birkaç kez konuştuğunu görmüş Meryem. Meryem kızın ağzını aradığında, gönlünün olduğunu hissetmiş. Daha doğrusu kız, bunu açıkça belli etmeye çalışarak, Meryem ana demiş. İlk önceleri hep yenge derdi. Yusuf elinizde büyüdü. Bunu artık baş göz etme zamanı geldi efendim.
- Sen düğün hazırlıklarına hemen başlaya dur.
- Yakup Bey’e bir sorsa idik?
- Kızımızla oğlumuz birbirini istedikten sonra ben kim oluyor, Yakup kim oluyor?
Yusuf’un, evleneceği haberi iki gün sonra köyde duyulmuştu bile. Herkes bu işe oldu bitti gözüyle bakıyordu. Osman, Yakup’tan kızını Yusuf’a istemiş o da, kızına danışmadan bir şey söyleyemeyeceğini bildirerek o gün olayı kapatmıştı. Diğer gün Osman bunu tekrarladığında. Yakup “olur” cevabı vermişti. Bir gün sonra Osman ilçeden takılar aldırmıştı. O gece köyün ileri gelenlerini Yakup’un oraya toplayarak bu hayırlı işin adını belli etmişler ve yüzükleri takmışlardı. O gece kadınlar kendi aralarında def çalarak oynarken, erkekler de sohbet edip ilâhi dinlemişlerdi.
Osman, köyde çok adeti ve geleneği kaldırmıştı. Eskiden düğünlerde erkek köçek veya kadın köçek getirme yarışı vardı. Komşu köylerin çoğunda bu gelenek uygulanmaktaydı. Çifter çifter çalgıcı takımı getirilirdi. Çoluk çocuğa içki verilerek, adına eğlenme denirdi. Sabahlara kadar içen gençlik, her türlü çılgınlığı yapardı. İşte Osman, köyün ileri gelenleri ile bunların yapılmaması gerektiği konusunda bir zamanlar çok uğraş verdi. Sonunda kazanan Osman değil, gençliğin kendisi olacaktı. Sağlık ve sıhhat içinde yaşayacak onlardı. İçkinin pençesinde erimelerini önlemek gerekirdi. Osman da bunun mücadelesini vermişti. Ve başarılı da olmuştu. Şimdi ilçede bir ilahi gurubu vardı. Bu gençler, devamlı düğünlere davet ediliyor ve karşılığında üç beş kuruş alıyorlardı. Düğünler bazılarının sandığı gibi sönük geçmiyordu. Aksine ilahi bir aşk içinde sünnetullaha uygun bir düğün oluyordu. Müslüman her haliyle, İslâm’ı yaşamak zorundaydı. Düğünde başka, cenazede başka, oyunda başka, eğlencede başka değil. İslâm ne istiyor ve neyi gerektiriyorsa, öyle yaşamalıydı Müslüman.
Belki de, bu gençliği kötü yönlere çeken işret alemlerin kalkması neticesinde Rabbim, bu köyün insanlarına gönül hazinelerini açarak, böyle güzel bir ortamı bahşetmişti. Çünkü ne kadar batıl itikat varsa terk edilmiş, yerine İslâm’ın özü hakim olmaya başlamıştı. Bir Müslüman da bunu istemek zorundaydı.
Yakup, Yusuf’u alnından öperek kutladı. Oda Yakup’un elini öptü. Yusuf Osman’ın da elini öpünce, Osman onu kendine sertçe çekerek sarıldı ve alnından öptü. Duygulanmıştı Osman. Gözlerinden sevinç yaşı gelmeye başlamış, içinde tarifi imkansız duygular oluşmaya başlamıştı. Yusuf’u doğduğu günden beri sevmiş, ona evladına gösterdiği şefkatin aynısını göstermişti. Kadir ise, sevincinden ne yapacağını bilemez haldeydi.
Akşam nişan töreninde Osman epey yorgun düşmüştü. Bu yorgunluğu iş yorgunluğu ile birleşince de biraz bitkin bir hal içinde görünüyordu.
Osman bir haftadır bürosunda , aralıksız ve hummalı bir gayret içindeydi. Ankara ile devamlı irtibat halinde olup, oradan gelen istekler üzerinde çalışmaktaydı. Son zamanlarda yurt dışına ihraç için bir gayret vardı. Bürokrasiyi yine Ankara’da Ertuğrul Bey halletmişti. Ertuğrul Bey ürünler hangi ülkeye ihraç edilecekse, o ülkenin bürokrasi işini, çok çabuk halletmek için çaba gösteriyordu. Bunun için gerekli yazışmalar ve izinleri almıştı. Artık Avrupa’nın pek çok ülkesine ihraç imkanı doğmuştu.
Osman, büroda yine bu işlerle uğraşırken içeri Fahrettin girdi. Osman ayağa kalkarak onu kapıda karşıladı. Koltuğa otururken Fahrettin hayıflandı.
- Şurada bir haftam kaldı, bana bir türlü yardım etmedin?
- Sevgili kardeşim, sen üzerine düşeni yaptın mı ki? Bana sitem ediyorsun?
- Ahaa burada, bir şeyler karaladım. Ama gözüm korktu. Bu dosyada yazdıklarımın altından kalkacağımı hiç sanmıyorum. Kalem elimde iken, çok şeyler geldi aklıma. Bende hepsini yazdım. Nasıl olursa daha iyi olura kadar yazdım. Ama bürokrasi beni korkuttu. Ve yazdıklarımı bir ara yırtmak dahi istedim. Ama sana, bu iş için uğraştığımı ispatlamak için yırtmadım. Belki sana lâzım olur diye getirdim. Çocukluk yıllarımda uçuk hayallerim varmış. Dünya gerçekleri ile hiç bağdaşmıyor.
- Ver bakalım şu dosyayı.... dedi aldı ve inceleme başladı.
- Al... Fakat, beni sakın alaya alma. Bana gülme. Sen istedin bende hazırladım....
Osman, dosyayı incelemeye başladı. Ara sırada çizilmiş olan resimleri Fahrettin’e göstererek fikir aldı. Dosyayı incelemek bir saat kadar zaman almıştı. Osman dosyayı çekmeceye koyarken;
- Demek bir haftan var... Bak sevgili kardeşim... Sözlerimi sakın yabana atma. İyi düşünceler insanın yüzüne yansır ve onu daha mükemmel gösterir. Fikirlerini asla asık suratla takdim etme. Fikirlerine sahip çık. Şimdi ben derim ki; Avrupa’da firmamız adına hareket et, orada bizim için depo tutup başına geç, bizim Avrupa temsilcimiz ol. Ve elde edilen kârdan yüksek bir pay al. Orada bizim adımıza devamlı, büyüme hareketlerine giriş, desem... Kızarsın.
- Ne kızması? İşte ben böyle bir şey istiyorum.
- Bunu başta söyleseydin ben sana, çoktan teklif edecektim. Sen burada iş yapmak istediğini söyledin.
- İlk önceleri öyle düşünmüştüm. Sonra vazgeçtim. Gurbet konusuna gelince; bu firma adına iş yapacağım için burası ile devamlı irtibatlı olacağım. Yine kendimi köyümde hissetme şansım olacak. Buraya geldiğimde veya başka bir yerde göğsümü gere gere, firma adına hareket etme imkanım olacak. Ben daha ne isterim ki?
- İş oldu bil o halde. Belki ileride senin şu dosyadan bir iş hoşumuza gider, onu da yaparız neden olmasın.
- Pek masraflı hayallerim varmış. Size pahalıya gelirse bana kızmayın ama.
- İnsan dünyada iş yapmayı sadece dünyalık için düşünürse, başarılı olamaz. O insanların gördüğü başarı, başarı değildir. Yahya Bin Muaz (RA) der ki: “İnsanlar fakir olmaktan korkarak dünyalık için çalıştıkları kadar, cehennemden korkup korunmak için ahirete çalışsalardı, mutlaka cennete giderlerdi.” Müsterih ol. Allah adına hareket edeceğimiz için, hiçbir şey bize zor gelmez. Çünkü amacımız Allah rızasını kazanmaktır. Üzerinde en ince ayrıntısına kadar çalışılan bir konu, mutlaka başarı getirir. Sen orasını merak etme. Bizim mükemmel bir ekibimiz var. Bu seçkin ve çalışkan insanların çabası ve Allah’ın yardımı ile her şeyin üstesinden geliriz. Şu an ürettiğimiz bütün ürünleri, Avrupa’ya ihraç etmeye başlıyoruz. Sen Avrupa ayağının sorumlusu olacaksın. Sen evde bunlarla uğraşırken, biz seni Avrupa sorumlusu yapmıştık bile.
- Deme yahu? Bana niye söylemediniz?
- Senin getireceğin dosyada bizim için önemli idi. O nedenle onun gelmesini bekledik.
- Sen gerçekten bir dahisin be Osman?
- O nasıl olur bilmem. Bildiğim tek şey; doğru bildiğim yolda inanarak yürümektir. Bir işi düşünürsün, ama yapmaya kalkmadan önce çok iyi plan yapmalısın. Şunu asla unutma; ayrıntılı bir tasarım olmadan, kalite ya da uyumu sağlamanın herhangi bir yolu yoktur. Ben buna çok önem veririm. Sen bu firmanın bir anda ortaya çıktığını mı sanıyorsun? Hayır... Aylarca üzerinde çalıştık. İlk önce Adem ile başladık bu çalışmaya, sonra Yakup Bey katıldı. Onun fikirleri de katılınca, hareket etme zamanı geldi. Ama epey bir süreç geçmişti. Benim ve arkadaşlarımın gecesi ile gündüzü birbirine karışmıştı. Ne zaman yatmamız gerek, ne zaman kalkmamız gerek bilinmez olmuştu. Allah’a çok şükür ki, alnımızın akıyla işi hal yoluna koyduk. Bu firmada bundan sonra artık bize ihtiyaç yok. Yani sistem rayına oturmuştur. O sistemi idare edecek, pırlanta gibi bir nesil iş başında. Bu nesil bu şekilde gelmeye devam edecek inşallah.
- Beni çimdiklemeni istiyorum... Ben bir hayal dünyasında olmalıyım.
- Kendi kendini çimdikle, canın acırsa, duydukların ve gördüklerinin hepsinin gerçek olduğunu anlarsın.
- Allah’ım, Sen nelere kâdirsin...
- Sana mutlaka uyman gereken bazı ilkeler söyleyeceğim. Bu bizim kuruluşumuzun kriterleri olup mutlaka uyulması gerekmektedir.
- Seni dinliyorum. Elbet ki uyacağım.
- Sen artık bizden birisin. Burada benim ne gibi haklarım var ise, aynı şartlarda ilerde seninde olacak. Bu Avrupa’daki performansına bağlı. Bu bir. Bizim için ilk önce iş gelmez. İlk önce Allah’a kul olmak gelir. Eğer biz hakkıyla Allah’a kulluk edebiliyorsak, işimizde de başarılı oluruz. Yalan lügatımızda olmayacak. Sahtekârlık aklımızın bir köşesinde dahi bulunmayacak. İlk önce sevgi ve saygı ile hareket etmesini bileceğiz. Kimseyi hakir görmeden, küçümsemeden işimizi yapacağız. Bu işçi, bu amele, bu çöpçü v.s demeyeceğiz. Çünkü; onunda bir akla, düşünceye ve fikre sahip olduğunu düşüneceğiz. Yani kısaca, insanı seveceğiz Hakk’ın rızasını kazanmak için. İşimizi asla hafife almayıp, daha ileriye nasıl gider onun hesabını yaparken, istişare edip etrafımızdakilerin fikirlerini de alacağız. Allah’a kulluk görevlerimizi zerre kadar aksatmayıp, devamlılığa özen göstereceğiz. Sen orada yeni yerler bulup yeni müşteriler edinecek bir ekip kuracaksın. Bu kurduğun ekip buraya gelip bir hafta kurs alacaklar. Bu kursu bizzat ben vereceğim. Gelecek olanların bütün masraflarını firmamız üstlenecek. Plasiyer ve bayiler de aynı şartlara uymak zorunda olacaklar. Buraya gelemeyecek olan plasiyer ve bayilere, bizim hazırlamış olduğumuz CD’lerden verecek ve onları bu şekilde bilgilendireceksin. Hata orada çalışan herkese bu CD’lerden verip, bizim çalışma şartlarımızı onlara anlatacaksın. Bilmem anlatabildim mi?
- Senin bu saydıklarının her zerresini yapmak, zaten bizim asli görevimizdir. Haa, dünya meşguliyetine düşerek, yapmadık veya yapamadık o ayrı bir konu. Ama mutlaka bunları yapmak insana bireysel kazanç kapısını açar. Bunu da her aklı başında olan yapmalıdır.
- Evet yapmalıdır. Fakat içimizdeki ve etrafımızdaki bütün insanların yapması için özen gösterirken, bizzat kedimiz örnek olarak yapacağız. Dünya meşakkati içine gömülüp de bunlardan uzaklaşırsak, sonumuz hüsran olur. Bu nimetleri bize veren Rabbim, verdiği gibi almasını da bilir. Hiçbir zaman kibirlenmeyeceğiz. Biz böyle yaptık ve yapıyoruz demeyeceğiz. Allah’ın izniyle yapıyoruz diyeceğiz. İşte meselenin özü burada yatmaktadır.
Bu sırada kapı tıkladı ve içeri elinde tepsi ile bir genç girdi. Tepsinin üzerinde iki fincan kahve ve iki bardak su vardı. Genç ilk önce Fahrettin Bey’e ikram etti ve Osman fincanı alırken, genç:
- Efendim, bizim bekçi Tahir sizinle görüşmek ister. Sonra gelmesini söyledim ama, vardiyası geliyormuş o nedenle mümkünse görüşmek istediğini söyledi.
- Çağır gelsin...
Genç kapıyı açıp seslendi. Tahir yanında bir genç ile içeri girdi. Tahir, selam verip rahatsız ettiği için özür diledikten sonra yanındaki genci tanıttı. Oğlu olduğunu söyleyince Osman ayağa kalkarak.
- Hele otur Tahir kardeşim.... Demek Tahir Bey’in oğlusun?
- Dünyada neyi istedin de elde edemedin yavrum?
- Hiçbir şeyi efendim... dedi şaşkınlık içinde.
- Peki bu çok değerli, nur yüzlü adamı ve çocuklarını neden üzdün?
- Şeytana uydum. Hepinizden özür diliyorum.
- Yani bir daha yapmayacaksın öyle mi? Şehvetini yenen kimse, meleklerden daha hayırlıdır. Çünkü meleklerin aklı var, şehvetleri yoktur. Şehvetine mağlup olan kimse ise, hayvanlardan daha kötüdür. Çünkü hayvanlarda şehvet var, akıl yoktur.
- Öyle efendim. Size şerefim üzerine yemin ediyorum.
- Bak sevgili kardeşim, anne baba şefkatinden mahrum kalan çocuklar, içinde bulundukları toplumdan kopuk yaşar; hatta zamanla o topluma düşman bile olabilir.. Hayata sabırla göğüs gerebilirsin. Çünkü hayatın bizatihi kendisi sabırdır. Her türlü zorluğu yenmenin tek bir çaresi vardır, oda, sabır. Sana vereceğimiz görevi sabırla yerine getir ki ileride mükafatı bol olsun.Sabır, yücelme ve fazilete ermenin mühim bir esası ve iradenin zaferidir. Sabırla insan, toprağa, ete, kemiğe bağlılıktan kurtulur. Sen buradaki işinle oyalanmak zorunda kalacağından dünya zevkleri sana biraz uzak kalacak. İşte o zevklerin içinde boğulmuşluğunu hatırlayarak işine daha sıkı sarılacaksın. Şimdi aşağıya gidip mühendis Mahmut’u göreceksin. Ben daha önce ona gerekli bilgileri verdim. Bundan sonra işin, aşın ve yuvandan başka gailen olmasın. Çocuklarının iyi bir hayat sürmesi için çalışacaksın. Kimsenin malına göz koymayacaksın. Elinde olanla yetineceksin. Yetmediğini düşündüğün zaman bana gelecek, durumunu izah ederek isteyeceksin. Kimseden para istemeyeceksin. Kimseden yardım almayacaksın. Yaptığın işi hakkıyla yapacak ve tövbe ettiğin geçmişini asla anmayacaksın. Senden tek ricam odur ki, Allah’a kul olmada örnek biri olmaya çalışman olacak. Bu konuda azami gayret bile yeterlidir. Kimse görmüyor demeyecek, her zaman Allah’ın gördüğünü hatırlayarak, gayri meşru hiçbir şeye tenezzül etmeyeceksin. Bu senden bir kardeşin, bir büyüğün olarak isteğimdir. Allah sana hayatın boyunca mutlu günler ihsan eylesin. Var git Mahmut Bey’i gör.
- Sağolun efendim. Söylediklerinizi hayatıma harfiyen uygulamaya söz veriyorum.
- Sana hayatta her zaman bir şans daha verecekler diye bekleme. Belki de bu senin son şansın. Onu en iyi şekilde kullan ve babanın başı dik olarak gezmesini sağla. Yazıktır, atanı üzmeye bir daha kalkma.
- Söz efendim. Bir daha kimseyi üzmeyeceğim ve Allah’a tam kâmil bir kul olacağım.
- Hadi şimdi git....
Genç selam verip odadan çıkmıştı ki; Tahir, Osman’ın elini öpmeye kalkıştı.
- Tahir Bey... Sen sen ol, asla bir kul önünde eğilme. Sadece ve sadece Allah’ın önünde eğil. Benim gibi aciz bir insana minnet duymana gerek yok. Ben de senin gibi bir canlıyım. Senin gireceğin toprağa aynı şartlarda ben de gireceğim. Sana sarılan kefen bana da sarılacak. İkimizde çıplak doğduk, beş metre kefenle gideceğiz. O nedenle, beni kendinden üstün görme. Bana verilen imkanları Rabbim, benden alıp sana vermeye kudreti yeter.
- Ama Osman Bey? ... dedi kekeleyerek ve gözünden yaşlar akıtarak.... Bu çocuğun tekrar hayata dönmesine siz vesile oldunuz. Sizin sayenizde, burada iş bulduk. Ve yine sizin sayenizde bir yuva sahibi olduk.
- Ben sadece vesile oldum. Sebeplere sarılmayın. Size sebep gönderene sarılın. Çocuğunuzun bütün borçları ödenmiş bil. Bundan böyle sizde onu gözetim altında tutun. Ona o fırsatı bir daha vermeyin. Tekrar o çirkef hayata dalmasına müsaade etmeyin.
- Allah sizden razı olsun. Bundan böyle bir daha, eski günlerini anmayacak ve Allah’a kulluk görevini yapacak. Bana bunu bizzat yapacağına dair söz verdi.
- İnşallah düşündüğümüz gibi olur.... Evet, şimdi başka bir isteğiniz yoksa, gidebilirsiniz.
- Her şey için Allah razı olsun... Saygılar efendim.... dedi ve dışarı çıktı.
Fahrettin bu olayı seyrederken, şaşkınlık içinde kalmıştı. Elindeki fincanı ağzına götürdüğünde, içinin boş olduğunu geç anladı. Osman koltuğuna otururken Fahrettin sordu:
- Ben hayatımda böyle bir sahneye hiç rastlamadım. İşsizlik çok kötüdür bilirim ama bu denli, işe ihtiyacı olanı ilk defa görüyorum. Hem sizin ona davranış şekliniz beni oldukça etkiledi. Suç dedi de, ne suçu işlemişti.
- Bu genç kumar illetine kapılmış, bizde onu bu illetten çekerek, topluma kazandırmak istedik... Eee gelelim sana. Madem bir haftan var. Bu zaman içinde Ankara’ya vereceğim adrese git ve oradan gerekli bilgileri al. Bizim Ankara’da Ertuğrul Bey var. O sana Avrupa’da ne yapman gerektiğini bir dosya halinde verecek. Ayrıca söyleyecekleri her şeyi not et. Başın sıkıştığında ilk önce ondan fikir al. Sonra da beni ara. Bir dahaki sene, inşallah seni de aramıza katılmış olarak göreceğiz. Şimdilik sen, bizim bir elemanımız olarak Avrupa’da olacaksın. Orada kendine mükemmel bir ekip kur. Öyle ki sen olmasan bile, sen işin başındaymış gibi işler gidebilmeli. Biz şu andan itibaren seni orada görüyor ve üretimi iki katına çıkarmaya başlıyoruz. Senin kaybedecek bir saniyen olmayacak oraya vardığında. Bizi meraktan kurtarmak için de devamlı bize bilgi verirsen sevindirirsin.
- Başım gözüm üstüne. Allah ne muradın varsa versin Osmancığım...
- Senin de kardeşim...
- Evet, babam sonucu merak ediyordur. Gidip ona haber vereyim ve Almanya’ya telefon edip şimdiden yer baktırayım ben vardığımda işler daha kolay olsun.
- Artık sorumlu sensin...
- Tekrar söylüyorum Allah sizden razı olsun.... Şimdi bana müsaade.
- Güle güle sevgili kardeşim... dedi ve Fahrettin’e sarılarak vedalaştı. Onu kapıya kadar uğurlayan Osman, mutfağa inerek kendine bir fincan kahve yaptı. Osman, mutfağa indiği zaman kimseden bir şey istemez, ne istiyorsa kendisi alır veya yapardı. Sadece işçiler için çıkmış yemekten yerken, işçiye ne gibi hizmet yapılıyorsa, aynı hizmeti ister, ayrıcalıklı davranılmasından hoşlanmazdı.
Kahvesini içtikten sonra, odasına çıktı. Odasına gireceği sırada Yakup, Adem ve Turgut elinde dosya ile geldiler. Onları içeri buyur eden Osman, yerine oturdu. Bu tür toplantıları hep Osman’ın odasında yaparlardı. Hepsinin aynı güzellikte odaları olmasına rağmen, Osman’ı asla odalarına çağırmazlar, hep onun odasına gelirlerdi. Osman bazen bir şey danışacak olursa onların odasına giderdi. Bazen de çay veya kahve içmek istediğinde giderdi.
Yakup, Adem ve Turgut oturmuş dosyaları karıştırıyorlardı. Osman, bir zaman arkadaşlarındaki bu çabayı seyretti. Sonra gülümseyerek önündeki dosyaya bakmaya başladı. Herkes bir başka arkadaşının dosyasını okuyordu. Neden sonra Osman her zaman olduğu gibi Yakup’un dosyasını okumaya başladı. Arkadaşları, ellerine aldığı kalem ile bazı notlar almaya başlamışlardı. Osman ise okumayı keserek, okuduğu bölüm hakkında fikirlerini anlatıyor, sonra onlara dönerek eklemek istediklerini not alıyordu. Bütün dosyaları bu şekilde okudu ve üzerinde konuştular. Sonra bu dosyaları arşive koyuyor ve eksiklerini tamamlayarak büyük bir arşiv oluşturuyordu. Bu dosyaların çok faydası vardı. Bazen kafalarına takılan bir şey olduğunda gelip bu dosyalara bakma imkanları vardı.
Osman, kollarını geriye atarak, sağa sola sert birkaç kez döndü. Bu esnada kulunçlarının kütürtüsü duyuldu. Dosyalar incelenmişti. Osman saatine bakıyordu ki; fabrikaya yayın yapan amfiden ikindi ezanı okundu. Bu beş vakit devam ederdi. Her namaz vaktinde bu hep yapılırdı. Odada bir kıpırdanma oldu. Herkes toparlanarak ezan bitene kadar sustu ve içinden kimi ezanı tekrarladı, kimi dua okudu. Ezan sonrasında büro kısmında bulunan mescide geçtiler. Bu mescit, yirmi kişilikti. Bir mescitte işçilerin bulunduğu bölümde vardı. Orası yüz kişi alabilecek şekildeydi. Osman her zaman olduğu gibi imam oldu. Namaza durdular. Büro personeli de gelip hep eşlik ederdi. Ve böylelikle bir cemaat oluşur Osman’da imamlık yapardı.
Namaz kılındıktan sonra herkes işine gitti. Osman mutfağa inerek işçiler için hazırlanmış yemekten istedi. Mutfakta yemek işlerine bakan mükemmel bir aşçı vardı. Et kavurmasını pilav üzerine döküp getirdi. Osman, bunun yanına bir soğan istedi. Soğan geldi ve yemeğini yedi. Peşinden bir bardak su içtikten sonra dışarı çıkıp, imalathaneyi gezdi. İşçilerle ayak üstü konuştuktan sonra avluya çıktı. Fabrika girişindeki kulübede kitap okumakta olan Tahir’i fark etti. Onun yanına vardığında Tahir kitabı ters kapatıp selam verdi. Osman, göz ucuyla kitaba baktı. Kitap “namaz hocası” idi. Osman’ın yüzünde mutlu bir ifade belirdi. Tahir’i fazla oyalamak istemedi ve araziye doğru gideceğini söyleyip oradan ayrıldı.

15
Osman, arazide gezerken arasıra çömeliyor, yerde gördüğü bir karınca, çekirge vs böcekleri oturup seyrediyordu. Onlarla mırıltılı bir şekilde konuşuyor ve sorular soruyordu. Neden sonra da sorduğu soruya kendisi cevap veriyordu. Yaratılmış her canlıda bir hikmet arardı. Hiçbir canlının boşa yaratılmadığını bilirdi. Bu yaratılan canlıların sadece ve sadece, insanlığa faydaları olmak için yaratılmışlığını çok iyi biliyordu.
Ekinler biçilmişti. Her taraf börtü-böcek ile doluydu. Onlarda bir dahaki seneye çıkabilmek için, yiyecek stok yapmakla meşguldüler. Bazı böcek ve hayvanlar, insanlara yer altına sakladıkları bu tohumlar sayesinde insanlığa faydalı idi. Çünkü o bölgede yetişen nebatatın tohumu, rüzgarla savrulup boşa gitmiyor, bu küçük canlılar vasıtası ile yer altına stok yapılıyordu. Bu tohumlardan bazıları zamanı gelince yeşerip yeryüzüne çıkarak neslinin devamını sağlıyordu. Yer altında kalan diğer tohumlar ise, onu oraya saklayan canlının yaşamını sürdürmesi içindi. Hiçbir şey boşa yaratılmamıştı. Kainatta var olan her canlı mutlaka bir görev üstlenmiş olup, görevini ifa eden, hayattan çıkıp gitmekteydi. Onlara ahirette de sorgu ve sual da yoktur...
Osman, bu düşünceler içinde çömelmiş oturuyorken, ayaklarının arasından, sarı bir yılan belirdi. Bir buçuk metre uzunluğundaki bu yılan, başını kaldırarak Osman’a bakarken, dilini çıkarıp duruyordu. Osman mırıldandı. Ve gülümseyerek:
- Var git işine. Benden sana yem olmaz. Hasan-ı Basri (RA)’in dediği gibi; Bir lokma ki fil için hazırlanmıştır; karınca ağzına sığar mı hiç? Be hey soluk yüz.
Yılan, başını yere indirdi. Zikzaklar çizerek, toprak üzerinde kayıp biçilmiş ekin tarlasında, gözden kayboldu. Osman gerçekte yılanlardan korkmazdı. Bazen onları eline alıp okşar ve tekrar bırakırdı. Yılanlar hakkında epey bilgisi olmasına rağmen, yinede yılanları kızdırmamaya özen gösterirdi. Hele tanımadığı, bilmediği yılanlara hiç dokunmak istemezdi. Bir arkadaşının ısrarı üzerine, ömür boyu etkili olabilecek bir aşı yaptırmıştı. Haşarat veya ısırgan canlıların ona zarar vermesini engelleyen bir panzehirdi bu aşı. Bu aşı, ısırık yoluyla dışardan gelen zehire karşı etkiliydi. Aşının verdiği güven sayesinde de, küçük ve insanlar için zararlı görülen ve bilinen canlılardan pek korkmazdı.
Osman, bir çeşme başında durup azığını açtı. İtina ile sofra hazırladı. Küçük pet şişedeki suyu tazeleyerek yanı başına koyup, yemeye başladı. Bir taraftan da, baraj istikametine bakıyor, geçmişine doğru hülyalara dalıyordu. Bu baraj kenarında, büyükbaş ve küçükbaş hayvanlarını dinlendirmek isteyen pek çok çoban vardı. Hayvanlar suyun verdiği serinlik ve orada bulunan söğüdün gölgesi sayesinde uykuya dalmış gibiydiler. Çobanlar ise barajda yüzüyorlardı. Onların yüzerken bağırmaları, çağırmaları Osman’ın bulunduğu yere kadar duyuluyordu. Onları bu halde seyrederken, çocukluğu ve gençliği aklına geldi. O da bir zamanlar aynı eğlenceleri tatmıştı. Bir çobanın eğlencesi böyle şen şakrak olurdu.
Osman, çeşmede abdestini tazeleyerek öğle namazı için kıbleye yöneldi. Çeketini yererek sererek ayakkabılarını çıkarıp sol tarafına koydu. Namazı kılarken rekatlarda uzun sureleri tercih ediyor ve huşu içinde kendinden geçerek secdeye varıyordu. Namazını bu şekilde tamamladıktan sonra, tesbihini yürürken çekmeye başladı. Tesbihten sonra da “Tale-al bedru” yu mırıldanarak okumaya başladı.
Köyün bütün hayvanları araziye inmişti. Ekinlerin bitmesi ile otlatılacak alan çoğalmıştı. Fakat ekili alanlar yine de çoğunluktaydı. Bu ekili olan yerlere zarar vermek çok büyük suçtu ve muhtar salma keserdi. Sonra da bilirkişinin vereceği karara göre zarar ödetilirdi. Osman’ın köye çok büyük iş olanağı hazırlaması, köyde hayatı canlandırmıştı. Kimi yoncalarını tırpanla biçtiriyor veya biçiyor, kimi pancarların yapraklarını topluyor ve bu topladıkları yaprakları, hayvanları için yapacağı samana katıyordu. Bu sayede elde edilmiş olan saman hayvana çok iyi yarıyordu. Bazıları bu samanı yaparken içine nohut fidelerinin tozunu, yine bir başkası, şeker pancarının posasını değerlendiriyor ve hayvanına iyi olduğunu umduğu yiyecekler hazırlıyordu. Bu tür malamaları hazırlarken de fabrikada bulunan veterinerden çok büyük destek alıyorlardı. Hayvanlara doğal yiyecek vererek, onların gürbüz ve sağlıklı olmaları sağlanıyordu. Ayrıca ilçeye büyük bir yem fabrikası kurulmuştu. Bu fabrikada her şey doğal usulde, hormonsuz, hayvanlar için yararlı besinler ihtiva eden, yem üretilmekteydi.
Köydeki hayvan sürüleri rutin bir halde ay bir kez, firmanın veterineri sayesinde tek tek kontrol ediliyordu. Firmada iki üç tane veteriner el birliği ile bölgenin hayvanlarını sağlık taramasına alıyordu. Bunun karşılığında köylülerden hayvan başına küçük bir ücret alınıyordu. Bunu özellikle Osman istemişti. Sağlıklı bir hayvan sürüsü demek, sağlıklı, mükemmel bir et ürünleri demekti.
Osman, köye yaptığı yatırımların az olduğuna inanmaya başlamıştı. Hatta bunu her köy ve kasabaya yaymak istiyordu. Bu tür girişimde bulunacaklara yardım etmek gerekti. En azından bazı köyleri eğiterek, ortak iş yapmaya yönlendirmeliydi. Halkı teşvik etmek gerekti. Bizim halkımız, yoksulluğa mahkum yaşamamalıydı. Onlara balık tutmasını öğretmek gerekirdi. Balık yemesini herkes öğretir. Bir insanın eline balık verip al ye diyene kadar, al sana olta, al sana solucan, bu solucanı şu iğneye tak ve oltayı suya sal, sonra da bekle. Diyerek balık tutmaya özendirmek gerekir. İşte son zamanlarda Osman, civar köylerde bu tür balık tutmaya benzer, yatırımlar öğütlüyor ve yapmak isteyenleri desteklemeye çalışıyordu. Böylelikle civar köylerde devamlı yeni iş kolları açılmaya başlanmıştı.
Osman arazide iken, ana yola yakın bile durmuyordu. O araziye kafasını dinlemek için çıkıyordu. Allah’ın yaratmış olduğu diğer canlıları incelemeyi, onlarla sohbet etmeyi severdi. Gerçi bu sohbet tek taraflı oluyordu ama, Osman konuşarak rahatlamak amacıyla, küçük canlılarla konuşuyordu.
Osman köye yaklaşınca, köyün alt tarafında bulunan üzüm bağlarına girdi. Burada kendisinin de bir üzüm bağı vardı. Burada üretilen üzümlerden her sene pekmez yaptırır, isteyene verir kalanı da, kendi akrabaları arasında dağıtırdı. Osman, pekmezi çok severdi. Hatta kışın sabahları bir çay bardağı pekmez içmeden dışarı çıkmazdı. İşte bu pekmez kendi bağındaki üzümlerden yapılmış olup, her zerresinde Osman’ın emeği vardı.
Bağda dolaşırken, gür bir ses ortalıkta yankılandı.
- Kurdun yanına misafirliğe giderken yanına köpek almayı unutma Osman Bey. Sen bu millete çok lâzımsın. Allah göstermesin, seni çekemeyen biri seni böyle savunmasız görmesin.
Bu ses ağaçlar arasında bir uğultu meydana getirdi. Osman sesin sahibini aradı ama bulamadı. Sesle karşılık vermek istedi.
- Kimsin sen?...
- Sesimi duymaya duymaya unutmuşsun Osman..... diyerek çalılıklar arasından biri çıktı.. Osman elini alnına siper yaparak gelen kişiye baktı ve.
- Sen misin Ramazan.... Gel, hele gel.
- Bak Osmancığım.... Bu tür yalnız başına dolaşman ilk önce senin için sonra da bizim için iyi değil.
- Beni anladım da, sizin için neden iyi değil?
- Hiçbir tavuk, tilkiyi tanımayacak kadar aptal değildir. Seni arazilerde böyle yalnız dolaşırken gören bir insan veya düşmanın, sana zarar verebilir. Senin zarar görmen, yaralanman, Allah göstermesin ölmen; senin bireysel bir halin değil. Artık sen, topluma mal olmuş bir kişisin. Senin o güzel düşüncelerin sayesinde bak köyümüzün çehresi nasıl da değişti. Sen bu köye daha çok lazımsın. Yaşantına dikkat etmek zorundasın.
- Düşündüğün şeye bak be Ramazan. Sofra başında yemek yerken, yatarken, gezerken, çalışırken herhangi bir konumda, biz insanların hayat damarları aniden duracak ve bu çok önem verdiği dünyaya elveda diyecek. Ben sıradan bir kulum. Senin kafandaki Osman, yanlış Osman. Ben o Osman olmaktan korkarım.
- Şu köyde ve civar köydeki insanlara sen seni bir sorsana. Ne cevap alacaksın.
- Eyvah, eyvah ki eyvah! Ben bedbaht biriyim. Ben helak olmuşum.
- Hayrola neden böyle düşünürsün?
- Hele otur Ramazancığım..... Ben, bu dünyada insanlar beni övsün diye emek vermek istemem. İnsanlar beni, dünyalıkla beraber ansın istemem. İnsanlar beni anacaksa, ne güzel insan, ne iyi Müslüman demeleri nefsime hoş gelir. Bu söz bile bende boşluk oluşturur kokusundayım. Bana sıradan bir kul olarak bakılması kafidir. Bir zamanlar hatırlarsan, şu ağacın altında baban ve babam ikimizi de yanına oturtup neler söylemişlerdi?
- Hatırlayamadım...
- Baban hep derdi. Her tür metal ve nesne incelikten, insan ise kalınlıktan kırılır. Eğer ki, bir yoğurum hamurun varsa da erbabına yoğurt... demişti.
- Haaa hatırlar gibi oldum... İyi ama sen o sözleri aklında nasıl tuttun?
- Bana çiçek uzatılmışsa, o çiçeği alıp ömür boyu kokusunu içime çekerim. Yok zehir uzatılmışsa, ne uzatanı, ne uzatılanı ne de o günleri anarım. Hafızamda asla yer tutmazlar. İşte babanın sözleri hala dün gibi kulağımda, sanırım öleli 22 sene dört ay oldu.
- Hayret, ben bile bu kadarını bilmiyorum. Sen gerçekten.....
- Babanı severdim, sayardım. Oda beni severdi rahmetli..... Ben övülmeyi asla sevmem bilirsin... Bana övgü zarar verebilir. Nefsime hoş gelen şeyler, beni de etkisi altına alırsa, bu gördüğün Osman artık bitmiş olur. Şükür ki, imanım buna engel olacak kadar bedenime, ruhuma, yaşantıma sahip olmuştur. Benim hayatıma gelince, can dediğin nedir ki; kafes içindeki bir kuş. Günü saati gelince elbet uçup gidecek. O güzel uçuş herkese gelecek. Dünyalıklar için endişe etmene gelince, babanın verdiği öğüdü sana hatırlatmamdaki gaye onun içindi. Ben yoğurdu erbabının eline verdim. Artık nasıl olacağını o erbabı benden daha iyi biliyor. Bu yaptığımız işler sadece bizim varlığımızla baki kalacaksa, değmez. Yarın ben can kafesinin kapısı açılınca, uçup gideceğim. Ben gittim diye buralar yok olacak değil. Biz buraları Allah rızası için kurduk, Allah rızasına uygun sistem oluşturduk, kısaca o koltuklar hakkın rızasını gözetmeyen idarecileri sırtından atacak şekilde yapılmıştır. Ben dünyalık hiçbir şey için telaş etmem...
- Galiba sen haklısın...
- Eeee üzümleri pekmez yapmak için yine beraber miyiz?
- Tabii ki beraberiz. Bu seferki pekmezin içine kabak dilimleyip atalım. Bu şekildeki pekmez ve içindeki kabak bir nevi cezerye oluyor. Pekmezli kabak cezeryesi yapmış olacağız.
- Sen bilirsin. Tamam neden olmasın?
- Ha bugün Kadir köyün içinde seni sorup duruyordu.
- Peki bana müsaade o zaman.
Osman, eline aldığı dal parçası ile bahçeler arasında ilerlemeye başladı. Bağ ve bahçelerde çalışan köylülerin bazılarına selam verip geçerken bazıları ile ayak üstü konuştular.
Eve geldi ve Meryem’i kapıda görünce...
- Meryem bacı kolay gelsin... Kadir beni aramış... Hayrola.
- Yakup bey sorunca, o da bir bakayım demişti. Belki onun için araşmıştır efendim.
- Sağolasın bacım. Zeynep hanım nerede?
- Murat’ın annesi ile yukarı çıkmıştı.
- İyi... Beni soran olursa ben aşağıya gidiyorum.
Köyün içinden ilerleyerek fabrikaya doğru ilerledi. Fabrika ile köyün arasındaki yol asfaltlanmış. Kenarları bordur taşları ile örülmüş ve geliş gidiş ayrılmıştı. Yol kenarların kaldırım yapılmış ve parke taşlarla döşenmişti. Yine bu kaldırımların dış tarafına sıra ile ağaçlar dikilmişti. Osman bu kaldırımdan ağır adımlarla gelirken, yolda fabrikadan gelen ve oraya giden insanlarla karşılaştığında, Osman’ı tanıyanların kimi selam veriyor, kimi de ona derdini anlatıyordu. Böyle gelip gidenlerin pek çoğu ya mal satmak, ya alacağını almak ya da işe girmek için gelen vatandaşlar idi. Ayak üstüde olsa onlara cevap veriyordu. Biri çok hiddetlenmişti. Yüksek ses tonuyla konuşuyor, Osman’ı dinlemiyor onun anlatmasına müsaade etmeden, aklından gelenleri sıralıyordu. Bu kelimeler arasında bazen sert ifadeler de vardı. Osman sesini yükselterek, onu susturmak zorunda kaldı. Ve koltuğuna girerek bürosuna götürdü. Büroya girdiklerinde, çaycı gence iki fincan kahve ve iki tane maden suyu getirmesini istedi. Büroya girerken sekretere içeri kimseyi alma dedikten sonra kapıyı kapattı. Kahve gelene kadar, o kızgın adamı sakinleştirmek için güzel sözler söyledi. Kahveler geldi, Osman bir yudum aldı ve adama dönerek.
- Bey amca, ayak üstü derdini pek aldım dersem yalan olur. Bizimle ne gibi bir problem yaşadın? Sakin anlat, hırsla anlatmaya çalışıyorsun ama ben anlamakta zorlanıyorum. Sakin ol. Sen sanıyor musun ki, ben ne kadar bağırırsam o kadar haklı olduğumu anlatabilirim. Hayır bu tür bir davranış şekli yalnızca sana zarar verir. Ben seni dinliyormuş gibi yaparım ama anlamadığım için, he der geçerim ve yok derim. Bey amcam benim. Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilirler. Bunu sakın unutma. Evet seni dinliyorum.
- Bu Adem denilen adam var ya? Dedi sert bir ifadeyle.
- Sakin ol...
- Benim yerimde kim olsa bu şekilde konuşur Osman Bey.
- Adınız neydi?
- Neşet, Çaparlı köyündenim. Geçen sene neyim var neyim yok satıp savdım ve büyük baş hayvanlara yatırdım.
- Süt için mi?
- Hayır, besi danaları için.... 23 tane dana aldım. Bir senedir kovalayıp durdum. Bundan iki hafta önce getirip hayvanları buraya yıktım. Bilirim ki hayvanlar buraya yıkıldıktan bir hafta sonra gelip parası alınır. Ben öyle biliyorum. Ama iki hafta olmuş paramı alamamışım. Ben o paraya güvenerek, ne idüğü belirsiz adamlara borçlandım. Ben bu parayı almadığım zaman, öldüm bittim demektir.
- Neden verilmediğini sormadın mı?
- Hayvanların kanında hormon ilacı varmış. O neyse ben onu bilmem de.
- Hayvanları çoban mı otlatıyor?
- Hayır benim oğlum ilgilenir. O her şeyiyle ilgilenir. Bu civar köylerdeki en güzel görünümlü hayvanlar benimdir. Onlardan gelecek paralarla borçlarımdan kurtulmam lâzım.
- Anlaşıldı... Anlaşıldı..... telefonu eline aldı ve tek bir tuşa bastıktan sonra.... Kızım Adem’i, Turgut’u, Yakup’u ve veterinerleri acilen buraya çağır.... Evet Neşet Bey amca. Hele otur.... Ekmek boğazda kalırsa su, su boğazda kalırsa kefen lâzımmış. Seni anlıyorum. Sen de buradan gelecek paralarla hayatına çeki düzen vereceksin. Ekmek boğazında kaldı acilen su istiyorsun. Haklısın. Sana suyunu vereceğiz. Mallarını aldın mı peki?
- İşte beni asıl kızdıran da o ya? Onu da vermiyorlar.
- Vermezler, vermezler... Evet, bir kahve daha içer misin?
- Yooo içmem...
Bu arada kapı tıkladı içeri, Yakup, Adem, Turgut girdi. Peşlerinden veterinerler girdi. Adem, Neşet’e bakarak;
- Bey amca sen bizi anlamak istemiyorsun galiba?
- Ben onu bunu bilmem, ya mallarım ya da param....
- Bey amca benim adım Muzaffer.... Affedersiniz Adem Bey... Bırakın ben izah edeyim. Bey amca senin besi adı altına aldığın hayvanların tamamında hormonsal dengesizlikler var. Biz mal almadan önce ondan kan alır ve o kanı test ederiz. Senin hayvanların kanında aşırı, hatta çok aşırı bir halde hormon ilaçları bulundu. Biz hormonlu ilaçlarla şişirilmiş hayvanları burada kesmedik, kesmeyiz de.
- Eee. O halde hayvanlarımı verin.
- Vermeyiz de.
- Hoppala... Siz eşkıya mısınız?
- Nasıl değerlendirirsen değerlendir. Ama bizi dinlemek ve gerçekleri öğrenmek zorundasınız. Bak amca, bu tür ilaçla şişirilmiş hayvanın etini yiyen insanların hepsinin geleceği karanlık olur, sağlıksız olur, onların hayatları kararmış olur. Senin anladığın gibi biz eşkıya isek, bizim bilime dayanarak, hakka dayanarak bildiğimiz de, sizin gibi tez elden çok para kazanmak için böyle hile yönlerine baş vuran besicilerde en büyük katil demektir. Biz sadece senin zihniyetinde olanları engellemek için eşkıya olmaya her zaman hazırız. Ama sizin zihniyetinizdeki kişilerde bu hırs olduğu müddetçe, biz eşkıyalığa devam edeceğiz. Kusura bakmayın biraz sert oldu.
- Ne yani, benim hayvanlarda....
- Evet, senin hayvanlarda aşırı derecede hormon ilaçları var. İşte bu nedenle de oldukça şişmanlar. O şişmanlık, hayvanın zevkinden değil derdindendir. O hayvanların etinden kim yerse kansere yakalanma riski var. İşte biz bu nedenle senin hayvanlarını sana geri veremeyiz. Biz o hayvanları en az bir iki sene burada gözetim altında kalacaklar. Siz çok kazanmak için bu yola baş vurup insanların hayatlarını riske edebilirsiniz ama, biz bunu bile bile yapamayız, ve yapana da izin vermeyiz. Bizim için insan hayatı çok önemlidir. Malının değerini yükseltip ve yalan yere malını övüp başkalarını aldatan, Allah’ın rahmetinden kovulmuştur.
- Ben neler bekliyordum neler duyuyorum.
- Evet Neşet amca... dedi Osman... Her şeyi kulaklarınla duydun. Böyle durumlarda firmamızın bir kuralı var. Hayvanları tekrar veremeyiz. Bunu bilmelisiniz. Sizlerle antlaşma imzalarken, bunlara evet özel bakıma almak zorundayız. Hayvanın vücudundaki ilaçları tekrar dışarı atana kadar veya etkisi geçene kadar dediniz. Hormonlu olan hayvanları isteme hakkınız yok. O bizde kalacak. O hayvanlar özel bir bakıma alınıp ilaçlardan temizlenene kadar bakımı yapılacak. İşte o zaman o hayvanlara yapılan masraflar malınızın değerinden düşülerek size hemen verilecek. Yılan gibi zehirlemekten lezzet alana merhamet edilmez. Ona merhamet, dünyanın idaresini kobralara bırakmak demektir. Bu nedenle hayvanlara hormon ilacı vererek insanları kandırmaya çalışanlara acınmaz. Çünkü o tür insanlar haram kazanç peşindedirler.
- Ben bir sene daha bekleme yapamam. Ben öldüm, bittim.
- Neşet amca... Bunu senin yaptığına asla inanmam. Bunu senin cahil oğlun yapmış olmalı. Buradan çıkınca ona burada olanları bir güzel anlat. Sakın onun kalbini kırma. Yoksa hem sana hem bize düşman kesilir. Ona şunu söyle; Tuzağa saçtığı taneler, cömertlik sayılmaz. Çok kazanma hırsı böyle hile ile olmaz, çok kazanmak isteyen çok çalışıp, tevekkül ederek, Allah’a sığınmalı. Çok kazanmak demek; o hayvanın etini yiyen binlerce insanın hastalanması demek değildir. Tamah seni ve oğlunu kul etmesin, Allah sizi hür yarattı!... Senin bu hayvanlardan beklentilerine gelince, yani bunları satıp da borçlarından kurtulma beklentilerine gelince; sizin için bir defaya mahsus olmak üzere şöyle yapacağız. Başka hiçbir şey isteme ve bekleme şansınız yok. Bu konuda açık ve net söylüyorum. Malınızın kantar fişine göre, kaç kg gelmişse yarısı size verilecektir. Siz bununla sıkıntılarınızı giderecek ve biz bu hayvanları, hormondan kurtarınca tekrar tartacağız. Ne kg gelmişse hesaplanacak, aldıklarınız düşülecek, biz borçlu olursak, size hemen ödeme yapacağız, siz borçlu olursanız, size altı ay mühlet vereceğiz ve ödemenizi isteyeceğiz. Bu şartları kabul ediyorsanız, muhasebeye uğrayın yeterli olacaktır. Yok kabul etmiyorsanız, o hayvanlar iyi olana kadar maddiyat beklemeyin. Aslında şu an benim size yaptığım bir ilktir. İşte arkadaşlarım burada, onlar bu kuralları ilk kez sizin için bozduğumuzu biliyorlar. Bu size özel değil, siz bir emsal teşkil etmeniz içindir. Umarım sizin başınıza gelenleri duyan hayvanlara hormon ilacı vermez.
- Haklısınız efendim. Ben bunları bilmiyordum.
- Yıldırımlar, gök gürültüsünden evvel hedeflerine varırlar.... Neşet Amca durum bu. Bizim şartlarımızı kabul ediyorsanız, muhasebeye uğrayın.
- Şey.... dedi ve beklemeye başladı.... Vay eşşoğolusu vay.... dedi mırıldanarak
- Neşet Amca, Hz. Ömer (RA) der ki: “Aklı başında olan insan, ne dünya uğrundan kazandığına mesrur ne de kaybettiği şeye mahzun olur.” Mühim olan şu an sizin bundan bir ders almasıdır. Zahmetsiz vâridat, külfetsiz nimet olamayacağı gibi, bir kısım mahrumiyetlere katlanmadan da hiçbir muvaffakiyet elde edilemeyecektir.
- Osman Bey, sizi rahatsız ettim özür dilerim. Ben söylediğiniz gibi muhasebeye uğramak zorundayım.
- Peki amca, nasıl istersen.. Unutma ki; Allah katında en büyük hata, yalan konuşmak, en büyük pişmanlık kıyamet günündeki pişmanlıktır. Biz sizi kıyamet günü pişmanlık içinde görmek istemiyoruz. Keşke yapmasaydık, helal mala haram katmasaydık, çok tamah olmasaydık v.s gibi gayri ahlaki davranışlardan doğacak zararları engelleyerek, sizin iki cihanınızı da kaybetmiş olmanıza gönlümüz razı olmaz. Bu işin ustası biziz, hangi hayvana doğal yem verilmiş, hangi hayvana suni yem verilmiş, hangi hayvana ilaç, hangisine ilaç verilmemiş, hangisi sağlıklı, hangisi sağlıksız hepsini bilmek zorunluluğumuz var. Aksi taktirde yıkılışımız elzem olur. Biz yaptığımız her işte Allah rızası gözetiyoruz. İnsanı kazanma hırsı batırır. Akşamları helalinden bir tas çorbaya kaşık sallamanın huzurunu, karanlık yollardan kazanılmış zengin sofralarına tercih ediyorsanız, en büyük sizsiniz. İşte bu bizim ilkemizdir. Bize helal olsun, bu helali de ümmeti Muhammed ile paylaşalım. Kendi sağlığımız için ne yapıyorsak, ümmet için de aynı şeyi hedeflemekteyiz. Neşet Amca, sebeplerin sustuğu yerde artık her şey bitmiştir gibi, bir ümitsizliğe kapılma. Allah’a sığın, O’ndan iste. Zira O, dilediğini yapmaya gücü yetendir.

- Kusura bakmayın, bizim velet bir cahillik etti ve cezasını çekecek.... Neyse yaptıklarınız için size teşekkür ederim... Sizin değerli zamanınızı fazla almayayım.... dedi ve vedalaşarak dışarı çıktı. Biraz sonra muhasebeden telefon edildi. Osman;
- Bak gülüm, vatandaşın elindeki kantar fişine göre, fişin yarısını ödeme yapın.


16
- Evet arkadaşlar aylık toplantımıza başlamadan önce firmaların başına bir genel müdür tayin etmemiz gerekiyor.
- Bu da nereden çıktı Osman Bey?... dedi Adem.
- Bunca zamandır bu müdür zaten var.
- Kimmiş o?
- Bizim adımıza karar verme yetkileri yok ama, insanları yönlendirme yetkileri olanlar. Bunlar kim mi? Bizim sekreterler, büro personeli v.s ben isterim ki, hepsinin bağlı olduğu bir önder olsun. Biz devamlı fabrikada kalmadığımıza göre, işi direk olarak kontrol edip devamlı başında duracak biri olmalı.
- Bunları düşündüğüne göre kafanda biri vardır?
- Var. Günü gelince ben size söylerim. Unutmayın ki; Başlatılan her hayırlı iş, her hayırlı teşebbüs, serpilip bağrında gelişebileceği ideâl kadroyu ve karasevdâlıları bulamazsa, samyeli vurmuş gibi kurur ve yerle bir olur. Evet şimdi neler yapıldı, neler yapılacak ve neler yapılmalı bu konulara geçelim.
Yakup hemen elindeki dosyayı Osman’a uzattı. Osman dosyayı gözden geçirdikten sonra, açıktan okumaya başladı. Yine herkes not almaya başlamıştı. Osman okumayı bitirdikten sonra, soruları aldı. Bu soruları not ettikten sonra üzerinde konuştular, çok soru cevap bulmuştu. Bu konuşmaların sonucunda Adem’in dosyası ele alındı aynı şekilde o dosya da incelendikten sonra, Turgut’un dosyası incelendi. Sonuçta Osman, kendi dosyasını okuyup yönetimdekilerin görüşlerini de dosyaya ekledi. Bu toplantı sonucunda, görüşler ve öneriler maddeler halinde sıralandı.
- İşte... dedi Osman... Yönetimden çıkan kararları uygulayıp takip edecek bir müdür istiyorum. İleride buralarda evlatlarımız olacak. Zamanı gelince de evlatlarımız karar verecek. Onlarda karar vermeden önce burada alınan kararları uygulamayı bilmek zorunda olacaklar. Yani, evlatlarımız ilk önce müdür konumunda olacaklar daha sonra bizlerin yerine geçecekler. Şu an bu görevi üstlenecek durumda olan evlatlarımız yok. Onlar lise ve üniversitede okuyorlar. Onlar hele bir okullarını bitirsinler. Bizler şimdilik Allah’ın verdiği sıhhat ile ayaktayız. Yarın ne olacak onu sadece Allah bilir.... Yakup Bey, sana şu Fahrettin’i soracaktım. Ondan ne haber.
- Bildiğin gibi o Almanya’da hızlı bir çalışma içinde. Yalnız onun muzdarip olduğu bazı konular var.
- Ne gibi.
- Almanya’da olan veya Almanya’ya aynı malı satan rakip firmalarla arası iyi değilmiş. Bunun yanında kıskaç insanlar aleyhimize propaganda yapıyormuş. Hele bir firma elemanı, özel olarak bizim malları kapı kapı dolaşıp kötülemekle meşgulmüş. Yani bizim müşterilerimizi taciz ediyormuş. Bu kişi, bizim ilçeden olup kıskanç bir kişiliği varmış. Onunla Fahrettin birkaç kez karşılaşmış. Onunla konuşmuş ama adam yine bildiğini yapıyormuş. Bun kişiyi bizimde tanıdığımızı söylüyor. Her gün Fahrettin’i takip eder, onun mal sattığı yerlere gider orada cazgırlık yapar. İnsanları bizim ürünleri almamaya çağırırmış.
- Akılsız tavuk, deveyi evine konuk götürür. Bu akılsızda bizim satışlarımızı engelleyerek kazançlı mı çıkacağını sanıyor? Bu akılsızı biz de mi tanıyormuşuz.
- Evet... Hani senin Murat’ı dövenler var ya? İşte onların büyük kardeşiymiş. Almanya’da olan bu kişi son iki senedir, aylak aylak gezip, içki müptelası, ağzı bozuk, hırsızlıktan sabıkası olan, v.s bir adammış.
- Anladım... İt ne kadar ürerse ürsün, kervan yoldan dönmez. Bu kervanı birkaç sivrisinek vızıltısı rahatsız edemez.
- Affetmek mi niyetin. Bilirsin ki; Zalimleri affetmek, mazlumlara zulümdür.
- Hayır Adem. Öyle af falan yok. Sadece Ziya Paşa’nın “Nush ile uslanmayanı, etmeli tekdir. Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir.” Sözü gereği ilk önce konuşulacak sonrasını kendisi belirleyecek. Bu işi ben hallederim.
- Tamam o halde... Bu iş bitmiş sayılır.... dedi Yakup... Başka bir şey yoksa gitmemiz gerek.
- Tamam.... Haa Adem ilçeye giderken beni de al. Biraz erken gidersek sevinirim. Birini görmem lazım.
- Tamam Osman Bey....
- Herkes işine gidebilir....
Yönetim toplantısı bittikten sonra herkes işinin başına gitmişti. Osman, çay ocağına inip bir kahve yaptı. Orada görevli olan genç kahveyi kendi yapmak istemiş ama Osman, izin vermemişti. Nefsinin isteklerini zorda kalmadıkça bir başkasına buyurarak yaptırmazdı. Kahveyi alıp odasına çıktı, sekretere toplantıda alınan kararların listesini verdi ve daktilo edip birimlere dağıtılmasını istedi. Sonra da kaset çalara bir ezgi kaseti koyup dinlemeye başladı. Bu arada da eline bir kitap almış onu okuyordu. Üç saat kadar odasında kitap okumuştu. Kapının tıklatılması üzerine toparlandı, elindeki kitabı masanın üzerine koyarken arasına kalemi koydu. İçeri Adem girdi.
- Gidiyor muyuz?
- Gidelim.... dedi.
İlçeye kadar yapmaları gereken ve yapılması gerekenler hakkında konuştular. İlçeye geldiklerinde Osman araçtan indi.
- Nereye gideceksen, götüreyim.
- Gerekmez... Sonra size gelip misafir olabilirim.
- Memnun olurum.... Gelmemi istemediğinden emin misin?
- Hıhhıı... dedi... Sonra görüşürüz.
Osman, ilçede cadde boyu yürüdü. Fabrika kurulurken, Murat’ı dövenler ile babası gelmişti. Osman, adama ilçede ne iş yaptığını sormuş ve tüccar olduğunu söyleyen bu adamın dükkanının yerini bildiğini söylemişti. Osman o şahsın dükkanına gelene kadar çok kişi ile yolda sohbet etmişti. İlçede çok tanınanlardan biriydi Osman. Neden sonra dükkana vardı. Dükkanın içinde büroya benzer bir bölme vardı. Oradan Osman’ın geldiğini gören adam koşup onu içeri buyur etti.
- Osman ağa bizim buraları bilir miydi? Vay hoş gelmişsiniz efendim. Hele buyur otur, ne ikram edebilirim? Şu fakirhanemize şeref verdiniz. Hele hoş gelmişsiniz....
Adamın eli ayağına dolaşmıştı. Osman sadece dili ile dişi arasında mırıltılı olarak veya başını sallayarak adamı cevaplandırıyordu.
- Rabbim kazancınızı bol eylesin.
- Amin... Cümlemizin...
- Bir şey ikram etmek isteriz. Ne içersiniz?
- Sadece bir bardak su... Mümkünse, şebeke suyu olmasın. İlçemizin suyu malum.
- Bu sabah sizin köyden su getirttim. Hani şu meşhur Ali Çavuş’un suyu. Allah’ın işine bak.... Oğlum dolaptaki damacanadan bir bardak su doldur da getir. ... Eeee anlatın Osman bey, hayır mı şer mi?
- Sen topluma kötü evlat yetiştirdikten sonra kapına hayırla gelmek pek nasip olmayacak gibi.
- Ihhhh.... dedi kızgın bir şekilde, şaşırmıştı.... Yine ne yaptı bu velet.
- Adınız Bekir’di değil mi?
- Evet...
- Güzel isim... Peki Almanya’da bir oğlun var mı?
- Var... Muhammed var.
- Güzel isim. Hem de pek güzel. Size isim koyan atanız belli ki, Ebu Bekir (RA)’i çok severmiş.
- Evet, babam ve dedem çok dindardı. Ben de evlatlarıma İslam büyüklerinin adını verdim.
- İsim verilmekle, isim sahibine benzenmiyormuş.
- Hayrola, Muhammed’i nerden tanıdınız?
- Dünya küçük Kadir Bey... Sadece onu merak ettim ve tanışmak istiyorum. Şayet izine falan gelirse tanımak isterim.
- Tabii neden olmasın....
Bu arada genç bir erkek tepsi üzerine koyduğu suyu getirdi. Osman suyu alıp içtikten sonra adamın işini sordu, nasıl gittiğini falan öğrendikten sonra izin istedi.
Osman oradan uzaklaşırken, Bekir’in yüzünde hem hüzün hem de sevinç vardı. “Osman Muhammed’i sorduğuna göre ona güzel bir iş verecek” diye düşündü. Sevinci bu doğrultuda olurken, hüznü “acaba Muhammed bir halt mı etmişti” diye de düşünmeden edemedi. Sonra işinin başına döndü.
Osman, Adem’in evine geldiğinde sofra hazırlanmıştı. Sofraya oturmadan önce köye telefon etti. Telefona açan Zeynep oldu. . Osman;
- Hanım, ben bu gece gelemeyecek gibiyim. İlçede Adem’in evindeyim. Eğer korkarsan...
- Yok korkmam. Neden korkacakmışım ki? Çocuklarım yanımda, Kadir ve Yusuf ‘da burada.
- İyi akşamlar o halde... dedi.
Telefonu kapatarak, sofranın başına oturdu. Adem’in iki küçük kızı iki de oğlu vardı. Adem’in hanımı ve kızları bir telaş içinde koşuşturup hizmet ediyorlardı. Adem ile Osman arkadaş olmalarına rağmen, bu fabrika kurulalı ilk kez Adem’in evinde yemek yeme fırsatları olmuştu. Daha önceleri ailecek birbirlerine gidip gelirlerdi.
Yemekten sonra odaya geçen Adem ile Osman koyu bir sohbete daldı. Geçenin geç saatlerine kadar sohbet ettiler. Osman kafasındaki müdürden, ilçede görüştüğü Bekir’e kadar her şeyi anlattı. Neler yapmaları gerektiğini en ince detayına kadar anlatan Osman, arasıra da ağzını kapatarak esnemeye başlamıştı. Bunu fark eden Adem hanımına seslendi. Yatağın hazır olduğu cevabını alınca Osman’ı yatağına davet etti. Odaya geçen Osman, abdest alıp namaza durdu. Namazını kıldıktan sonra yatağa uzandı. Üzerindeki elbiselerin çoğu duruyordu. Öylece uyuya kalmıştı.
Sabah olunca Adem Osman’ı uyandırdı. Kahvaltıyı yaptıktan sonra arabaya binip fabrikaya geldiler. Osman fabrikada rutin kontrolleri yaptıktan sonra, eline bir sopa alıp araziye çıktı. Koyun ve büyükbaş hayvanlar hep arazide otluyordu. Ekinler biçildiğinden hayvanlara otlama alanları çoğalmıştı. Besicilik yapanların tamamı hayvanlarını biçilmiş alanlarda otlattıktan sonra, bir çeşme başında dinlendiriyorlardı.
Osman Suluboğaz adlı mevkie vardığında Abdullah ve birkaç çobanın orada olduğunu gördü. Abdullah Osman’ı uzaktan gelirken tanımış ve ona doğru gelmişti. Biraz yaklaştığında.
- Hayrola Osman abi?
- Hayır be yiğidim. Hayır... Seni göresim geldi.
- Hoş geldiniz.... Ben bu kadar görülmeye değer bir insan değilim ki?
- Hem de çok güzel ve özel bir insansın... Hiçbir zaman kendini küçük görme. Şöyle senin koyunların başına doğru gidelim ve onları otlatırken biraz sohbet etme imkanımız olur..
- Tabii... Şu ilerde ki sürü benim...
Sürünün yanına geldiler. Osman’ı Abdullah’ın yanında gören diğer çobanlar Abdullah’a gıpta ile bakıyorlardı. “Osman’ın da sürüsü var ama, gelip Abdullah ile davar güdüyor” diyorlardı. Osman bir iki kere “hoo, hooo,” diye bağırdıktan sonra.
- Abdullahçığım, sana ihtiyacımız var.
- Bana mı?.. dedi şaşkınlık içinde.
- Evet sana...
- Ben....
- Sadece dinle. Hemen karar vermen gerekmez. Bizim firmanın genel müdüre ihtiyacı var. Bu civarda bunu yapabilecek kapasitede sadece sen varsın.
- Ama...
- Sözümü kesmeden dinlemeni istiyorum.... Biliyorum aklında başka projeler var.... Koyunlarının başına mükemmel bir kişi bulup maaşını ben karşılayacağım.
- Olmaz öyle şey...
- Sadece dinle dedim. Sonra sen anlatırken cevap verilmiş olur. Bizim çocuklar daha küçük. Onlar okulu bitirmeleri gerekir. Senin tabirinle üniversiteli çoban olacaklar. Evet, bana sen lâzımsın. Hem de şiddetle lâzımsın. Sürünün başına tutacağın bir adam işi götürebilir. Günde en fazla sekiz saat çalışacaksın. Sana bir de yardımcı verilecek. Yardımcın senin vardiyan olacak. Geceleri siz karışmayacaksınız.
- Ben... Ben.... Ne diyeceğimi bilmiyorum.... Beni şok ettiniz.
- Kurulmuş olan bu sistemi idare edecek kişi olarak görüldüğün için, seni rahatsız ettik. Bir iki hafta içinde cevap verirsen sevinirim. Yüksek karakterler, toprak gibi yüzleri yerde ve hep alçak gönüllüdürler. Her yerde meltemler gibi eser ve herkesi serinletirler. İşte bu nedenle ben bu serinliği senin yanında duyuyorum. İyi bir idareci ve siyâsi için şu hususlar çok önemlidir: Hakk düşüncesi, hukukun üstünlüğü, vazife şuuru, kaba ve ağır işlerde sorumluluk anlayışı, ince ve nâzik işlerde de mahâret ve ehliyet. İşte bütün bunları sende görüyorum. O nedenle seni aramızda görmek bize onur verecektir. Mutlu edecektir.
- Kardeşlerimle bazı konuları konuşmam gerek. Onlardan birini ikna edebilirsem, neden olmasın.
Osman, işi kabul ederse ne gibi avantajları olacağını anlatırken, sürü sahibi olmanın, mal sahibi olmanın avantajlarını da kıyaslamaya dahil ediyordu. Her iki durumu çok iyi değerlendirmesini isteyerek, konuyu günlük magazin ve politikaya kadar getirdi. Çeşitli konularda konuştular. Bu arada da koyunları otlatmaya devam ediyorlardı. İkindi ezanını duyunca, su başına inip gidip abdest tazelediler. Osman imam oldu ve namazı eda ettiler. Namaz bittiğinde Osman, izin isteyerek fabrikanın yolunu tuttu. Elindeki değneğe kâh dayanıyor, kâh sallayıp ilerliyordu. Köye yaklaştığında bahçede çalışanların yanına uğradı. Onlarla biraz sohbet edip pınardan bir iki avuç su içtikten sonra oradan da ayrıldı.
Fabrikaya yaklaştığında fabrika girişindeki kulübede nöbet tutan Tahir’e selam verdi, on adım geçtikten sonra tekrar dönüp, Tahir’e hal hatır sordu. Onunla ayak üstü biraz konuşmuştu.
Büroya çıkan Osman, çay ocağına inip kendisine bir kahve yaptı. Çaycı ile sohbet ederken kahvesini içti. Personel ile sohbet etmeyi severdi. Bir arkadaş gibi onlara yaklaşır ve onların dertlerini dinler, hayattan beklentilerini öğrenirdi. Bu bilgileri de hafızasından hiç çıkarmaz, yıllar sonra o şahsı gördüğünde, hayallerinin ve beklentilerinin yerine gelip gelmediğini sorardı.
Kahveyi içtikten sonra, imalathaneye indi. Mühendis ve ustabaşları ile iş konusunda konuştu. Her gün siparişlerin çoğalması sayesinde, üretim artmaya başlamıştı. Günlük üç bin litre süt işlenmeye başlamıştı. Bu üretim, çevre köylerde ve illerde süt hayvancılığının bir meslek dalı olmasına neden olmuştu. Pek çok köyde elde edilen sütleri, firmanın arabası toplarken, yeni yeni bölgelerden sütler gelmeye başlamıştı. Bu işe talip olanlar ilk önce firmadan süt üretme şekillerini ve istenilen süt kalitesini öğrenmek zorundaydı. Firmanın ilk şartı her besici için bir süt damacanası olmak zorundaydı. Çünkü firma, herkesin ürününü tek tek laboratuarda inceledikten sonra imalathaneye göndermek zorundaydı. Bu değişmez bir kural haline getirilmişti. Yıllar sonra bile değişmeyecek tek kural buydu. Firmanın istediği saf ve katışıksız, hormonsuz ürünlerdi.
Osman, entegre bölümüne doğru ilerledi. Her iki binanın etrafına çok güzel bir çevre düzenlemesi yapılmıştı. Hayvanların bulunduğu ahıra yaklaştığında Turgut’u gördü.
- Selamünaleyküm Turgutçuğum.
- Aleykümselam Osman... Son zamanlarda bazı sorunlarımız olmaya başladı.
- Ne gibi?
- Aldığımız hayvanların yüzde yetmişinde hormon ilaçları çıkıyor. Bunu nasıl önleyeceğiz?
- İnsanda çok kazanma hırsı olunca bunu beklemeliyiz. Fakat biz kararlı olduğumuzu gösterdiğimiz zaman, bunlara tevessül edilmeyecektir. İşte bu nedenle üreticilerimizin sayısının iki üç katı kadar küçük risale bastırıp, köylere muhtarlar aracılığı ile dağıtmalıyız. Hatta bu risale içine firmamıza ürün nasıl teslim edilir, teslim edilen ürünlerde neler aranır, ödeme nasıl yapılır, ve daha ekleyebileceğiniz şeyleri de ekleyerek bu risaleyi hazırlat. Gerçi firmamızın ürün almada ve ödemedeki kuralları dilden dile dolaşarak bilgi sahibi olunmuştur. Ama kitap halinde olursa kalıcı olur. Bu kitaba ücretsiz veterinerlik hizmetini bizzat köyünüze gelerek verilecektir. Bu siz isteseniz de istemeseniz de rutin olarak her ay sıra ile köyler taranacaktır, ibaresini koymayı unutmayın. Ayrıca telefon numaraları verip, acil bir durum karşısında veteriner isteme hakları olduklarını ilave edin. Kısaca bu hazırlayacağınız risalede, üreticiler her aradığını bulmalı. Onları bu şekilde bilinçlendirirsek, hayvanlarda kullanılan hormonları azamiye indirebiliriz.
Turgut Osman’ın anlattıklarını not ediyordu. Bu arada bir genç gelip,
- Efendim, büronuzda misafirleriniz varmış.
- Sağol yiğidim... Evet Turgut beni iyi anladın sanırım. Kitap numune olarak bir tane basılsın ve bana gelsin. Belki ilave edilmesi veya çıkarılması gereken yerler olabilir.... Evet bana müsaade, unutma ki, hiçbir sorun çözümsüz değildir. Hormonlu hayvanların vücudundaki, ilaç kalıntısı minimum seviyeye de olana kadar, hayvan kontrol altında tutulacak, yoksa bu işin kalite şansı sıfıra iner, sıfıra inmek demek ne anlama geliyor herhalde bunu idrak edebiliriz. Ben sizden sadece ve sadece dikkat istiyorum.
- Sen meraklanma Osmancığım....
- Bir şey olursa ben bürodayım..
Hızlı adımlarla büroya doğru ilerlemeye başladı. Tam fabrikaya girecekken bir genç yoluna çıkarak;
- Osman Bey, açım. Perişanım. İşsizim.
- Gel benimle...
Firmaya girerken ayaklarını dezenfekte ettiler. Osman genci alıp yemekhaneye götürdü.
- Ben böyle aç değilim efendim.
- Bak yiğidim. Şimdi yukarıda misafirlerim var. Sen burada ye iç, dinlen ben seni çağıracağım. Tamam mı?
- Peki efendim.

17
Osman bürosuna geçerken sekreterlikte bekleyen kişileri odasına davet etti. Onlar tam içeri girerken Adem de geldi. Hep beraber içeri girdiler
- Bekir Bey hoş geldiniz. Muhammed Bey sizde hoş geldiniz. Umarım çok bekletmemişimdir. Size ne ikram edebilirim.
- Hayır beklemedik.
- Ne ikram edebilirim, soğuk bir ayran veya meyve suyu iyi olur sanırım.... dedi
- Sağolun içmeyelim...
- İşte bunu kabul etmem... telefonu eline aldı bir tuşa bastıktan sonra, ... Evladım iki meyve suyu lütfen.
- Affedersiniz, benim adımı nereden biliyorsunuz?
- Dünya küçücük bir kutu. Aklı selim insan içinde yaşadığı kutuyu tanır. Tanırken de dost ve düşmanlarını da tanımak zorundadır. Ne iyi ne kötü bunları bilmek zorunda, kim dost, kim düşman hepsini öğrenir. Dedim ya dünyanın küçük olması insana böyle bir sorumluluk yüklüyor.
- Bu dünya mı küçük? Ya siz kendinizi çok büyük görüyorsunuz ya da dünyayı tanımıyorsunuz?
Çaycı genç bir delikanlı tepsi üzerine koyduğu dört bardak meyve suyunu ikram etti ve dışarı çıktı. Osman;
- Ben de senin baktığın pencereden baksam ve aynı şeye odaklanmış olsam, haklısın derim. Aynı pencereden bakıp da ayrı şeyleri algılamamız doğal. Görüş açıları, herkesin aynı değildir.
- Evet Osman Bey... Bu benim oğlum Muhammed. Kendisi Almanya’dadır... dedi, Bekir. Ortalığın biraz fırtınalı olduğunu sesmiş ve hemen söze girmek gerektiğini anlamıştı... Hani bizim fakirhaneye gelip de Muhammed’i sormuş ve izine geldiğinde tanımak istediğini bildirmiştin. Sen sordun gittin iki gün sonra o izine geldi.ç açıkçası biz geleceğini hiç beklemiyorduk. Oraya gideli yedi sene oldu bir kere izine geldi. Başka da gelmedi.
- Evet Muhammed Bey... Ülkemize hoş geldiniz.
-..... gülümseyerek, Osman’ı küçümsedi ve ellerini uzun saçları arasına sokarak saçını geriye topladı. Omuzlarından aşağıda olan saçlarının geride toplanması ile, kulaklarındaki küpeler ortaya çıktı. Osman, küpeleri görünce;
- Küpelerin güzelmiş, bak benim de kulaklarım delik. Bir zamanlar bende küpe taktım. O küpeler İstanbul yapımı mı?
- Yok... Afgan yapımı.
- Afganların ve Hinduların yaptıkları takılarda bol bol taş işçiliği vardır. dünyanın en güzel taşları bu iki ülkede bulunur. Rabbim onlara da taşlardan servet edinme imkanı vermiştir. Malum bu güzel taşlar, eski volkanik kalıntılar içinden çıkmakta. Almanya’nın neresinde kalıyorsun?
- Köln’de. Ama Almanya’yı devamlı gezerim. Benim belli bir mekanım olmadı şimdiye kadar. Bir ilde en fazla bir sene kalmışlığım vardır.
- Yine de sosyal haklarının falan bağlı olduğu bir yer vardır.
- Var. Köln. İlk Almanya’ya vardığım yer orası olduğu için, bütün kayıtlarım oradadır.. Merakımı bağışlayın ama beni neden görmek istediniz?
- Ben Almanya’da olan hemşehrilerimi tanımak istiyorum. Belki onlarla ortak iş yapma imkanım olur. Mesela seninle böyle bir ortak girişim içinde olma imkanımız olabilir mi?
- Benimle mi? Hıhhı... dedi gülerek... Ben ha?.... Ben Almanya’da sosyal güvencelere dayanarak yaşamaya çalışırken, sizinle nasıl ortak iş yapabilirim. Siz ağzınızı açsanız dünya kadar ortaklık için para istersiniz. Malum parasız iş yapılmaz. Hem beni tanımıyorsunuz ki?
- Tanıt o zaman kendini.
- Oğlum para konusunu merak etme sen... dedi Bekir... hele bir dur. Belki istenilecek parayı karşılama imkanımız vardır. neyim var neyim yok hepsini satar savarım.
- Senin neyin var ki baba? Hepsini toplasan 100 bin lira etmez.
- Hele bir dur oğlum. Osman bey daha ne isteyeceğini söylemedi ki?
- Baba, ben bu tür firmaların kapısında büyüdüm. Bunlar ağzını her açışta, paradan başka bir şey konuşmaz. Gözlerini para hırsı bürümüştür.
- Oğlum... Kendine gel. Biraz sakin konuş...
- Baba, ben bunların Almanya’daki dağıtım işlerini yapan adamı çok iyi tanırım. Onun orada çalıştığını gördüğümde, bunu anladım kim bilir ondan ne kadar para aldılar. Hayır baba, bunlara kaptıracak paramız yok bizim.
- Oğlum....
- Baba zamanını boşa harcıyorsun... kalk gidelim.
- Fahrettin’i tanıyor musunuz?
- He.... Tanırım.
- Peki nasıl biridir?
- Pöh... O mu?... Aramız pek iyi değildir. Yıllar önce onunla bir firmada çalışıyorduk. Orada başıma bir olay geldi ve bana sahip çıkmadı. Aleyhime tanıklık edip bana ceza verilmesini sağladı. Ondan akraba, hemşehri falan olmaz. Kısaca onunla aramızda böyle bir tatsızlık oldu.
- Tamam.. Evet şimdi bizimle çalışmak istiyorsanız, bizimle çalışanlardan şartlarımızı öğrenmeniz gerekiyor. Biz şartlarımızı herkese birebir anlatmıyoruz. Daha önce bizimle çalışan birinin yanına gönderip, ondan öğrenmesini istiyoruz. Bu hangi ülkede çalışmak istiyorsa, göndereceğimiz şahıs da değişmektedir.
- Yani ben, Almanya’da çalışmak ve sizinle ortaklık yapmak istersem, Fahrettin denilen adamdan mı öğreneceğim şartlarınızı?
- İlla da Almanya’da çalışın demiyoruz ki?
- Bak oğlum yaşın 35’e geldi artık evine düzenli bir aş götürme zamanın geldi. Gel bu işi bir kez düşün. Osman Bey çok yardım sever bir insandır. Senin orada olduğunu duymuş ve bana gelip seni sordu. Bundan büyük fırsat çıkmaz karşına. Gel eteğindeki taşları dök ve bu işe evet de.... dedi Bekir.
- Baba yoksulluk içinde kıvrandın. Aynı şartlarda herkes gibi sende dünyaya geldin. Neden seninle dünyaya gelenlerin malı dolup taşıyor da, bizim yok?
- Oğlum... dedi kısık bir ses tonuyla Bekir.
- Bak Muhammed kardeşim. Arapların bir atasözü vardır; “sağlıklı olup yoksulluktan şikayet edenin elleri ve ayakları fazlalıktır.” Allah’a çok şükür ki sağlınızı yerinde. Burada babanıza neden mal bırakmadınız diye hayıflanana kadar, sen mal biriktir de evlatların sevinsin. Senin bu düşüncelerin ne insanlık anlayışına ne İslâm anlayışına velhasıl hiçbir hayat nizamına sığmıyor. Sen sanıyorsun ki, herkese atasından bir şey kalarak zengin oluyor. Kusura bakma bu hazırcılıktır. Ellerin ve ayakların demek ki sana fazla geliyor... dedi Osman.
- Dört pirket duvarın içinde yıllarca hapsoldu. Bak onun yaşındaki insanlara nerelere gelmiş o ise; halen olduğu yerde sanki hapis hayatı yaşıyor. Ben onu demek istiyorum.. Yıllardır hep aynı Bekir, aynı Bekir.
- Benim eleştirilerime katlanırsan sen kazanırsın. Kurt da tavuğu sever, ama tilki kadar sabırlı olamaz. Dünya zenginliği insan için bu kadar önem arz etmemeli.
- Ama realite öyle değil. Paran varsa adam yerine konursun, yoksa konmazsın.
- Muhammed Bey... Adı güzel kardeşim, dünyaya baktığın pencerede onları görebilirsin. Dünyayı böyle algılayabilirsin. Fakat o bakış açısının yanlış olduğunu bilmende fayda var. Diyeceksin ki! Senin elinde epey servet var.... Evet, sen onu öyle görebilirsin. Haklısında... Benim bu bölgemin insanlarında bu kıskançlık hat safhada. Neden bir başkası ile kendinizi veya kendimizi kıyaslarız? Bırakın daha çok kazansın veya bırakın daha çok başarılı olsun insanlar. Bu kıskançlık nedir anlamadım? Rabbim herkese pek çok fırsat verir. Kimisi bu fırsatları çok mükemmel değerlendirir, kimi de fırsatların farkında değildir. Zenginlik diyorsun, eğer ben dünya malına bildiğin şekilde önem verseydim, kusura bakma sana, iş ortaklığı önermezdim. Sen olsan önerir misin?
- Hayır...
- İşte, bunları bir düşün. Ben dünya malı peşinde değilim. Baban ve ataların da öyle idi ve öyleler. Onlar bilir ki, alın teri ile kazanılan mal daha hayırlıdır. Emek vermeden kazanılmış mal, elek kullanılmadan elenmiş una benzer. İçinden kah taş çıkar, kah başak çıkar. Madem dünya görüşün böyle, peki sen neden kazanıp da evlatlarına mal mülk bırakmıyorsun?
- Eee, imkan ve olanak meselesi.
- Al sana imkan ve olanak. Sabahtan beri sana ben neler teklif ediyorum sen, neler sayıklıyorsun.
- Bak oğlum Osman Bey, kimin elinden tutmuş ise, o istediğine nail olmuştur. Gel sana uzatılan ele cevap ver. Bu şans karşına bir daha çıkmayabilir.
- Hımmm.... dedi saçlarını parmakları ile geriye tararken.
- Çalışmayı kabul ettiğin takdirde, bizimle iş yapanlardan, kural ve kriterleri öğrenirsin. Unutma; Her şey küçük olarak başlar ve büyür. Yalnız musibet bunun tersidir. O, başta büyükmüş gibi görülür, zamanla küçülür. Her şey çok olunca ucuzlar, yalnız edep bunun tersidir. O, çoğaldıkça kıymeti artar. İnsana değer kazandıran nokta da budur. Edep... Tek bir kelime, bir insanın gelmişini geçmişini ve geleceğini belli eder.
- Osman Bey bize müsaade... Sizin zamanınız çok değerli olmalı. Bizimle bu zamanı ziyan etmeyin. Umuyorum ki Muhammed düşünüp taşınıp, doğru ve mantıklı bir karar verecektir. Bize müsaade beyefendi.
- Müsaade sizi Bekir bey...
Osman onları büronun kapısına kadar uğurladı. Adem, hiç söze karışmamıştı. Ama içinde tarifi imkansız bir fırtına kopmaktaydı. Osman kapıyı kapar kapamaz gür bir ses tonuyla konuşan Adem;
- Osman sen ne yapmaya çalışıyorsun? Bizi burada yok saymaktan kastın nedir?
- Hiç adımı boşa atmamaya çalışıyorum. Sen benim can ciğer kardeşimsin. Ama lütfen bana yüksek ses tonuyla konuşma. Sert konuştum da işi hallettim mantığı sadece bizim millete hastır. Edepli uslu konuşmak olgun insanın meyvesidir.
- Özür dilerim. Ben o anlamda demek istemedim. Kulaklarında küpe ile, uzun sacları ile garip bir sakal ile karşına çıkmış bu insanı nasıl kabul edersin.
- Biz kimiz de neyi kabul etmeyeceğiz? İnsanlar kılık kıyafetine göre karşılanır davranışları ile uğurlanır. Ben de senin düşüncelerine sahiptim. Çünkü insanım. Doğrular hep aynı olunca, mantığı devreden çıkarmak gerek. Devreye vicdanı koymak zorunlu olur. Vicdanım bu gencin bize çok faydalı olacağını ilham edince, bu ilham da benim değil, beni yaratanın eseri olduğundan, onunla makul konuşmak zorunluluğum vardı. Evet, Fahrettin anlattığında içimi bir kin ateşi kaplamıştı. O zamanlar elime geçseydi belki senin yaptığını yapar onu affetmezdim. Ama gördüğün gibi öyle olmadı. İçimden bir ses o çocuk Almanya’ya gidecek ve orada Fahrettin ile konuşacak, Fahrettin ona iş şartlarını kabul ettirerek, ona vereceği görevler sayesinde hem onu kazanmış olacağız, hem de satışımızı üçe katlayacağız. Bu insanın içinde kazanma ve sahiplik hırsı bastırılmış bir halde. Fahrettin bu hırsı ortaya çıkardığı zaman, korkma artık o kişi senden ve benden çok buraya hizmet etmek için yarışacaktır. Yeter ki insan kazanmayı bil. En hakir durumdaki insandan, en zelil durumdaki insana kadar hatta en tepedeki insan da dahil olmak üzere yaratılmış bütün insanlarda aynı beyin hücresi, aynı elementler, aynı şekil ve istekler vardır. biz insanı insan olarak görmek zorundayız. Çünkü yaratılanı seviyoruz yaratandan ötürü. Öyle değil mi?
- Kusura bakma, ben boş bulundum senin üzdümse.... sözünü tamamlayamadı Osman sözünü keserek;
- Sen içindeki beni üzdüğünü sanıyorsun oysa ben Zahiri ve Batıni olarak senin söylediklerine üzülmeyecek kadar gerçekçiyim. Sen bir suç işlemedin ki özür dileyesin. Belki de bu hatırlatman la benim daha dikkatli olmama yardımcı olacaksın. Benim unuttuğum bazı şeyleri hatırlatacaksın.
- Ne bileyim işte... Ama senin sayende çok şey öğrendim ben. Siz konuşurken ben sabırsızlıktan patlayacaktım. Dişlerimi sıkarak, dilimi kanattım. Hele o küpelinin konuşmaları bana doğru çekilmiş bir kılıç gibiydi. Bereket sen vardın burada yoksa ben çoktan onları kovardım.
- Kovmak acizliğimizi perçinler. Katlanmak ve mücadele etmek imanımıza kuvvet katar.

18
Kapı tıkladı ve içeri Abdullah girdi. Osman ayağa kalkarak Abdullah’a yer gösterdi. Osman’ın yüzünde bir gülümseme belirmişti. Abdullah koltuğa otururken Osman, sekretere telefon ederek:
- Kızım yemekhanede bir genç vardı. Onu buraya çağırmak mümkün mü?... Abdullah’a dönerek.... Eee yiğidim anlat bakalım. Görmeyeli ne alemdesin?
- Osman abi, düşündüm taşındım.... Ben bu işin altından kalkamam diyorum.
- Sen, eğitim görmüş, kültürlü, becerikli bir insansın. Kendine güvenmemek de nereden çıktı?
- Ne bileyim buraya bağlanırsam, ilerleme imkanım olmaz diye düşünüyorum.
- İlerlemekten kastın ne?
- Şey.... sözünü tamamlayamadı çünkü, kapı tıkladı. Osman’ın “gir” sözü üzerine içeri pejmürde kılıklı bir genç girdi.
- Buyur otur yiğidim... dedi Osman koltuğu göstererek.
Genç koltuğa tereddüt ederek oturdu. Otururken sağa sola bakıp hayranlıkla odayı inceliyordu.
- Yemeğini yedin mi?
- He... Yedim efendim.
- Kaç yaşındasın?
- 27 yaşındayım.
- Evli misin, evin barkın var mı?
- He... Evliyim. Dört çocuğum var. Malumunuz olduğu üzere, babam erken everdi. Mürüvvet görmek istemiş. Bana iş-aş vermeden erken evlendirse ne yazar. Ben aç perişan yaşarken, benden sonra gelecek evlatlarım bu ülke için nasıl yararlı olacaklar. Karşı çıkamadık babama, askerden döndüm döneli, çalmadığım kapı kalmadı. Çok iş vaat eden insanla karşılaştım. Ama sonuç sıfır. Çocuklarıma bakacak yüzüm yok. Askere gitmeden önce bir bankadan kredi kartı almıştım. Ben giderken onu eve bıraktım. Çocuklar harcayacak, babam da her ay bankaya parayı yatıracaktı. Ben bir aylık askerken babam vefat etti. Yuva düzeni dağıldı. Hanım mecburen kredi kartını kullanarak hayatta kalmaya çalışmış. Kredi kartının limiti dolunca da konu komşu sayesinde ayakta kalabilmişler. Tabii bu arada kredi kartının parası zamanında yatmadığı için, faize girmiş. Borcum bir iken faizin faizi işlemiş de işlemiş. Banka eve birkaç kez haber salmış ama nasıl ödesinler. Ben olsaydım, gece gündüz çalışır öderdim. Nihayet askerden geldim ve bankaya bir vardım ki, icraya verilmişim. Bin liralık borcum olmuş onüç bin lira. Faizin faizi işlemiş. O parayı duyunca ben bittim. Öldüm. Evde huzurum kalmadı. Gerçi eve haciz gelse ne alacak? Ama bana hapis çıkarsa yuvam dağılacak. Lütfen efendim. Ömür hayatımda bankaya bir kez bulaştım, o da boğazıma kadar batırdı. Allah kimseyi benim durumuma düşürmesin. Ben bittim. Beni bu banka sistemi çökertti. Sağlık sorunlarım baş gösterdi. Tarlam tapanım yok ki satıp ödeyeyim. Köyde bir ev bir bahçem var. Onun da satsam borcumun üçte birini ancak karşılar. Ne olur bana bir yol gösterin. Çok perişanım.
- Nerelisin?
- Kırşehirliyim efendim. Bizim oralarda iş bulamadım. Sizin isminizi duydum. Çok yardımsever biri olduğunuz anlatılınca, birinden borç para bulup buraya geldim. Ne olur bana bir iş verin. Ne iş olsa yaparım.
- Ne iş olsa yaparım yanlış bir deyim. Çok iyi yapabildiğin bir şeyi söyle. Köyde çobanlık yaptım.
- Hah şöyle.... Osman, elini cebine attı. Dört yüz Yeni Lira çıkarıp uzatırken... Bu para senin evini buraya getirmeye yeter mi?
- Ne?... İşe alındım mı yani?... dedi gözleri yuvasından fırlayacak gibi olmuştu.
- Hele sen evini ve çocuklarını buraya getir. İşi merak etme sen. Sen gelene kadar ben sana bir ev hazırlatacağım. Çocuklarını buradaki okula kayıt yaptırırsın. Başka bir isteğin yoksa hemen harekete geç.
- Yooo Yok efendim.. dedi kekeleyerek.
- Hadi Allah sana kolaylık versin... Para yetmezse vereyim.
- Hayır yeter efendim. Allah sizden razı olsun... Allah ne muradınız varsa versin.
- Ümmeti Muhammed’e versin evladım... Hadi çocuklarına müjdeyi vermeye koş. Köye geldiğinde beni değil Kadir ağbini bulacaksın. Ben ona gerekli talimatı vereceğim.
- Sağolun, varolun efendim.... diyerek iki büklüm oldu.
- Sana ilk nasihatimdir. Sakın hiçbir kulun önünde eğilme. Başın hep dik dursun.
Genç birden doğruldu ve dönüp kapıyı açarak dışarı çıktı. Kapı kapandığında Abdullah olup bitenler karşısında şaşkındı.
- Bu kapıdan içeri girerken size bu işi nasıl kabul edemem diyeceğimi düşünüyordum. Kafamda çeşitli bahaneler uydurmaya gayret ettim. Ne zaman ki, şu genç içeri girdi ve siz ona hem kapınızı, hem gönlünüzü, hem de cebinizi açtınız benim beynimde bir fırtına koptu. Çünkü ben, zengin olmak için hayaller kurmaktaydım. Daha çok malım olsun istiyordum. Eğer malım çok olsa idi, sizin yaptığınızı yapabilir miydim? İşte bu soruya cevap veremedim. Zenginliğin bir hiç olduğunu bu odada öğrendim.
- Bana ünlü bir zengin adı söyle ve o zengin günümüzde dahi hayırla anılsın?
- Hımmm.... dedi mırıldanarak.... Bildiğim kadar yok.
- Peygamberler, nebiler hariç asırlar boyu hayırla anılan bir ve birkaç tane zengin var?
- Kim o?
- Allah Resulünün dostları. O dostlar ki, on dört asır geçmiş olmasına rağmen hâlâ hayırla anılmakta. Bir Ebu Bekir (RA), o ki; zamanının en zengin insanı. Ne yapıyor, Allah yolunda malının tamamını bağışlayarak, sadece bir gömlek bir pantolon kalıyor. Bir Hz. Ömer (RA), Bir Hz. Osman (RA), bir Hz. Ali (RA) v.s bu isimleri çoğaltmak mümkündür. Günümüzde isimleri hayırla anılan insanların özüne baktığın zaman, Allah sevgisinin yüksek olduğunu görürsün. Günümüzde lanetle anılan zenginlere baktığında hep zalimlikleri ile anılmaktalar. Benim yaptıklarıma gelince ben yaptığım her işi Allah rızasına uygun yapmaya çalışıyorum. Müslüman yardımsever olmalı. Ben bunu bilir, buna göre hareket ederim. Bana bu dünya, sadece hizmet etme imkanı vermek içindir. Hz. Ali (RA)’nin bu yardımların yapılması gerektiğini vurgulayan bir sözü var. Şöyle der; “Yok yoksul kişilerden kıyamet günü senin azığını yüklenecek birini buldun mu, bunu ganimet bil, yarın ona muhtaç olduğun vakit o, o azığı sana sunar. Ona çok yardımda bulun; kudretin varken yap bunu; çünkü sonra onu arasan da bulamazsın. Elin genişken senden borç isteyene ver; o da sana, dara düştüğün zaman öder onu.” Benim yarın dara düşmeyeceğimi kim garanti edebilir? Üstelik yardım dediğin şey karşılıksız yapılandır. Nefsimiz bize hakim iken tamamen hibe anlamında yardım yapamıyoruz. Sadece ve sadece o vatandaşa bir nebze de olsa bulunduğu durumda rahat nefes almasını sağlamak içindir. Hz. Ali (RA) bu yardım konusunda şöyle diyor; “ Menfaat karşılığı yapılan iyilik, iyilik değildir. İyilik; sebep ve netice zincirinin dışındadır.” Biz tekrar ödeme şansı verdiğimize göre yaptığımıza iyilik ve ihsan denilemez. Olsa olsa, o insanı topluma kazandırmaktır. Toplumdan koparak, hem kendine hem de çevresine zarar vermesini önleyebiliyorsak ne mutlu bize.
- Ben ne diyeceğimi şaşırdım. Tok olan cümle cihanı tok sanır. Aç olan, alemde ekmek yok sanırmış. Ben, dünya nimetlerinin peşine düştükçe, çok şey kaybettiğimi anladım.... Osman abi, senden bir şey isteyeceğim. Biraz önce buradaki genci benim himayeme ver. Ben ona mükemmel bir hayat, şartları sunayım. Bu arada ben de burada gönül rahatlığı ile çalışabilirim... Hatta bütün banka borçlarını da kapatırım. Ondan her ay belli bir kesinti ile verdiğimi alabilirim. Beni bu gencin durumu çok yaraladı. Bir banka bir yuvayı bu denli batırmamalı. Tamam borcu olabilir. Fakat o borç dondurularak, kişiye ödeme imkanı sağlanmalı. Hz. Peygamber (SAV) Efendimiz boşuna dememiş. “Faizin her türlüsü kaldırılmıştır. Faizin günahı konusunda alanda verende eşittir.”
- Hah işte, şimdi oldu. Sen burada göstereceğin performans sayesinde bir sene sonra ortak konumunda olacağını sakın unutma.
- Bir dakika, bir dakika... Ben sadece çalışmak istediğimi söyledim. Ben buraya ortak olma gibi bir şeyi aklımın ucundan dahi geçirmedim.
- Bak yiğidim beni iyi dinle. Bilirsin ben bir söylerim bir daha aynı şeyi söylemem. Ben ne diyorsam, bu her iki taraf içinde yararlı olduğu içindir. Senin buraya ortak olmanın şartlarını sana anlatayım. İlk önce bir sene boyunca bir memur gibi maaş alacaksın. Tabi i bu arada da işlerini devam ettireceksin. Bir sene sonra durum müzakeresi yapılacak. Senin işi iyi kavradığın anlaşıldığında, ortaklık sürecin başlayacak. Bu şöyle olacak. Ya yeni bir iş dalı ile genişleme yapılacak ya da, bu iş üzerinde sen de benim ortaklığım kadar ortak olacaksın. Bunun için de çok çalışıp, burayı sahiplenmen gerekiyor. Sana aylık bir ödeme çıkarılacak bu belki beş, belki de on yıla tekamül edecek. Bu borç bittiğinde sen otomatikman yönetimde söz sahibi olacaksın. Ama o zamana kadar fahri ortak konumunda olacaksın. Eğer payına düşen miktarı hemen karşılarsan, hemen ortak olma gibi bir şansın da var. Bu kurallar herkes için geçerli değildir. Eğer öyle olursa, parası bol olan her insan içimize girip, buraya ortak olabilir. Ondan sonra da, buranın istikbali sıfıra iner. Buraya ortak olma şartlarının başında senin kariyerinde, senin düşünce yapında, senin dürüstlüğünde, senin ahlaki anlayışında v.s olmayan insan giremez.
- Osman abi... Şimdi senden gerçekten izin isteyeceğim ve eve gidip istihare namazı kılacağım. Size fikrimi iki gün sonra bildireceğim. Beni maruz görün. Bir insanın başına gelebilecek, en zor ve meşakkatli durum benim başıma gelmiş durumda. Seni tanıdığımdan beri, hayat çizgimde çok şey değişti. Sen söylüyorsan mutlaka benim hayrıma olduğu içindir. Ama ben bir kere de olsa kendime danışmak istiyorum.... Ha... o genci de himayeme almayı kabul ettim. Sizin Kadir ve Yusuf’a ne gibi imkanlar sağladığınızı köyde bilmeyen yok. İşte ben de bu genci aynı onların hayat standartlarına çıkaracağıma söz veriyorum.
- Bak yiğidim. Bir söz vardır, denir ki; Allah’ın verdiği taşar dökülür, kulun verdiği başa kakılır. O nedenle kuldan bir şey isteme. Her ne istiyorsan Allah’tan iste. Bir insanın aklına hakim olan her ne ise o başına mutlaka gelir. Rabbim’in lutfu sonsuzdur. Seni anlıyorum. Madem öyle düşünüyorsun var git, her şeyi enine boyuna düşün. Düşündüklerini bir kağıda yaz. Kabul ettiğin zaman da, kafanda ne yapmak istiyorsan onları maddeler halinde kağıda dök. Burası için olmasa bile, kafanda daha iyi hizmet imkanı verebilecek bir iş dalının en ince ayrıntısına kadar dokümanını çıkart. Bunu bir dosya olarak bize getirirsen, biz bunun üzerinde gerekli çalışmaları yapar ve işimize gelirse, o iş dalına da atılabiliriz. Bilmem anlatabildim mi?
- Anladım Osman abi... Şimdilik bana müsaade...
- Güle güle yiğidim. Allah yar ve yardımcın olsun.
- Cümlemizin efendim... dedi ve düşünceler içinde kapıyı açıp dışarı çıktı. Osman kaset çaların düğmelerine basarak yeni bir kaset koydu. Ömer Karaoğlu’nu “Adı İçin Yaşamak” ezgisini dinlerken eline de bir kitap alıp okumaya başladı.
19

Osman, Adem ve Turgut büroda bir konu üzerinde tartışıyorlardı. Sohbet niteliğinde ki bu konuşmayı telefon sesi bozdu. Osman telefonu kaldırdığında, arayan Fahrettin idi... Osman konuşmadan önce telefonun HP (Hoparlör) düğmesine basarak, karşı tarafın konuşmasını Adem ve Turgut’un dinlemesini istemişti.
- Osman Abi... Bu Muhammed denilen şahıs yanımda. Çok kararlı bir şekilde bizimle çalışmak istediğini söylüyor. Siz onu bana göndermişsiniz, ben ona ne gibi bir yardımda bulunabilirim ki?
- Senin bu işi kabul etmenden önceki yaşadığı devreleri bir bir anlat. Firmanın kurallarının kesin ve net çizgilerle bilinmesini sağla. İşinde başarılı olduğu takdirde, Avrupa’da bir bölge sorumluluğunun verileceğini ona göre kendisini bu işe vermesi gerektiğini bilmeli. Başarısız olursa zerre kadar hak iddia edemeyeceği gibi, kapı dışarı edilirken göz yaşına dahi bakılmayacağını anlat. Velhasıl sen de bir idareci oldun. Firma kriterlerini bilmesi gerektiğini söylerken, kendi tecrübelerine göre hareket et. Umarım onunla barışmışsınızdır.
- Artık onunla bir kardeş olup sırt sırta vererek, Avrupa’nın bir numaralısı olacağımızı söyledi. Seninle görüştüğü için ben herhangi bir şey sorup sual etmedim. Artık o benim bir kardeşimdir. Onun fikirleri ve becerileri ile daha da ileri gideceğimize inanıyorum.
- Evet işte böyle olmalı. Kıskanç, haset, fetbaz, dedikoducu bir toplum olmaktan uzak olmalıyız. Benim bölgemdeki insanlara bunlar hakim olduğu zaman üretmek dursun, üretene de zarar verir. Bu nedenle bir kaya kaldırılacaksa yukarı, herkes bu kayayı kaldırmak için gerçek kuvvetini göstermeli. Yapmacıklı olarak kaya kaldırmaya el uzatan bize zarar verir. Aramızda asalak insanlara asla yer yok. Kim ki çalıştı hak etti. Ona da hak ettiğinden fazla vermek bize bir görevdir. Bu böyle biline. Şimdi sen, Muhammed’i yanına alıyor ve onu bu işte yetiştiriyorsun. Sanırım beş altı ay sonra işi en ince noktasına kadar kavrar... Evet şimdi Muhammed ile bir görüşeyim....
- Buyur Osman abi.
- Ben senin kılık ve kıyafetine karışacak değilim. Geçmişi şimdilik unutuyorum. Bir daha bize zarar verme gibi bir hasetliğe, hinliğe kalkışmayacağını biliyorum. Artık sen bu ailedensin. Avrupa’da bir başka bölge arayışı içinde olurken, Fahrettin’in desteğini alacak, her şeyi ona danışacak, onu ve bizi bir kardeş bilerek hareket edeceksin. Bunların dışında, Fahrettin’in sana vereceği ve mutlak uyman gereken bazı kriterler listesi olacak. Bu hem senin hem de bizim açımızdan elzemdir. Yeise düşme. Ben bu işi başaramam deme. Unutma ki; İnsanlar çok yakından bilip tanıdığın başaklara benzerler. Bilirsin başaklar; içleri boşken başları havadadır, doldukça eğilirler... Bilgi sahibi ve beceri sahibi olan insan, işte buna benzer. İnsan bilmediği işin başında acemidir. Ama zaman mefhumu onun işi kavraması için mükemmel bir fırsattır. Öğrendikçe işe hakim olur. Eğer gönül verip öğrenmeye kalkmazsa, iş ona hakim olur. İşin hakim olması demek, insanın ezilmesi ve dünyadan nefret etmesi anlamına gelir. Bu tür bir yaşam insanı bunaltır. Yalancı, sahtekâr, asalak, v.s insanın sevilmeyen yönlerinin oluşmasındaki en büyük etkenin arkasında bu zihniyet yatar. Çalışan insanın, üreten insanın, avareliğe zamanı olmaz. Dedikoduya zamanı olmaz. Unutma ki; çalışmak da bir ibadettir. Ben seni sevmek zorundayım. İlk önce Allah’ın seni yaratmasından ötürü. Sonra aynı dile ve dine sahip olmamızdan ötürü. Sonra, aynı topraklarda doğup büyümüş olmamızdan ötürü. Bunları çoğaltmak mümkün. Unutma bizim kriterlerimiz insana insanlığını hatırlatmak içindir. Bu insanlık ilkeleri sana asla zor gelmeyecektir. Çünkü fıtratımız bu kriterlere göre uyarlanmıştır. Unutma; Başarısızlığa ortak yoktur. Sen başarısız olursan, kimse bu başarısızlığı kabullenmez. Bu başarısızlık ömür boyu boynuna takılmış bir levha gibi olup her zaman karşına çıkar. Bundan sonra ki hayatın çok önemli bu nedenle de, şunu dememeye çalış; “keşke”.. Çünkü bu keşke nin hiç telafisi yoktur. Geçmiş hayatın asla geri gelmeyecek. Sen artık gelecek için adım atmaktasın. Geri adımlarla istikamet alınmaz. Şu sözleri kulağına küpe yap; Ne gelirse başa gelir, baş düşerse taşa gelir. İnsan dünyaya imtihan için gelmiştir. Mal, mülk, servet kazanmak için değil. Sevk’ü sefa içinde yaşamak için hiç değil. Senin en büyük sermayen geride bıraktığın pis bir hayatından örnek alabilecek kadar birikintin olmasıdır. Bu nedenle her adımını hesaplı at. Adımlarını atmadan önce Allah’a sığın. Velhasıl insan ol, fıtratta yaratıldığın gibi ve olman gereken gibi ol. Babana ve ailene karşı sorumluluğunu asla unutma. Bu sözleri söylüyorum çünkü sen benim kardeşimsin. Bense kardeşimin her iki cihanda da mutlu olmasını isterim. Senden tek ricam odur ki; Yemine gerek duymayacak kadar sözüne sadık ol. Bundan böyle seni Allah’ın sevgili kulları arasında saysınlar. Varın Allah’a emanet olun. Rabbim yar ve yardımcınız olsun. Aramıza hoş geldin yiğidim.... dedi ve telefonu kapattı.
- Allah’ım sen her şeye kadirsin.... dedi Adem gözlerindeki nemi silerken.... Bu işi on yıl önceki Adem’in yöntemi ile çözmeye kalksaydık, vay o gencin haline... Bu kadar mükemmel bir öğüt, ancak Hak yolunda olan gönül sultanlarından çıkar.
- Suçu bağışlayan soyludur ancak, özür dileyen daha soyludur, diye bir söz vardır.... Her Müslüman, bir gönül sultanı olacak kadar İslâmı bilmek zorundadır. İslâmı bilen insanlar kendinden konuşmaz, İslâm’ın verdiği kuvvet ile İslâmı konuşur. İslâmı bildikleri için insanı tarif eder, insanı bilip İslâmı tarif etmez. Dünyada mükemmellik olmaz, mükemmele yakınlık vardır. Rabbim asıl mükemmelliği insanın özüne koymuştur. Oradan ne türlü görünürse kişiye göre mükemmellik o olur. Biz İslâmı bilmemiş olsaydık bu genci kazanamazdık. İslâm demek; sabır demektir. Sabır ve tahammül, ferah ve sevincin anahtarıdır. İslâm demek; sevgi demektir. Yaratılan severiz yaratandan ötürü. Belaya sabır, beden kuvveti ile değil, ruh kuvveti iledir. Sen Almanya’da Fahrettin’i rahatsız eden, Muhammed ismini duyduğunda da birden parlamıştın. Bela bela ile yenilmez. Bela sabır ile yenilirmiş. Kavgalı başlayan arkadaşlıklar, sağlam temellere oturmuş demektir. O arkadaşlıktan korkma. Unutma ki; Hz. Ömer (RA)’de içki sofrasından kalkıp Hz. Peygamber Efendimiz (SAV)’i öldürmek için hareket etmişti. Kainatın sahibi bir Kur’an sözü ile onu yumuşatıp Peygamberimizin en çok güvendiği insanlardan biri olduğu gibi İslâmiyet’in, sonraları da hilafetin önderlerinden olmuştur. İnsanları çok çabuk yargılamak kolaydır. Hatta ona bazı suçlar isnat etmek bile kolaydır. Önemli olan insanı kazanmaktır. Kainat insan için yaratılmıştır. İnsansız kainat bir hiçtir.... Neyse kafanızı bunlarla meşgul etmeyeyim. Yakup’u arayalım da toplantımız başlasın.... demişti ki, kapı açıldı içeri Yakup ve Abdullah girdi.
Selamlaştıktan sonra oturan Yakup, elindeki dosyayı masaya bıraktı. Osman dosyayı açarken, Abdullah’a göz ucuyla baktı. Ve sonra dosyayı açıktan okumaya başladı. Abdullah olanlara pek anlam verememişti. Bu yüzden suskun bir halde beklemeye başladı. Osman dosyayı okurken herkes yine not alıyordu. Bütün dosyaları rutin bir şekilde bitirdikten sonra Abdullah’a dönerek:
- İşte yiğidim. Bizim Yönetim Kurulu bu şekilde çalışmaktadır. İlk kez yönetim harici kişi toplantımıza iştirak etmiştir. O da sensin. Seni bu toplantıya şahit tutmamdaki gaye, ileride seni aramızda göreceğimiz içindir. Ben buna inandığım için, seni toplantıdan çıkarmadım. Sen bunlara şahit ol ki, ileride yabancılık çekmeyesin istedim. Sıra sende, seni dinliyoruz.
- Beni bu denli güvenilir görmeniz nefsimi okşamadı desem yalan olur. Gelirken Yakup ağbiye de anlattım. Evet, bana tevcih ettiğiniz görevi üstlenmeye hazırım. Geçen gün burada karşılaştığım gencin evini dayayıp döşedik. Ona davarların sorumluluğunu verdim. Ayda da 600 lira maaş vereceğim. Bunun yanında sosyal haklarını bi tamam yatıracağım. Ben sizin sayenizde para kazanmayı değil, dost kazanmayı öğrendim. Para nasılsa kazanılmakta. Oysa dost kazanmak çok zor. Vicdanım rahat bir şekilde buraya geldim. Emrinizdeyim efendim.
- Vicdan kutup yıldızına benzer, çölde kaybolduğunuzda size yol gösterir, diye bir söz vardır. Unutma ki; Yürekli insanların olduğu yerde, ihanet hız keser. Bu gördüğün tesislerin tek sorumlusu artık sen olacaksın. Biz hiçbir şeye muhatap olmayacağız. Adaletle hükmedeceğine inanıyorum. Mutat olduğu üzere biz aylık toplantılarımızı yapacağız ve bu toplantıların hepsinde sen gözlemci olup alınan kararları not ederek, yerine getirilmesini sen takip edeceksin. Ayrıca aylık faaliyet raporu hazırlayarak, bize yapılması veya yapılmaması gerekenleri yazıp vereceksin. Çalışanları asla küçümseme. Onlarla idareci gibi değil bir arkadaş gibi olmalısın. Bir şey yapmadan önce o işin ehli olanlarla tek tek görüş, onlardan alacağın fikirlerle hareket et. O fikirlerin üzerine kendi fikrini katarken, ehil insanlara “şöyle olursa, böyle olursa” gibi öneriler sunarak fikrini söyle ki, sağlam bir karar verebilesin. Kimseyi küçümseme. Küçümsediğin insanda da sende olan hücre sayısı kadar hücre olduğunu, onun da aklı ve gururu olduğunu unutma.... Burada sekiz saatin haricinde kalıpta dışarıdaki işlerini aksatma. Kendine bir yardımcı seç. Bu tesislerde çalışan pek çok pırlanta gibi insan var. Seçeceğin yardımcında senin kadar yetkiye haiz olacak. Hatta gece vardiyesi için özel bir müdür tayin edeceksin. Bunun da bir yardımcısı olacak. Kısaca sen her şeysin artık. Biz sadece Yönetim olarak kalacağız. Alım şefleri, depo şefleri, büro şefleri, vardiya şefleri, sevkıyat şefleri, personel şefleri, mutfak ve büro personeli ile her zaman istişare et. Bir sene sonra sen Yönetime geçtiğinde, bizim gibi aynı şartlarla buraya ortak olduğunda, yerine bir başka insan buluruz. Bizim görevlerimize gelince, biz tekrar bir görev bölümü yaparız. Hatta bu ay Almanya’ya doğru gitmek gibi bir niyetimiz var. Oradaki gelişmeleri yakından takip etmek gerekir. Hatta yeni pazarlar bulmak için Asya, Türk Cumhuriyetleri ve Afrika’ya kadar açılma gibi bir girişim içinde olacağımızdan, araştırmalar ve görüşmeler yapmak zorundayız. Dünyanın her yerinde bir numara olmaktır hedefimiz. Bu konuda ilerlememiz için, tesislerden uzak kalmak zorundayız. İşte gözümüz arkada kalmaması için seni buna layık gördük. Kabul ettiğin için sana teşekkürü bir borç biliyoruz.... Hedefimiz, milyon dolarlardan, milyar dolarlara ulaşmaktır.
- Bu konuda bana güveninizi boşa çıkarmayacağım efendim.
- Efendim yok. Eskiden nasıl konuşuyorsak öyle devam edecek. Senli benli konuşmak, samimiyetin belirtisidir. Ben seni nasıl tanımışsam, o kişiliğinle kabul ediyorum. Yapmacık kişilik sana yakışmaz. Neticelerle ne çok övünen, ne de hayal kırıklığı olduğunda dövünen, biri olarak biliyoruz. Ben isterim ki öylece kal. Bil ki Rabbim, sadece senin elinden geleni yapıp yapmadığına bakar. Yaratıcının korumasını üzerinde hisseden bir insanın aşamayacağı engel yoktur. Bu doğrultuda davranan insan, hedefine ulaştığında Rabbine şükreder, aksi olduğu zaman da sabreder. Ve düşünür. Acaba ben bu hedefe neden varamadım veya neden başaramadım? Bu soruların cevabını bulmaya çalışır. İnsan normalde aciz bir varlıktır. Düşünebiliyor musunuz; gözle görülmeyen bir mikrop insan bünyesini ele geçirdiği zaman, insanı ya yatağa mahkum eder ya da toprağın koynuna yolcu eder. İşte insan, bu noktada aczini bilerek Allah’a her daim sığınmalı. İnsan “ben yaptım, ben ettim” gibi büyüklük ifade eden kelimelerden uzak durmalı. Bu kelimelerin arkasında Kaf dağından da büyük bir gurur yatar. O gurur kimi esir almışsa o kişiyi helak etmiştir. Bize kibirlenmek yakışmaz. Hayata tevhid gözüyle bakan bir insanın bir başarısızlıkla karşılaşınca buna “nasip” olarak bakar. Her şeyde bir hayır olduğunu düşünür. Bişr Mü’min, bir işin başarılması için elinden geleni gece gündüz demeden yapmalı; ancak olumlu ya da olumsuz olabilecek sonucu Rabbine bırakmalıdır. Deminden beridir aynı ifadeleri kullanıyorum. Bunu sadece Abdullah için kullandığımı sanmayın. Siz değerli kardeşlerimin için de bir uyarıdır. İnşallah Rabbim bu yolda bizi çok başarılı kılar ve İslâm âleminin eli, ayağı, gözü, kulağı v.s diğer insanların gıpta ile bakacağı bir kalkınma gerçekleştiririz. İşte bu kalkınmamızda Abdullah gibi değerli çok gence ihtiyacımız olacak... Allah yar ve yardımcımız olsun... Evet diyeceklerim bu kadar. Abdullah senin için özel bir oda hazırlattım. Sana bir sekreterya düzeni kurdum.... dediğim gibi yapmacık hareketlerden uzak dur.
- Peki Osman abi.
- Evet, sana başarılar genç yiğidim. Allah yar ve yardımcımız olsun.
- Amin, amin... sesleri odayı doldurmuştu.
Abdullah’ın bu göreve gelmesini hepsi sevinçle karşılamıştı. Osman ve diğerleri kalkıp Abdullah’ı odasına götürdüler. Abdullah içeri girip etrafı kolaçan etti. Osman eliyle koltuğu göstererek oturmasını işaret etti. Abdullah biran tereddüt etti çekingen davranır gibi oldu. Osman eliyle tekrar ısrar etti ve Abdullah koltuğa oturdu. İlk önce Osman Abdullah’a elini uzatarak;
- Aramıza hoş geldin. Yeni görevin hayırlara vesile olsun... dedi ve tokalaştı.
- Hoş bulduk.. sağol Osman abi.
Adem, Yakup ve Turgut’ta Abdullah’ı koltukta otururken tebrik ettiler. Sonra Abdullah’ı odasında bırakarak çıktılar. Abdullah yalnız kalınca, seccadeyi yere serip iki rekat şükür namazı kıldı. Sonra da tesisleri gezmek için dışarı çıktı. Her bir şefle teke tek görüşüp bilgi aldı. Çalışan işçilerden de bilgiler almayı unutmuyordu. O gün tesislerin her köşesini inceleyip, çalışanlarla konuştu. Sonra odasına çıktı ve edindiği izlenimleri not etti.

Hiç yorum yok: