Popüler Yayınlar

1 Ocak 2011 Cumartesi

Yazmak, sabır işidir.

Bir memlekette yazarları incittiğin zaman onlara görev verme, düşmanla beraber olup senin yok olman için çalışırlar. ARİSTO

* (Ehli olmadan, anlamadan veya dünya için yazı, kitap yazanların haline acır ve bunlara nasihat ederdi. Buyurdu ki:) “Kıyamet günü bir takım insanları uygunsuz şeyler için; ne olurdu kalemlerimiz ateş olsaydı da ellerimizi dokunduramaz ve yazamaz olsaydık derler.” Mutarrıf bin A B D U L L A H

Mükemmel bir konuda büyük bir çalışma yapıyorum. Senaryoya çevirecek ortak aranıyor

Dünya'ya düzen verenlere karşı düzen vermek gerek.

20 Haziran 2007 Çarşamba

YETİM (ROMAN)

ÖNSÖZ

Romana önsöz olur mu..? denilebilir. Olması gerektiğine inanmaktayım. Konumuzla bağlantılı olarak, gerek Kur’ân-ı Kerim’de Cenab-ı Allah (cc) ne der, gerekse Hazret-i Muhammed Mustafa (sav) ne diyor onları bilgilerinize sunmayı görev bilmekteyim.

İslâm'da Yetim
Her ne kadar halk arasında annesini kaybetmiş olanlara “öksüz”, babasını kaybetmiş olanlara “yetim” denilse de dinimizde ergenlik çağına gelmeden önce babasını kaybetmiş kız veya erkek çocuklara “yetim” denilmektedir. Tanımdan da anlaşıldığı kadarıyla yetimlik çocukluk devresiyle alakalı bir durumdur. Zira Peygamberimiz (sav): “Buluğ çağına ulaştıktan sonra yetimlik kalkar.” (Ebû Dâvud) buyurmaktadır.
İslâm'dan evvelki dinlerde, muhtaç olan bu insanlara karşı merhamet ve şefkat gösterilmesi, onlara yardım edilmesi, onların büyütülmesi hakkında pek az emir vardır. Tevrat'ta öşür ve zekâta müstahak olanlar arasında yetimlerin adı sadece iki yerde zikredilmektedir. İncil'de ise bu konuyla ilgili bir hüküm veya açıklama yer almamaktadır.
İslâm öncesi Arap toplumunda ise özellikle savaşlar ve boşanma kolaylığı gibi sebeplerle dul ve yetimlerin sayısı oldukça fazlaydı. Câhiliyye toplumunda yetimler horlanır ve haklarına riâyet edilmezdi. Hatta yetimlerin mallarından velîleri istediği gibi tasarruf etmekte, birçoğu yetimi babasının mirasından mahrum bırakmaktaydı.
Ancak İslâmiyet, yetimlerin himâye edilmesine ve onlara bakılmasına fevkalâde bir ehemmiyet vermiştir. Nitekim, sokakta kendi kendine veya çok zayıf bir ahlâk ile yetişecek insanlar, mutsuz bir hayat yaşayacakları gibi, cemiyetin başına pek çok mesele çıkararak içtimâî huzuru bozacaklardır. Bu sebeple dinimiz onların imkân nispetinde aile içerisinde barındırılmasını ve diğer çocuklara gösterilen müşfik bir ahlâka ve muâmeleye mazhar edilmelerini emreder. Himâye, bakım, terbiye ve malların korunmasına yönelik pek çok açıklamada bulunur.
Kur'ân-ı Kerim, Mekke'de nâzil olmaya başladığı ilk yıllardan itibaren yetim meselesini ele almıştır. Hatta ilk vahiylerde Hazret-i Muhammed (sav)’e kendisinin de yetim olduğu hatırlatılarak yetimlere iyi muâmele yapılması emredilir: “Rabbin, bir yetim olduğunu bilip de seni barındırmadı mı? ; O halde yetime gelince, ona sakın kahretme” (Duhâ, 6-9)
Yine Mekkî olan Fecr sûresinde; “Siz yetime iyilik etmezseniz” diye bu davranış kötülenirken, Mâûn Sûresi'nde yetime yapılan kötü muâmele bir nevî “dini inkâr” olarak tavsif edilir; “Ey Muhammed! Dini yalan sayanı gördün mü? Yetimi itip kakan, yoksulu doyurmaya yanaşmayan kimse işte odur.” (Mâûn, Ayet, 1-3) buyurulmaktadır.
Mekke'de daha ziyâde yetime iyi muâmeleyi teşvik edici, kötü muâmeleden de nehyedici âyetler gelmesine mukâbil, Medine’de yetimlerin himâyesi husûsunda daha kesin emirler, daha müşahhas tedbirler ihtivâ eden âyetler gelmiştir. Bu âyetlerden bir kısmı, yetimlere maddî yardıma teşvik edicidir: “Kulumuz Muhammed'e inanıyorsanız bilin ki, ele geçirdiğiniz ganimetin beşte biri Allah'ın, Peygamber’in ve yakınlarının, YETİMLERİN, düşkünlerin ve yolcularındır.” (Enfal, 41)
Nisâ sûresi 8. âyet-i kerime de ise; “Miras taksiminde yakınlar, YETİMLER ve düşkünler bulunursa ondan onlara da verin, güzel söz söyleyin.” buyurulmaktadır. Âyetin emrini, bir kısım âlimler nedb’e, yani bunun “nafile bir amel” olduğuna hükmederken, diğer bir kısmı da bunun “mutlaka yapılması gereken bir vâcip” olduğuna hükmetmiştir.
Yetimlere iyi muâmele, himâye, maddî yardım hususlarında, Hazret-i Peygamberden de pek çok Hadis-i Şerif vârid olmuştur: “Müslümanlar içinde en hayırlı ev, kendisine iyilik yapılan bir yetimin bulunduğu evdir. Müslümanlar içinde en kötü ev de kendisine kötülük yapılan bir yetimin bulunduğu evdir.” (İbn Mâce)
Bu Hadis-i Şerif’ten anlaşılıyor ki, yetimi sadece barındırmak kâfî değildir, aynı zamanda ona iyi davranmak da gerekir. Maddî veya mânevî eziyete mâruz kalırsa, bu tür barınma ve kollama onun için zulüm hâline dönüşebilir.
Bir başka Hadis-i Şerif’te ise; “Bir kimse, Müslümanların arasında bulunan bir yetimi alarak yedirip içirmek üzere evine götürürse affedilmeyecek bir suç işlemediği takdirde, Allah’û Teâlâ onu mutlaka cennete koyar.” (Tirmîzî)
Affedilmeyecek suç ifadesi, iki büyük günahı hatıra getirmektedir ki, bunlardan biri “Allah'a şirk koşmak”, yani Allah'tan başka bir ilahın varlığını kabul etmek, diğeri ise “kul hakkı”na girmektir.
Bir başka Hadis-i Şerif’te: “Kim üç yetimi yetiştirir, nafakasını temin ederse, sanki ömür boyu geceleri namaz kılmış, gündüzleri oruç tutmuş ve sabahtan akşama yalın kılıç Allah yolunda cihat etmiş gibi sevap alır. Kezâ, ben ve o, şu iki parmak gibi cennette kardeş oluruz.' buyurmuş ve ardından şehâdet parmağı ile orta parmağını birbirine yapıştırmıştır.” (İbn Mâce)
Yetime sahip çıkanlar, toplumun bir açığını kapamış, bir yarasını sarmış; kısaca insan olmanın sorumluluğunu duymuş olurlar. Hayatın zorluklarının bir kimseyi ezmesine mâni olanlar, muhakkak Hadis-i Şeriflerin vaat ettiği hesapsız mükafatı kazanırlar: “Bir kimse, sırf Allah'ın rızâsı için bir yetimin başını okşarsa, elinin dokunduğu her saç teline karşılık ona sevap vardır “ (İbn Hanbel)
Şu hâlde yüreğinden kopup gelen derin bir şefkat duygusuyla bir yetimi kucaklayıp bağrına basan, ona yalnızlığını ve yetimliğini unutturmaya çalışan bir kimse, ilâhî rahmet sağanağı altında yıkanmış ve günahlarından arınmış olmaktadır. Yetime gösterilecek iyi muâmelenin dünya hayatında kalp huzuruyla yaşamak için önemli bir vesile olduğu unutulmamalıdır.
Kişinin haksız yere yetim malına el uzatmaktan sakınması gerekir. Nisâ sûresi 6. âyette ise: “Yetimleri evlenme çağına gelene kadar deneyin, onlarda rüşd (olgunlaşma) görürseniz, mallarını kendilerine verin.” buyurulmaktadır.
Bir vesile ile hapishaneye düşmüş yetim bir çocuğun, başından geçen olaylara ibret nazarı ile bakmaya hoş geldiniz...











1
Mahir, yere düşmüş adamı tekmelemeye başladı. Yerdeki adam, sadece gardını alarak korunmaya çalışıyordu. Koğuşta kimse, yerdeki tekmelere maruz olan arkadaşlarına yardım etmiyordu. Zavallı adamın suratına gelen tekmeler dahi olmuş, boğuk ve hırıltılı bir halde yerde kıvranıp duruyordu. Koğuşun içinde sadece ikisi varmış gibiydi. Diğerleri nefes dahi almamaya çalışıyor, olaya müdahale etmek istemiyorlardı. Yerdeki adamın eli yüzü kan olduğu gibi, burnundan damlayan kanlar da yere damlamıştı. Mahir, yerdeki adamı tekmelemeyi bırakarak yüksek bir ses tonuyla;
- Ulan Yetim, su getir.
- Sinirlenme ağam, içmek için mi?
- Elbet içmek için, salak..
- Getirdim ağam getirdim.... Buyurun efendim.
- Hah şöyle aferin. Gak demeden yemek, guk demeden su isterim. Sen benim hizmetime özelsin.
- Emredersin efendim.
- Ey ahali, sözüm sizlere. Emrime karşı gelen, kurallara uymayan, aha yerde yatan gibi olur. Bugün belki bu kadarı ile kurtuldu, bir daha söz dinlemediği takdirde, birkaç yeri kırılmış olacaktır. Burada yasada, kanunda benim. Anlamayan gelip söyler. Ben bu yasalardan anlamam ve uymam der. Ondan sonra da kimin yasası geçerli olursa o yasa kullanılır. Anlaşıldı mı?...
Elindeki tespihi sert sert çekerek, koğuşun ortasında bir müddet dolandı. Sonra da etrafındakileri incelemeye başladı. Koğuşta 20 ranza vardı ve sadece üçü boştu. Orada yatanlardan biri revire gitmiş ve bir daha gelmemişti. Doktorlar onun hastalığının arttığını görmüş ve hastaneye sevk etmişlerdi. Mahir boş yatağa bakarak....
- Burada yatan şahıs bir daha gelemeyecek beyler. Çünkü ahiret biletinin kesilmekte olduğunu duydum. Gerçi herifi pek sevmezdim ya, aramız pek de iyi değildi. Buradan kurtulduğuna mı sevinsin, şu dert dolu dünyadan kurtulduğuna mı? Velhasıl o kurtuluşa doğru adımlarını atmıştır artık. Sizlere tavsiyem, beni nefes aldığım sürece rahatsız etmeyin. Söylediklerime uyun. Yoksa hepimize yazık edersiniz.
Tespihini çekerek diğer boş olan yatağa vardı, bakışlarını bir zaman yatakta gezdirdi. Sonra yüz mimikleri ile küçümseyen hareketler yaptı. Belli ki orada yatan kişi ile bazı sorunlar yaşamıştı.
- İşte burada yatan kurnaz da kendini panter sandı. Kaçıp kurtulacağına inandığı için, şu gördüğünüz ranzada bir mühendis gibi çizimler yaptı. Enine boyuna çizdi durdu. Meğer çizdikleri, kaçış planı imiş. Salak kaçmakla kurtulacağını sandı. Buradan sadece uçmakla kurtulacağını akıl etmedi. Ama kanadımız da yok ki uçalım. Şu yatağa gelince, evet... Burada yatan o insanı hepiniz, çok az bir zaman tanıdı. Burada bir iki sene kalacak olsaydı hepimizi kendine mürit edecekti. Bereket ondan çabuk kurtulduk.... Düşünmek dahi istemiyorum. Koğuşun yarısının mescit görevi yapacak olmasını. Adam ne sabırlı idi, eline aldığı bir insanı hamur yoğurur gibi yoğuruyor sabırla ona hizmet ediyor, onu kazanmaya çalışıyordu. Keza benim de son zamanlarda hizmetime koşmuş, hatta ayaklarımı dahi yıkamaya çalışmıştı... Yaşı çok ilerlemiş olmasaydı, onu susturur lal ederdim ya. Neyse ki, buradan gözleri kapalı olarak ayrıldı. Ondan bana yadigar şu yetim kaldı. Bana bakın, bu yetimin bir damla göz yaşını akıtacak biri olursa, karşısında beni bulur. Bu benim emir erimdir. Bunun söyledikleri benim söylediklerimdir. Yapmayan, dinlemeyen, karşı gelen karşısında beni bulur. Herkes ayağını denk alsın. Beni kızdırmak istemiyorsanız, söylediklerimi yapmak zorundasınız. Bu görmüş olduğunuz dört duvar arasında, benden başka sığınacak kimseniz yok. Bilmem anlatabildim mi?
Bu sert ve ikazlı konuşmayı yaparken koğuştaki mahkumlar, yataklarının üzerinde oturmaktaydı. Mahir’in ses tonu kulakları patlatırcasına uğultu yapıyor, insanın sinirlerini geriyordu. Ama Mahir’e karşı gelmek kimsenin aklına gelmiyordu. Herkes başını öne eğerek onun suratına dahi bakmak istemiyor, elindeki el işleriyle uğraşmayı yeğliyordu. Yanı başında 27 yaşlarında esmer tenli, yılgın suratlı adamı elinin tersi ile iterek, yere yıkılmasına sebep oldu.
- Tamam mı ulan... Anlaşılmayan bir şey var mı?
- Yok abi, yok... dedi yere yığılan adam.
- Hah şöyle... Bu koğuşta kim ne kadar nefes alacak onu ben tayin ederim.... Anlaşıldı mı?
Herkes başı önünde dinlemekteydi. Çünkü bu Mahir denen adama çatmak istemiyorlardı. Allah korkusu olmayan, gaddar, acımasız ve vicdansız bir görüntüsü vardı. Onun korkusu yüzünden iki kişi karşılıklı konuşmaktan bile kaçınıyordu. 20 kişilik bu koğuşta 17 kişi kalmaktaydı. Son zamanlarda F tipi cezaevlerine nakil olmayı bekleyen pek çok insan vardı. Bu tür koğuş ortamında psikopat, cani, katil, v.s gibi sesini gür çıkaran insanların gölgesinde ve onlara katlanmaya mahkum olmuş, mahkumlar vardı. Bu tür insanlar, iki kere mahkum oluyordu. Belki bu onlar açısından bir iç hesaplaşma, geçmişteki hatayı analiz etme ve tövbeye doğru adım atamaya bir vasıta olabiliyordu.
- Oturun ulan. Daha çok mal üretmek zorundayız. Herkes ona göre çalışmalı... Anlaşıldı mı?... dedi sert bir ses tonuyla. Sonra yumuşak bir üslupla, Yetim’e seslendi... Oğlum yetim... Herkese benden bir çay ver.
Köşede semaverde devamlı kaynayan çay bulunur, oradan çay alan veya içmek isteyen parasını Yetim’e verirdi. Bu ocağın geliri Mahir’e aitti. Mahir haftada bir koğuştakilere birer bardak çay dağıtırdı. Bazen de biri ile tartışıp kavga ettikten sonra çay dağıtırdı. Bir nevi gönül alma gibi bir şey yapardı. Çayı içmek istemeyenle de hır çıkaracağı için herkes içmek zorunda kalıyordu. Yine Mahir’in güç gösterisi olmuş, küçük bir hatadan dolayı, garip birini dövmüş, koğuştakilerin gönlünü almak için herkese çay ikram etmişti. Çayını alan ranzasının üzerine oturuyor ve çayını yudumluyordu. Bu arada köşedeki yatak üzerinde oturan, kısa boylu tıknaz, esmer tenli, şık giyimli adama koğuş içindekiler bakmaya başlamışlardı. Adam bütün bakışların kendisine yönelik olduğunu görünce elindeki çay bardağını, beş-onluk kalastan yapılmış masanın üzerine bardağı koyup, Mahir’in karşısına geçti. Bu adam, ressamdı. Mahir resim yaptırmayı kabul ederse, mecburen Ressamın karşısında poz verecekti. Bu da demekti ki, onun insanlar üzerindeki baskısını biraz olsun azaltabilmekti. Bunun için, ressam Mahir’in resmini yapacak ve karşısında poz vermeye mecbur bırakacaktı. Mahkumlar, Mahir’in birkaç saatlik bakışından uzak kalmak istiyorlardı... Ressam, ellerini önünde bağlamış bir halde Mahir’in karşısına çıktı. Mahir, onu tepeden tırnağa süzdükten sonra, dudağını sol tarafa birkaç kez çekerek “ne var” anlamında bir hal içinde oldu. Ressam, ilk kelimeleri kekeleyerek söylemiş, sonra cesaretlenerek konuşmaya devam etti.
- Mahir Ağa, cesaretimi bağışla... Senin gibi yiğit bir delikanlının resmini yapmak istiyorum.
- Ne lan, ne demek resim. Sen nesin ki?... dedi şaşkınlık içinde.
- Ben ressamım efendim...
- Neysin ney?... dedi yattığı yerden doğrularak.
- Resim yaparım.
- Yani?
- Sizin gibi bir yiğidin resmini yapmak istiyorum.
- Ya öyle mi? Eğer resmi beğenmezsem, o resmi ve boyaları sana yediririm... Eee hadi başla o zaman.
- Resim malzemeleri lazım.
- Eee... Aldır öyleyse...
- Ben aldıramam efendim. Hem o malzemelere verecek param yok.
- Ulan yetim... Çağır şu gardiyan Yusuf’u...
Yetim, kapı arkasındaki düğmeye bastı. Birkaç dakika sonra kapının üstündeki küçük pencere açıldı. Gardiyan Yusuf oradan seslendi.
- Ne var lan Yetim....
- Yusuf abi, Mahir ağam der ki, resim malzemeleri alınacakmış.
- Ne resmi ulan...
- Bilmem... Aha kendisi geliyor.
- Meraba Yusuf Ağa... İyisin inşallah.
- İyiyim... Bu resim işi de nereden çıktı. Sen resim yapmaktan ne anlarsın?
- Elbet anlamam. Ama anlayan biri var. Şu dört duvar arasında solup Gitmekteyiz. Çoluk çocuk bizim nasıl biri olduğumuzu şeklen şemalen bilemeyecek. Dedik ki, bir resmimiz baki kalsın. Bunun için de, sağolsun arkadaşlardan biri bu işi üstlendi. Şayet istersen senin resmini de yaptırırız.
- Eee, benden ne istiyorsun....
- Ulan ressam efendi... istediklerini bir liste yap ver. Yusuf abimiz en iyilerinden alır.
Resim malzemelerinin listesi Mahir’e uzatıldı. Mahir listeyi zarfın içine koyarken, listenin yanına biraz para sıkıştırıp, gardiyan Yusuf’a pencereden zarfı uzatırken;
- Yusuf ağa para yetmezse kredinizi kullanırsınız, yok artarsa yeğenlerime bi çikolata alırsınız.
Zarfı alan Yusuf pencereyi kapattı. Bir zaman sessizlik çöktü. Sonra dışardan Yusuf’un ayak sesleri ve belindeki anahtarların sesi yankılanmaya başladı. Ses gittikçe azalıyordu. Koğuş içinde ise herkes ranzasının üzerine oturmuş kimi kitap okumaya başlamış, kimi de orta yerdeki masanın etrafında el işi ile uğraşıyorlardı. Bu el işleri genellikle, hediyelik eşya türünden işlerdi. Mahkumlar bu işler ile uğraşarak, zamanlarını değerlendiriyordu. Böylelikle sıkıcı ve uzun geçen günlerin acısını hissetmiyorlardı.
Bir hafta sonra, kapı saat sabah on sıralarında gürültü ile açıldı. İçerideki loş kokunun yerine biraz olsun rahatlatan serin bir hava içeri girdi. Kapının önünde elinde bavul, sırtında yatağı ile biri belirdi. Uzun boylu bu şahısın arkasından gardiyan Yusuf seslendi.
- Ailenize biri katılıyor... Mahir.... Dikkat et, bu eski ihtiyardan daha soğuk kanlı. Dinine düşkün biri. Mümkünse onunla dalaşmamaya bak. Boş yataklardan birine yatacak... İstemiş olduğun resim malzemelerini de bırakıyorum. Yalnız sehpayı almama müdür izin vermedi... Nasıl bir resim yapacakmış Cengiz? Müdür de merak ediyor. Resim bitince, müdür resmi görmek ister.
- Emrin olur Yusuf Ağa...
Demir kapı gıcırtıyla kapandığında içeride bir sessizlik hakim oldu. Ürkek bakışlar içeri giren adama yönelmişti. Adam bir elinde bavulu, bir elinde yatağı ile koğuşun ortasında bekliyordu. Bakışlarını içerideki insanlar üzerinde gezdirdi. Onlara tebessüm ederek başı ile selam veriyordu. Mahir’e bir zaman baktı. Sonra boş olan yataklara doğru yöneldi. Mahir, Yetim’e başı ile işaret ettiğinde adam köşedeki yatağa battaniyesini sermekteydi. Bavulunu da ranzanın altına koymuştu. Battaniyeyi sererken Yetim, elini uzattı. Adam doğrulup Yetim’in eline baktı. Yetim, işaret parmağı ile başparmağını birbirine sürtüyordu. Adam bir zaman onun bu haline baktı. Sonra bakışlarını koğuş içindekilere yöneltti. Meraklı gözleri epeyce seyrettikten sonra, Mahir’e baktı. O yatağına uzanmış, sığara dumanını ağzından daireler çıkararak tavana bakıyordu. Adam, ne olduğunu ve ne istendiğini anlamıştı.
- Otopark parası mı istiyorsun delikanlı?
- Evet... Yer parası vermek zorundasın.
- Ya... Demek öyle... İmarlı arsanıza gecekondu mu yapmışım? Tuh... Kusura bakmayın, ben Allah’ın izni ile kalıcı olmayacağım. Ama sizin arsanızda bir müddet kalacağım için vermem doğru olur. Ne de olsa mal sahibi sizsiniz. Buyur evladım... dedi ve cebinden bozuk para çıkarıp Yetim’e uzattı.
Yetim, eline bırakılan paralara baktı. Sonra bakışlarını Mahir’e yöneltti. Mahir, gelmesini işaret etti. Yetim, ürkek adımlarla Mahir’e doğru yaklaştı. Koğuştakiler el işi yapmayı bırakmış, bakışlarını bir Mahir’de, bir Yetim’de, bir adamda odaklamaktaydı. Yetim elindeki bozuk paraları, Mahir’e ürkek bir halde uzattı. Mahir, bozuk paraları eline alınca, yatağından ok gibi fırlayarak ayağa kalktı. Ve avazı çıktığı kadar bağırdı. Ses tonu koğuştaki diğer mahkumları sindirmeye yetmişti.
- Ne lan bu? Dilenciye sadaka mı veriyorsun?... diyerek elindeki paraları adama fırlattı.
Adam, sırtına çarpıp yere düşen bozuk parayı eğilip aldı ve gülümseyerek cevap verdi.
- Dilenciler, utançlarını tabanlarında taşırlar. Gördüğüm kadarıyla sen dilenciden de beter bir haldesin. Hiç olmazsa dilenciler, utanarak isterler. Sen cebir yoluna giderek istemeye kalkarsan, ben de üzerimde olanı vermek zorunda kalırım. Hem sen nasıl olurda bu ülkenin parasını beğenmezsin? Ayıp değil mi? Utanmaz mısın? Tövbe tövbe... Gerçi çalının büyük olması benim dolanmama mani teşkil etmez.
- Ne demek istiyorsun sen lan... dedi ve sert adımlarla adamın yanına geldi. Adam;
- Beyler benim adım Bekir... İlk önce tanışmamız gerekirdi. Biz buraya isteyerek gelmiş insanlar değiliz. Ama mecburen burada kardeşçe yaşamayı öğreneceğiz ve öyle olması hepimiz açısından faydalıdır.
- Bana bak ulan... Terbiyesizlik etme... dedi Mahir bağırarak.
- Ben terbiyeyi, terbiyesizlerden öğrendim. Bana bir terbiye de siz öğrettiğiniz için teşekkürler... dedi gülümseyerek ve Mahir’e aldırış etmeden battaniyeyi düzeltmeye başladı.
Mahir, Bekir’in vurdumduymazlığı karşısında adeta çılgına dönmüştü. Sesini yükselterek;
- Ulan, mahpus raconlarını hiç duymadın mı? Burada avanta vermeden rahat bir yaşamın olacağını mı sanıyorsun? Aslanım kendini ne sanıyorsun sen?
- Bana bak kardeşim... derken doğrulmuş ve uzun boyu ile tepeden bakarak Mahir’i süzmeye başlamıştı.
Mahir, Bekir’in doğrulduğunu görmüş ve Bekir’in suratına bir yumruk savurmuştu. Yumruğu yiyen Bekir, eliyle yüzünü ovuşturmaya başladı. Bu arada Mahir bir yumruk daha savurdu. Bekir, bu yumruğu havada yakaladı ve Mahir’in elini avucu içinde sıkmaya başladı. Mahir bir zaman çırpındı. Ama Bekir daha çok sıkmaya başladı. Bekir, Mahir’in yumruğunu sıktıkça Mahir, takatten düşmeye başlamıştı. Acıya dayanamayan Mahir, dizleri üzerine yere çöktü. Bekir, avucu içindeki yumruğu daha da sıkmaya başladı. Mahir’in alnından boncuk boncuk terler yüzüne doğru akmaya başlamıştı. Bekir, bakışlarını Mahir’den ayırmayarak;
- Bana bir daha bu şekil davrandığını görürsem, senin için iyi olmaz kardeşim. Aslanla öküz için aynı yasa... Eziyettir bu. Biz insanınız. Şu dört duvar arasında hiç kimse bir diğerinden üstün değildir. Nasıl ki, sende el, ayak, dalak, böbrek v.s varsa; her biri bir başka insanda da var. Senin insanlar üzerinde üstünlük kurma hakkın olması için, bir fazlalığın olmalı. Gördüğüm kadarı öyle bir fazlalığın yok. Ne haksızlık yaparım, ne haksızlığa katlanırım. Bir başaksına da haksızlık yaptığını görürsem, aynı tepkiyi gösteririm bilmiş ol. Ben Hz. Ali (RA)’in şu sözünü baş tacı etmiş bir insanım; o güzel insan der ki: “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır. Eğer susarsanız hakkınızla birlikte şerefinizi de kaybedersiniz.” Unutma her kuşun eti yenmez. Var git şimdi kabuğuna çekil.... dedi
Mahir’in elini bırakırken sert bir şekilde itti. Mahir yere sırt üstü düşmüştü. Bekir’in yüzündeki tebessüm halen devam ediyordu. Elini yerde oturan Mahir’e uzatırken;
- Bak kardeşim, akıllılar dövüşmeden kazanır, akılsızlar kazanmak için dövüşür. Böyle olduğu için üzgünüm. İnan böyle olsun istemezdim.
- Bunu unutacak değilim. Bunun hesabı elbet sorulacak.
- Benim için mahsuru yok. Verilmeyecek hesabım yok. Ne zaman ve kim hesap isterse buyursun.
Son olaylar koğuşta korku havası estirmişti. Mahir’in madara olduğunu düşünen mahkumlar korkularından kurtulup, Bekir’e hoş geldin edip kendini tanıtmaya başladı. Bekir, olanları anlamıştı. Koğuşta fizik gücü yüksek olanın gölgesine sığınarak, var olmaya çalışan insanlar çoğunluktaydı. Hayatı hep böyle algılayan bu insanların, varlığı ile yokluğu belli olmayan ruhlar alemini andırıyordu.
Bekir’in etrafında tebessüm ederek bakışan insanları gören Mahir haykırdı.
- Ulan satılmış köpekler. Yıkılmadım, yıkıldığımı sanarak bana yılışık bakmanın cezası çok ağır olur. Şimdilik gölgesine sığınacağınız bir kavak bulduğunuzu sanıyorsunuz. Ama ben o kavağı odun haline de, talaş haline de getirmesini bilirim. İşte o zaman, o kavağı parçalayıp mangalda yakarken, üzerinde de sizleri pişirmek boynuma borç olsun. Köpek soyları.... Lan Yetim, bana çay getir.
Yetim, yatağının üzerine bağdaş kurup oturmuş, çenesini elleri içine almış, gözleri bir noktaya dalmış bir haldeydi. Mahir’in sesini duymamıştı. Bunun üzerine Mahir bağırarak.
- Ulan Yetim, beni sende mi terk ediyorsun. Zaten gemiyi ilk önce fareler terk edermiş. Ulan hayvan oğlu hayvan neredesin laaannn.... diye bağırırken ayağa kalktı.
- Buyur ağam.... dedi ellerini önünde bağlayarak..
- Neredesin ulan?...
Mahir, Yetim’e bağırıyor, küfrediyor hırsının kabarıklığını gidermeye çalışıyordu. Yetim ise, başını öne eğmiş hiç karşılık vermeden öylece duruyordu. Bu arada yetimin yanında beliren Bekir elinde tuttuğu fincan bardağı Mahir’e uzattı. Onun Mahir’e çay verdiğini gören mahkumlar şakındılar. Hepsinin yüzünde acı bir ifade belirmişti. Kimisi Mahir’in kindarlığı yüzünden, kimisi de Bekir’in ödlek olduğunu düşünmeye başlamıştı. Bekir ise Mahir’in karşısında tunçtan bir heykel gibi heybetli bir halde duruyordu.
- Çay isteyen sen değil misin... Çayınızı alın lütfen.
- Çek ulan şu bardağı gözümün önünden... Senden çay isteyen mi oldu? Var git yerine zıbar yat.
- Çayı alın lütfen... dedi biraz sert bir tonda
- Çek ulan şu bardağı...
- Peki sen bilirsin... Yeğenim al şu paraları da bu çayı ben içeyim öyleyse... dedi ve elindeki bardak ile yatağına doğru ilerledi. Yatağına otururken bavulunu açıp içinden Kur’an-ı çıkardı. Ranzanın yanında bulunan masanın üzerine bardağı koyarken, Kur’ân’ı açıp okumaya başladı.
Yetim bocalama içindeydi. Güçlü kuvvetli diye sığındığı Mahir’e güveni sarsılmıştı. Bekir’in onu madara ettiğini düşünüyordu. Bekir’e yanaşmayı geçirdi aklından, sonra başını sallayarak, elinde tuttuğu çay fincanını Mahir’e uzattı.
Koğuşta ise garip bir ortam oluşmuştu. Birkaç kişi cesaretini toplayarak Bekir’in yanına vardı. Onun Kur’an okuduğunu görünce vazgeçer gibi oldular, Bekir onların geldiğini görünce Kur’ân-ı kapatıp döşünde tutarken, başı ile onlara hoş geldiniz dedi. Bu arada da dudakları mırıldanmaktaydı.
- Kusura bakmayın... Hele buyurun... Sizlere bir şey ikram etmek isterdim, ama üzgünüm.
- Gerek yok hocam, biz hoş geldin demek için geldik.
- Hoş bulduk, hepinizi Allah kurtarsın.
- Seni de hocam... Hocam merakımı bağışlayın ama siz nasıl buraya düştünüz?
- Ben de bir insanım.. Sizin gibi uzuvlarım var. Sizin gibi ben de nefs taşıyorum. Sizler belki nefsinize hakim olamadığınız için buradasınız. Bel ki kurban seçildiniz. Herkesin farklı farklı bir hikayesi vardır. bizim de burada alıp vereceğimiz nefesler varmış ki, buraya gelmek kısmet oldu.
- Hocam... Ne bileyim, siz
- Anlıyorum... Hoca neden hapse düştü? Veya hoca neden hapse düşer? Pek çok sorularınız vardır. ama şunu bilin ki bir beldede sadece, imamlardan dürüstlük bekleyen halkın akıbeti pek hayırlı değildir. Çünkü dürüstlük her insanın benimseyip yaşantısına uygulamak zorunda olduğu bir hayat biçimidir. Sadece imamlara has kılmak, çok, hem de çok yanlış olur. Nihayetinde imamlarda nefse sahip. Bir toplumda İnanç kaybolup şeref öldü mü, insanlık da yok olur. Şunun bilinmesinde fayda var. Ben imam değilim. Sadece dininin gereklerini çok iyi bilmeye çalışan bir Müslüman’ım. Bizim hapse girmemiz doğru yolda olduğumuzun belgesi sayılır. Çünkü tarihte nice ilim adamı doğruları söyleyip, doğruları yapmaya çalıştığı için hapse atılmıştır. En basit örnek isterseniz Mezhep imamımız; İmam-ı A’zam Ebu Hanife (RA) ömrünün son demlerini hapislerde geçirmiştir. İşte bizde onların yolunda yürümekten haz duyan bir insanız. İmam-ı A’zam ve onun yolunda giden pek çok alim hapislerde hayat sürmüştür. Neden doğruları, zamanın liderine söylediği için. Doğrular liderler tarafından kabul edilmiyorsa, o liderliğin yıkılması yakındır.
- Neyse, elbet herkes bir suç işledi veya suç isnat edilip buraya getirildi. Hocam sizin gibi değerli insanların sohbetlerine çok ihtiyacımız var.... dedi mahkumlardan biri.
- İşte Rabbim belki de, beni buraya onun için gönderdi. O her şeyin en alasını bilir. Evet kardeşlerim, dilim döndüğü kadar, bilgim dahilinde olan ne varsa sizlere aktarmak için bol zamanımız olacak.
- Haklısın hocam... Varın siz dinlenin... (Herkes kalkıp yatağına doğru ilerlerken o kaldı ve konuşmaya devam etti.) Benim adım Ali. Hocam, belki hayatınızda ilk defa mahpushaneye düştünüz. Bakın size bazı uyarılarda bulunmak istiyorum. Her koğuşta bir ağa olur. Herkes ona belli bir aidat gibi bir şey öder. Sen, onun adına avanta de, ben, rüşvet diyeyim. Her ne denirse densin bu ödenir. Koğuşta istediğin kadar çay içme hakkına sahipsin fakat, bunun ağa tarafından ikram edilenine para ödemezsin. Diğerlerine hep ödemek zorundasın. Dışardan bir istediğin olduğu zaman, bunu koğuş ağasına söyler ve getirttirirsin. Bu tür insanlar genellikle kendine hizmet edilmesinden hoşlanan insanlardır. Yarı psikopat olan bu insanlar, aşağı yukarı her koğuşta bulunurlar. Koğuşta asayişte onların kontrolü altındadır.
- Bak kardeşim Ali... Hani güzel de ismin varmış.
- Sağol hocam.
- Ben asla kul önünde boyun eğmedim, sistem ve sistemler hatta ideolojiler beni bildiğim, inandığım Hakk olan yoldan asla ayıramaz. Bu bir inanç meselesidir. Dünyayı elinde tutan pek çok koğuş ağası nispetinde adam var. Bunların bir iyilik yapıp bin kez ezmekten başka bir bildikleri yoktur. Olmaz, olamaz da. Bu nefsine uygun düşmez. Diyeceksin ki, bal tutan parmağını yalar. Ben de derim ki, balı üreten arı parmağına konmuşsa bal veriyor diye arı yalanmaz. Arının balı olduğu kadar iğnesi de vardır. Dünyada hem doğru hem yanlış aynı terazide tartılmaz. Beni kulun hükümranlığı ilgilendirmiyor. Benim yaşamda tek bir gayem olmuştur ve bu böyle devam edecektir. O da şu; ben kazanmak istiyorum. Bu maddi kazanç değil. Onu kazanmaktan kolay dünyada hiçbir şey yok. Ömrünün belli bir bölümünü feda ettiğin zaman maddi kazanç kendiliğinden gelir. Bu fedakarlık Allah rızası için olduğu zaman daha çok gelir. Ben yaşamımda sadece Allah rızası için var olmaya çalıştım ve O’nun rızasına uygun yaşamaya gayret ettim. Ve etmekteyim. İnsanlarla münasebetim, hep onları kazanmak içindir. Onları kırmak, ezmek, dövmek için değil. Benim kazanç kapım, insan kalbidir. İşte ben bu nedenle mücadele ettim ve edeceğim de. Hakkını helal et. Rabbim bağışla beni.
- Hayrola hocam, helal olsun...
- İstemeyerek de olsa, “ben” kelimesini çok kullandım. Nefsim bundan hoşnut oldu. Bense onun hoşnut olmayacağı şeyleri yapmak istiyorum... Şu kabadayının hizmetine koşan çocuğu merak ediyorum. Onunla başka ilgilenen yok mu?
- Hayır hocam. Ona yumuş buyurmak kimin haddine. O sadece Mahir Ağa’ya hizmet eder.
- Anlıyorum.
Ali, Mahir’in haşin bakışlarını fark etmişti. Hemen ayağa kalkan Ali, Bekir’den müsaade isteyerek oradan uzaklaşmak üzere iken mırıldanarak;
- Hocam, Mahir’den kendini koru. Boş bulunmamaya bak.
- Sağol yiğidim. Beni merak etme sen. Hür insan mahpus olabilir, fakat asla esir olmaz.
Ali, yatağına otururken gözlerini bir Bekir’e bir de Mahir’e kaydırıyordu. Bu sadece Ali’nin bakışları değildi. Koğuştaki herkes, bir Mahir’e bir de Bekir’e bakıyordu. Koğuştaki mahkumlar her an bir fırtına bekliyordu. Çünkü iki bulut kümesi tepelerinde duruyordu. Bunlardan biri soğuk, biri sıcak buluttu. Ne zaman bunlar birbiri ile yakınlaşırsa işte o zaman yağmur yağardı. Bunların birbiri ile hızlı bir şekilde karışması ise gök gürlemeleri ve şimşeklerin çakmasına neden olurdu. İşte koğuş bu ortamda bekliyordu. Mahir, bakışlarını koğuş içinde gezdirmeye başladığında herkes yatağının üstünde el işi yapmakla meşgul olmaya çalışıyordu.
Bekir, dizleri üzerine koyduğu yastığın üzerine Kur’ân-ı koydu ve açmadan önce dua okudu. Dua bitince kaldığı yerden devam etmeye başladı. En son okuduğu yere bir işaret koyar ve sonra buradan devam ederdi. Yine öyle yaptı. Bir iki sayfa sonra okumaya kendini öylece kaptırmıştı ki, sanki bu alemde değildi. Çok yakınına gelmeyen sesini duyamıyordu. Mırıltılı bir halde okurken vücudu da zikir halindeydi. Sağa sola, öne arkaya kaykılmaktaydı. Bekir’in yüzüne sanki bir nur gelmişti. Yüzü parlamaktaydı. Koğuşta hiç kimse ses çıkarmıyordu. Herkes elindeki işi yapmakla meşguldü. Sadece mahir elindeki iri tespihi sert biçimde çektikçe, odanın içinde bir yankılanma oluyordu. Bu arada Mahir, ayağa kalkmış, ayakkabısının yere her temasında çıkan tok ses ile elindeki 17’lik büyük taşlardan oluşmuş tespihin sesi birbirine karışıyordu. Ranzalar arasında dolaşan Mahir, her mahkumun yanında duruyor onu tepeden süzüyordu. Kimin tepesine gelmişse o kişi hiç oralı olmuyor, elindeki işi daha seri yapmaya çalışıyordu. Bu böylece devam etti. Koğuştaki mahkumların çoğu Mahir’e karşı gelmek istemiyordu. Onun gibi birini kendilerine düşman etmek istemiyorlardı. Çünkü herkes için yanlış olan Mahir için doğru, herkes için doğru olan Mahir için yanlış olabiliyordu. Çok inatçı bir kişiliği vardı. Dediğim dedik diyor da aksini asla söylemiyordu. Kendisine hizmet edilmesinden büyük zevk alıyordu. İnsanlar içinde en kudretli olma hevesi içindeydi. İşte bu kibirli hali de onu insanların arasından koparıp, suçlu insanlar kategorisine sokmuştu. Hapishaneye çok insan, kibir ve nefse uymaktan gelmişti.
Şayet rızk, kuvvet ve zorbalıkla ele geçseydi, kartallar minik serçe kuşlarına rızk bırakmazlardı. Nice iyi insan vardır ki dünya onlara gülmez. Nice aşağılık kimse vardır ki dünya onlara kendini peşkeş çeker. İşte hapishanelerde hem yanlışa düşen, hem yanlışa sürüklenen, hem yanlışa zorlanan insanlar vardı. Bunların yanında yanlışı kendine iş edinenlerde vardı. İşte bu türden biri idi Mahir. Yaşamı hep yanlışlar içinde geçmişti. Bu yanlışlar hapse düştüğü halde, koğuş ortamında da devam etmekteydi.





2

Mahir, Kur’ân okuyan Bekir’in yanında durdu. Mahir’in burnundan alıp verdiği nefes, Kur’ân’ın yapraklarında kıpırdanma meydana getiriyordu. Bekir ise, Mahir’i görmüyordu. Koğuşta derin bir sessizlik hakim olmaya başlamıştı. Çok kişinin derin derin nefes alıp verdiği duyuluyordu. Mahir, Bekir’in üzerine biraz daha eğildi. Elini havaya kaldırdığında Bekir ani bir refleksle yana çekilip, Mahir’in elini havada karşıladı. Mahir, elinde ucu sivriltilmiş bir tornavida tutmaktaydı. Bekir, Mahir’in bileğini sıktıkça tornavida tutan parmaklar gevşemeye başlamıştı. Bu sıkış biraz daha sürünce, tornavida yere düştü. Bekir, Mahir’i yanı başındaki ranzanın üzerine iterek oturttu. Ve yerdeki tornavidayı alıp biraz inceledikten sonra Mahir’e uzattı.
- Bu çözüm değil. Aklını başına al... (Tornavidayı uzatarak) Al bunu kendin yok et. Bir daha seni bunlarla oynarken görmek istemiyorum. Şimdi doğruca yatağına lütfen.
Koğuştaki sessizlik, ölüm sessizliği kadar derindi. Bir sinek vızıltısı dahi duyulacak kadar sessiz olan koğuşta, mahkumlar, nefes almayı unutmuşlardı. Mahir, başını öne eğip ranzasına doğru ilerlerken, sinirleri gerilmiş, davranışları değişmişti.. Mırıltılı bir halde homurdanırken, sert adım darbeleri ve dişlerinin gıcırtısından başka ses duyulmuyordu. Herkes elindeki işine yoğunluk verirken, sanki hiçbir şeyi görmemiş, duymamış gibi davranıyorlardı.
Bekir, tuvalete gitti. Sonra lavaboda abdest aldı. Bavulundan bir seccade çıkarıp, iki ranza arasındaki boşluğa serdi. İkindi namazını kılmış tespih duasını yapıyordu ki, kapı açıldı. Gardiyan Yusuf içeri girdi. Herkesin ismini tek tek okudu. İsmi okunan “burada” diyordu. Mahir’in ismi okunduğunda, ses vermedi. Yusuf eğilip yatağında oturan Mahir’e baktı. Yusuf “tamam” anlamında başını salladıktan sonra okumaya devam etti. Bekir’in adını okuduğunda ses gelmeyince eğilip baktığında onu namaz sonrası dua ederken gördü. Ona da “tamam” işareti koyduktan sonra kapıyı kapattı.
Akşam yemeğine kadar koğuş içindeki sessizlik bozulmadı. Neden sonra yemek yemeleri için kapı açılıp, koğuştakiler yemekhaneye doğru ilerlemeye başlamışlardı. Bekir, Ali ile yan yana gidiyorlardı. İkişer sıra haline giderlerken kendi aralarında, gördükleri olayı yorumlamakta olan mahkumlar, bu duruma seviniyor gibiydi. Çünkü Mahir, çok gaddar bir yapıda olup, koğuş içinde katı bir hakimiyet kullanıyor, insanları çok eziyordu. Bekir bu koğuştakilerin kurtuluş simidi olmuştu. Mahkumların asık ve gülemeyen çehreleri kaybolmuş, Mahir’e acıyarak bakıyorlar ve hatta ona bakışları küçümser bir tavırdaydı.
Yemekten sonra herkes koğuşa çıkarıldı. Bu koğuştakiler koridora çıkıp diğer mahkumlar gibi volta atmaz sadece el işi yapmakla uğraşırlardı. Bunu da özellikle Mahir istemişti. Çünkü burada el işi yapıldıkça Mahir de kazanıyordu. Üretilen her şeyden belli bir miktar Mahir’e ayrılıyor, bir kısmı malzeme parası olarak Müdürde kalıyordu. O el işi yapanlara ise sadece değeri neyse yüzde onu kadar bir para veriliyordu. Mahir üretmediği halde her parçanın yüzde on beşini alıyordu. Hapishane yönetimi fiyatları belirleyen olduğu için onlara bir şeylerin kalıp kalmadığı bilinmiyordu.
Buna mahkumlar ses çıkarmıyordu. Gerçi çıkarsalar ne diyeceklerdi ki? Hiç olmazsa bu el işleri sayesinde zamanı düşünmüyorlar, geçmişi düşünmüyorlar, geleceği düşünmüyorlardı. Herkes eline aldığı işi yapmaya çalışıyordu. Böylelikle de herkes kazanmış oluyordu.
- Mahir Ağa, resme başlayalım mı?....... diyen ressam Cengiz’in sesi koğuşta el işi yapanların dalgın hallerinden sıyrılmasına neden oldu.... .
- Başlarım şimdi senin yapacağın resme ulan... Defol git başımdan.. dedi, Mahir hiddetlenerek
- Kızma ağam... Soralım dedik... (koğuşa dönerek) Resmini yaptırmak isteyen yok mu beyler. Maliyetine yapabilirim....
- Beni dinler misin Cengiz kardeşim.... dedi Bekir..
- Buyur ağam...
- Ben ağa falan değilim.
- Bu kuraldır. Bir ağayı madara ettin mi, artık yeni ağa sen olursun.
- Ben ağalık falan istemiyorum. Meraklısında kalsın ağalık... Tasvir resmi yapmaman senin için daha hayırlı olur. Sen en iyisi mi, manzara resmi yap. Benim sana bir önerim var. Diyorum ki, madem bu dört duvar arasından başka mekanımız yok. Bütün sermayemiz bu dört duvar. Öyleyse bu dört duvarı genişletelim.
- Ne!... dedi... şaşkınlık içinde... O nasıl olacak ağam?
- Çok basit... Şu görmüş olduğun dört duvara büyükçe bir manzara resmi yapacaksın. Öyle güzel olacak ki, bu odadaki insanlar kendilerini o manzara sayesinde, ne bileyim bir harman yerinde, bir şelalede, bir sahil kenarında veya bir adada hissedebilsin. Göze hitap eden bu manzara, buradaki insanlara karamsarlık ortamı vermeyecek şekilde olmalı.
- He gardaş... dedi bir mahkum ve ekledi... Şöyle elinde tırpanla ekin biçen bir adam, yanı başında bir testi ayran getiren karısı, üç beş öküz...
- Ulan Cangat, öküze ne gerek var. Bak bu koğuşta en az beş altı tane öküz var. Eğer öküzü seviyorsan bak onlara tatmin oluver gitsin... dedi bir diğer mahkum.
- Bakın resimden kasıt, insanın özlediği bir ortamı dile getirmesidir.... diyen Bekir, eli arkasında koğuşta dolanmaya başladı.... Herkes bir resme bakar ama herkes aynı duyguyu hissetmez.... Önemli olan resmin insana huzur vermesidir. Cengiz kardeşim şunu asla unutma; sen sen ol, canlı tasvirleri yapma. Madem elin bu işe yatkın, sen, devamlı tabiatı konu edin. Çünkü bu tür resim herkese hitap eder. Bu tür resimlerin içine insanlar, kendilerini hayalen koyma şansına sahiptir. Oradaki bir canlı resmini kendine şiar edinmek herkese, şamil olmaz. Ama sadece boş bir manzara resminde çok şeyler gizlidir. İşte ona bakan insanlar kendilerinin keşfedeceği bir gizli nokta bulmakta zorlanmaz. Eğer beni dinlersen tabiat resmi ile şu koğuşu genişletmeye çalış.
- Bu koğuşa resim yapmak... Hımmm neden olmasın... Ama çok malzeme gider...
- Önemi yok... Boyalar benden...
- Tamam... Ama bir sorun daha var... Müdür.
- Müdür neden engel olsun ki?
- Çıkarı olmadığı için engel olur.
- Ben müdürle görüşürüm. Sen orasını merak etme. Sabah izin alınmış gibi işe başlayabilirsin... Haa birde arkadaşların izni gerekli. .. Arkadaşlar ne dersiniz? Buraya şöyle bir manzara resmi iyi yakışmaz mı?
- Yakışır, yakışır... dedi hepsi de. Sadece Mahir ses vermedi.
Koğuştakilerin bakışlarının ona yönelik olduğunu fark eden Mahir, başını öbür tarafa çevirerek, yatağına uzandı. Koğuşta herkes yanındaki ile, koyu bir sohbete dalmıştı. Mahir, koğuşta ikili konuşmalardan pek hoşlanmadığı için, kimse konuşmaz sadece el işi ile uğraşırdı. Yorulan da yatıp dinlenirdi. Mahir’in madara olduğunu düşünen mahkumlar, artık birbirleri ile fısıltılı bir halde sohbet ediyordu.
Bekir, eline aldığı Kur’ân-ı okumak için sayfayı açtığında, yanına Ali geldi.
-Ağam Allah senden razı olsun. Buraya girdim gireli, buradaki insanların ilk kez yüzlerinin güldüğünü gördüm. Bu senin sayende oldu. Allah senden razı olsun.
- Beni gözünüzde bu kadar büyütme. Bende sizin gibi bir mahkum ve insanım. Benim de hata işleme lüksüm var. Zaten hata işlememiş olsaydım buraya getirmezlerdi. Bu benim imtihanım. Ben bunu böyle algılıyor ve böylece kabul ediyorum. Umuyorum ki, sizlerde aynı şekilde algılarsınız. Eğer böyle olursa bu bizim yararımıza olur. Hem mahkum olup hem de isyan etmek, insanı iki türlü mahkum eder. Biri bizim isteğimiz dışında gelişmiş olup, diğerini kendi isteğimiz ile gerçekleştirmek gafletine düşmeyelim.
- Bekir ağam... doğru dersin demesine de bildiğin gibi, toplum suçu hazırlar, suçlu onu işler.
- Bir ülkede adalet mekanizması iyi işlemezse herkes suçlu sayılır. Haklı hakkını almak için mücadele eder ve alamazsa, bu konuda adalet sistemi seni haklı görmeyip bir de haksız konumuna sürüklerse, işte o zaman, kişi için kıyamet kopmuş demektir. Mahkum olanların pek azı yaptığı işi zevkle yapmıştır. Pek azı ise öfkesine hakim olamadığı için hata işlemiş olup, bir hatasının bedelini hayatı ile ödemek zorunda kalmıştır. Her mahkumun kendine göre bir haklı tarafı mutlaka vardır. Ama birde hep haklı olduğu halde burada olanlar vardır. İşte en çok onlar hayata sistem ederler, sisteme karşı çıkarlar. Çünkü sistemin acizliği karşısında mahkum olmuştur. Haklı olduğu halde hüküm giymiştir. İşte bunlara kader mahkumları deniliyor. Bense her acı olayın bir ibret vesilesi olduğuna inanmaya çalışıyorum. Yanılgı insanlar içindir, ama silginiz kaleminizden önce bitiyorsa, fazlaca yanlış yapıyorsunuz demektir. Yanlış yapanların cezalandırılmasına karşı değilim. Mahkum olan herkesin de isteyerek yanlış yaptığına inanmıyorum. Şartlar onu zorlamasıyla o yanlış işlenmiştir.
- Galiba sen bizim için büyük bir nimetsin... dedi Ali.
- Bak burada yanılıyorsun. Ben de senin gibi aciz bir kulum. Benim senden öğreneceğim belki daha çok şey vardır. Senin hayat tecrüben benden daha çoktur. Boş kap, dolu fıçıdan daha çok ses çıkarır. Benden çok laf çıkıyorsa belki de boş bir kap olduğum içindir.
- Hayır siz boş değilsiniz. Bunu görüyorum. İşte bu nedenle siz bize, Allah’ın bir lûtfusunuz... Şu ellerdeki iman kuvveti olsa gerek. (Fısıltılı bir ses tonuyla) Bak senin sayende, Mahir denen adamın sesi kesildi. Yeryüzünde gün ışığına layık olmayan nice insanlar var. Ama, Allah’ın lutfu bol. Bu nedenle güneş her gün doğar. Rahmet her zaman yağar ve bu aptal insanlara ayrım yapılmaz. Rabbim verdiği rızıktan delinin de, velinin de gıdalanmasını sağlar. İşte adalet dediğin şeyin özü budur. Ayrımcılık yapmamak. Ama bu koğuşta bu güne kadar insanların birbirine tebessüm ile baktığı vaki olmamıştı.
- Unutma ki; ağzında bal olan arının kuyruğunda iğnesi vardır. Bir insan sadece arının ürettiği balı elde etmeye çalışırsa, arının iğnelerinden korunma yoluna gider. Yok ben balı alacağım, ama arı küçük bünyesi ile bana ne yapabilir derseniz, arının zehir yüklü iğnesini vücudunuzda hissetmeniz kaçınılmaz olur. Bizim de dilimiz tatlı olabilir. Ama nihayetinde beşeriz, nefs denen olgu bizde de var. Bizim de gururumuz olduğu gibi, gururumuz incindiğinde, canımız acıyınca, nefsimize hakim olamama durumu zuhur edebilir. İşte o zaman, akla şu gelmelidir. Uysal atın çiftesi pek olur... Bu söz, çok manidardır. Amaç ata binmek, bal yemek olmalı. Bu canlılara dahi onu incittiğiniz zaman, size zarar verme veya karşı koyma içgüdüsü verilmiş, kaldı ki bir insan olarak bizlere daha çok şey verilmiş. İşte o nedenle ben kendimi korumak zorunda kaldım. Siz bunun adına ne derseniz deyin. Ben nefsi müdafaa diyorum. Yoksa benim kimseyle bir husumetim yoktur ve olamazda.
- Bekir ağa, seni okumandan alıkoymayayım.... (İç çekerek) Eh işte, bizim adımız güya Müslüman, ama inandığımız dinden bihaber yaşamaktayız.
- Zamanım yok mefhumuna sığınanlardan olma, imkanın çok. Çünkü burada zamanı kullanmak senin elinde. Neden bu zamanlarınızı inandığınız dini öğrenmeye ayırmıyorsunuz?
- Bilirsin, bize biri yürü demeyince yürümek aklımıza gelse dahi yürümeyiz. Üşengeç bir yapımız vardır. Öğrenmek istedikte öğrenemezlik mi ettik? Hayır. Kısaca çoğunluğun yaşadığı gibi din, yani İslâm kavramı, bir cenaze gördüğümüzde, bir mezarlık içinde veya bayramdan bayrama aklımıza gelmektedir. Belli günlerde veya zamanlarda aklımıza gelen bu dine güya bizde mensubuz? İşte bizim Müslümanlık anlayışımız bu kadar.
- Bir söz duymuştum. Bu söz de şöyle denilmektedir; Alışkanlık; anahtarı kaybolmuş bir kelepçedir. Galiba bu söz tam da bize uymakta. Neyi alışkanlık haline getirmişsek? Bizim garip bir tarafımız daha vardır, o da, sonradan edindiğimiz alışkanlıklara sıkı sıkıya sarılmamızdır. Bu hurafe mıdır? Batıl mıdır? Hakk mıdır? Demiyoruz. Sonradan edindiğimiz bu alışkanlığın kölesi oluyoruz. Bir garip tavır içinde yaşamak sadece bize mahsus olmuş. Ne bir hedefimiz var, ne bir gayemiz. Boşu boşuna nefes alıp verir olmuşuz. Gönül ister ki, bu alışkanlıklar Natura olsun. Yani yaratılış gayemizi anlama olsun.
- Ağam sana doyum olmaz. Senin okumana engel olmayayım.
- Sevgili kardeşim mümkünse şu ağam, beyim, efendim deyimlerini bana kullanmayın. Beni adımla çağırmanız bana en büyük ikramiyedir. Çünkü mahşerde nasıl çağrılacaksam öyle anılmak isterim. Malumun olduğu üzere mahşerde herkes ismi ile çağrılacak. Ali ağa, Bekir ağa, Ali efendi, Ali bey, Ali müdür, Ali komutan, v.s ile çağrılmayacak. Sadece falanca oğlu Ali veya Bekir denilecek. İşte bu nedenle ismimle hitap etmeniz beni mutlu eder.
- Tamam Bekir kardeşim. Alışkanlık işte, böyle isimler arkasına bir unvan verme çabamız hep olmuş.
- Onun nedeni ataerkil bir toplum oluşumuzdan gelmektedir. Kendimizden yetenekli, becerikli, kısaca üstün olduğunu gördüğümüz veya inandığımız birini görünce onu, yükselttiğimizi sanıyoruz...
- Dediğim gibi sana doyum olmayacak. Seni okumandan alıkoymayayım.
Bekir Kur’ân okumaya başladı. Birkaç sayfa geçince de kendini kaybetmiş bir haldeydi. Kur’ân’ın manasını kavrayarak, okuduğunu da, kalbine nakşederek okumaktaydı. Bu huşu içinde okuması, Mahir’in kin damarlarını ayağa kaldırmıştı. Epey zaman Bekir’i izledi. Bakışları ile Yetim’e baktı. Göz işaretleri ile saldıralım dedi. Yetim de başı ile olur işareti yaptı. Ali, Mahir’in niyetini anlamıştı. Bu nedenle arkadaşlarına Mahir’i işaret ederek, engelleyelim diye işaret diliyle bir şeyler anlatmaya çalıştı. Mahir, koğuşta kendini yalnız hissetmeye başlamış gibiydi. Etrafında sanki başka canlı yokmuş gibi davranıyordu. Yetim’e işaret ederek ayağa kalktılar. Bekir’in yatağına iki cepheden yaklaşmaya başladıklarında koğuşta ses çıkmıyordu. Ortalık bir ölüm sessizliğine bürünmüştü. Mahir, adım adım Bekir’e yaklaşmakta olup Bekir, okumasına huşu içinde devam ediyordu. Mahir, Bekir’e yaklaşınca durdu. Yetim’de durdu. Yetim’in elinde de bir şiş vardı. Bekir, Kur’ân okurken yüzü duvara dönüktü. Çünkü kıbleye denerek Kur’ân okumak istemişti. Böyle olduğu içinde sırtı açıkta kalmıştı. Mahir ve Yetim saldırmaya tam hazırlanmıştı ki, Ali gür bir sesle bağırdı.
- Yeter ulan. Yeter artık.. Sen ne şer adammışsın be. Haklı demiyor, haksız demiyor, masum demiyor, suçlu demiyor, insanın kanını sülük gibi emmekten bıkmadın mı? Doymadın mı?.. Hiçbir musibetten ders almaz mısın?... diye bağırıp üstüne yürüdüğünde, koğuşta ona katılmıştı.
Elindeki şişi beline sokarken etrafındaki insanları küçümser ifadeler takındı. Onları tepeden tırnağa süzüyor ve onlara yaptığı yardımı hatırlatarak:
- Sen de mi? Ulan benim sayemde, elin para gördü be pezevenk. Biriktirdiğin ile ailenin hayatı kurtuldu. Çocukların ayda belli bir gelir gördü. Senin dışarıdaki halinle çocuklara ne faydan oldu ki? Ama burada benim sayemde çocuklarının gözünde değerlendin. Bir baba olduğunu ispatladın. Sana verdiğim emeğin karşısında, üç beş çapulcu ile birlik olup bana dikilmek mi var?...
Mahir kiminle konuşuyorsa, karşısındaki kişi başını öne eğiyor ses çıkarmıyordu. Mahir, hepsine tek tek yaptıkları iyilikleri hatırlatıyor, onlara hakaret ediyordu.
- Nankörler sizi... Biriniz değil, hepiniz birlik olun... Gelin gelin... Canımı mı alacaksınız? Buyurun işte (derken gömleğini yırtıp döşünü açtı ve tornavidayı karşısındakine uzatarak) Al, al korkma vur sineme... size de bu yakışır zaten. Vurun öldürün, iyilik yaşamasın bu yeryüzünde.
- Bak Mahir kardeşim... dedi Bekir elini Mahir’in omuzuna koyarak...
- Çek ulan elini... Her şeyin müsebbibi sensin zaten... dedi ve elindeki tornavidayı Bekir’e salladı.
Bekir’in gömleği yırtılmış, karnından kanlar akmaya başlamıştı. Bekir bu darbenin acısını dahi hissetmemiş olacak ki, Mahir’in bileğini yakaladı. Öyle bir sıktı ki, Mahir’in gözleri kocaman olmuştu. Mahir’in elindeki tornavidayı alıp Ali’ye verdi. Bekir, tutmuş olduğu eli bırakmıyor aksine sıktıkça sıkıyordu. Mahkumlar Bekir’in elinden Mahir’i alarak, yatağına kadar götürdüler. Bekir ise, eli ile karnındaki yarayı yokladı. Ali ve diğerleri Bekir’e yardım etmek istedi. Bekir, yardım istemeyerek yatağına uzandı. Ali hemen ecza dolabını kapıp geldi. Bekir’in yarasını ilk önce temizledi. Kanların temizlenmesi ile ince bir çizik olduğu görüldü. Ali oksijenle bir kez daha yıkadı. Biraz bekledikten sonra tekrar oksijen döktü. Kanın hafiflediğini görünce yaranın üzerine, tentürdiyot dökerek yaranın üzerine gazlı bez koyup bant yapıştırdı.
Bekir, yarım saat kadar sırt üstü uzandı. Bu arada da boş durmuyor, kitap okuyordu. Koğuşta Mahir’e bakış açısını değiştiren mahkumlar, ona ne korkarak ne de çekinerek bakıyordu. Herkesin bakışı çok sert ve aşağılayıcı bir haldeydi.
Yetim ise, Mahir’in yanından ayrılmıyordu. Mahir’e inanan tek bir şahıs kalmıştı, o da Yetim. Yetim, koğuş içinde oluşan ikilikten de çekinmekteydi. Ürkek bakışlarla diğer mahkumları süzüyor, onlardan “yanımıza gel” veya “şöyle yap” gibi sözler bekliyordu. Bu onun hayat felsefesiydi çünkü. Emir almaya veya birisi tarafından yönlenilmeyi beklerdi. Güçlü gördüğü insana hizmet etmekten zevk alırdı. Belki de hayatta var olmanın, ezilmeden yaşamanın, bu şekilde olacağına inanıyordu. İnsan, hayatta öğrendiği şekilde yaşamına yön vermek zorunda kaldığı da bir gerçekti. Yetim,azınlık içinde olmaktan da pek hoşlanmıyordu. Ne kadar güçlü bir gölge altında ise o derece mutlu oluyordu. . Bunu yüz mimikleri ve davranışları belli etmekteydi. Sadakat olarak bildiği şeyi, en güzel şekilde de uygulamaktaydı. Birine sığınmışsa ona ihanet etmek asla aklına gelmiyordu. Ne zaman ki yeni bir sığınacak gölge bulursa, eski gölgeyi asla anmayacak kadar da, şimdiki zaman müptelası idi. Dün dündür felsefesi ona da uymaktaydı. Belli ki yaşamak için bu tür bir savunma psikolojisi içindeydi.
Ressam Cengiz, tuvali sandalyeye dayamış resim yapmaya başlamıştı. Onun resim yapışını üç kişi yakından seyrederken, diğerleri de el işi yapmaya başladılar. Cengiz manzara resmi yaparken ilk önce tuvali, siyah renge boyayarak başlamıştı. Bu siyahın içinde mavi renk ağırlıktaydı. Siyah zemin üzerine açık renklerde gökyüzü, bulutlar yerleştirdi. Bulutların altına yine açık renklerle ağaçlar resmetti. Bu ağaçların siyah olan gölgeleri kolayca ortaya çıkıyordu. Çünkü tuvalin zeminini siyahtı. En uzak noktayı puslu renklerle nakşeden Cengiz, manzaranın yakın planlarını daha net ve açık renklerle bezemekteydi. Bu ağaçların ortasına şelaleyi de ekleyince resimde, göze hoş gelen bir algılama olmaya başlamıştı. Etrafında resim seyredenler şaşkınlık içinde izlemekteydi. Onların seyrederken “Oooo” “Vay be” “Ne güzel oldu” gibi mırıldanmaları seyirci sayısını artırmaya başlamıştı. Cengiz ise, etrafına toplanan insanların ilgisinden hoşlanmış, daha bir şevkle resim yapmaya başlamıştı. Kaba görüntüler bittikten sonra, küçük fırçayı eline alarak rötuşlar yapmaya başlamıştı.
Bekir, ranzalardan tutunarak ayağa kalktı. Lavaboya gidip abdest aldı. Mahir’in yanına geldiğinde durakladı. Mahir başını duvar istikametine çevirerek, Bekir ile göz göze gelmemeye çalıştı. Yetim, yere serdiği bir pala üzerine oturmuş, dirseğini de Mahir’in yatağına dayamıştı. Bekir, Yetim’in başını okşayarak yatağına doğru ilerledi. Bir iki eğilip doğruldu. Sonra karnına baktı. Kan sızıntısı görmeyince, yatağına oturup kıbleye yöneldi ve akşam namazını kıldı. Bu namaz kılış direk secdeye değildi. Eğilip doğrulmalar sınırlıydı. Oturduğu yerde kılıyordu. Fazla eğilip kalkarsa yarasında açılma olabilirdi.
Namazını kıldıktan sonra, yatağına uzanarak eline bir kitap alıp okumaya başladı. Elindeki kitap Hasan Kayıhan’ın Gurbet Ölümleri idi. Bu kitap Viyana’nın, Berlin’in, Paris’in meçhul sokaklarına kar tanesi gibi serpilmiş milyonların hikayesine değiniyordu.


3

- Ulan kes şu resim yapmayı be... Burnumun direğini kırdın tiner kokusu ile...
- Burada on sekiz kişi var... Burun sadece sende mi ağa.
- Senin... dedi ve ayağa kalkıp, ileri atıldı... Cengiz arkadan yaklaşmakta olan Mahir’i görmüyordu. Cengiz’in yanında olanlardan biride Cangat’tı. Mahir’in hırsla geldiğini görünce hemen karşısına dikildi. Mahir birden durakladı. Sert bir şekilde bakışmalar devam ederken, Cangat’ın yanına iki kişi daha geldi. Derken üç, dört, beş oldular.
- Vay be... Maskara edildiğimi düşünenler çoğalmaya başladı. Boşuna dememişler “Kurt kocayınca köpeklerin maskarası olur”... Burada bana dost olmadığına göre, ben de burayı tarumar etmek zevkine varmalıyım.... Gelin hepiniz aynı anda gelin... Geliiiiiiiin, o.... çocukları, hepiniz birden gelin.
- Ağzını bozma Mahir.... Yıllardır sana katlanıp duruyoruz. Yeter artık.
- Sakin olun beyler... Sana gelince Mahir, Hz. Ömer (RA) der ki; Analarının karnından aynı şekilde çıplak ve özgür olarak doğan insanlara sonradan kim vuruyor bu zincirleri? Siz kendinizi ne sanıyorsunuz? Bu insanları köle olarak görme hakkını siz kimden alıyorsunuz? Var git yatağına.... dedi Bekir yatağından kalkıp gelerek.
Mahir, yatağına doğru giderken kapı gıcırdayarak açıldı. Koğuşun içine serin bir hava akın etti. Koğuşun içindeki boya ve tiner kokusu, temiz havanın içeri girmesiyle birden kendini göstermişti. Kapının ağzında beliren gardiyan Yusuf;
- Bu kokuda neyin nesi be?... dedi yüksek bir ses tonuyla.
- Resim yapıyordum ağam. Boya ve tiner kokusu.
- Çok rahatsız edici bir koku var. Resim yapmayı bırak, insanları zehirlemek mi istiyorsun? Evet, sayım başlıyor.... dediğinde Mahir, Yusuf’la konuşmak için iki adım ileri çıktı.
- Ağır ol... Hayrola Mahir.
- Beni bu koğuştan al, beni tanımayan bir koğuşa ver.
- Niye?.. Ne oldu ki?
- Sen isteğimi komutanıma bildir... Ne olur beni buradan alın.
- Tamam söylerim... Geç yerine... Sizlerde yerinize geçin herkes yatağının üzerine otursun.
Koğuştaki mahkumlar yatağına doğru ilerlemeye başlamıştı. Bekir’in sol eli ile karnını tuttuğunu gören gardiyan Yusuf, Bekir’e seslenerek...
- Bekir Namaldı... Sen hele biraz beri gel... (Bekir yaklaştığında) Kaldır elini... Yusuf, Bekir’in gömleğini kaldırıp altındaki bantlı yeri göstererek... Ne oldu buraya?
- Ranzanın köşesine takıldım. Malum her zaman ranzalarda yatmıyorum ya?
- Doğru söyle?
- Öyle oldu diyorum. Başka ne dememi istersin ki?
- Peki... Yara derin mi?
- Yok, yok.... Ali kardeşim gerekli ihtimamı gösterdi sağolsun.
- Cengiz sende şu resim işini bir daha burada yapma. Çünkü burası sizin kaldığınız yer. Sen burada birkaç resim daha yaparsan hepiniz tinerci olup çıkarsınız...
- Yusuf Bey kardeşim... Biz isteriz ki, Cengiz bu maharetini koğuşun duvarlarına yansıtsın. Duvarlara bir manzara resmi yapsın. Hem koğuş baştan aşağı boyanmış olur, hem de güzel bir manzara ile burada yatan insanlara moral verilmiş olur. Bu duvardaki resim bu bina yıkılana kadar durabilir. Ne dersiniz?... Malzeme parasını merak etmeyin. Onu ben karşılayacağım.
- Beni aşan konular bunlar... Müdüre iletirim.... dedi ve sıra ile elindeki listeyi okudu. İsmi okunan mahkum “burada” diyordu.
Sayım bittikten sonra, bütün bakışlar Bekir’e yöneldi. Bekir bakışların kendisine yönelik olduğunu fark edince, durup herkesi tek tek tepeden tırnağa süzdü.
- Bence buraya manzara resmi güzel olacak... Hani demiştik ya, insan teni burada olup, ruhu o manzara içinde bir köşede huzur içinde yaşayacak diye... Hayrola Ali! Niye başını sallıyorsun ki?... Ha... Anladım.... Bakın beyler... Neden yalan söylediğime şaşırdınız. Bunu biliyorum. Şunu unutmayın, her doğru her yerde söylenmez. Benim yaptığımın tersi olduğunu düşünün. Yani Mahir kardeşimizin bana saldırdığını söyleseydim, onlar belki Mahir’e ceza vereceklerdi. Bu benim ağrıma gider. Biri benim yüzümden ceza almamalı. Bir insanın kendi çıkarları söz konusu ise, sakın o adama itaat etmediğiniz gibi inanmayınız da. Bu koğuşta biz, hepimiz kardeşlik ortamı içinde yaşamak zorundayız. Kedi köpek dalaşı içinde yaşamak biz insanlara yakışmaz. Hz. Muhammed (SAV) der ki; Kurtların istila ettiği yerde koyun değil, ancak aslan olmak gerekir. Burada kimse kurt konumunda değil. Burada herkes aksine bir kuzu konumundadır. Asıl kurtlar parmaklık dışındadır. Öyle olduğu için birbirimize, kurt taklidi yapmanın bir anlamı yok.
Öfke, ıstırap ve rahatsızlık verir. Öfke bize yakışmaz. Kin beslemek hele hiç yakışmaz. Bize affetmek yakışır. Diyeceksiniz ki; siz affettikçe o daha da hırçınlaşacak, olsun. Siz de durmadan affettiğiniz zaman belki o uysallaşacak. Böyle olma ihtimali her zaman varsa, bunu da denemek zorunluluğu var demektir. Sana saldıran düşmanlarından korkma, sana yağcılık yapan dostlarından kork. Unutmayın ki; Fil zinciriyle, at gemiyle, insan da gönül rızası ile tutulur. Peygamber Efendimiz (SAV) diyor ki; “Affetmek, zaferin zekatıdır.” Benim Mahir kardeşim ile hiçbir meselem yok. Eğer onun bir meselesi varsa oturur, bunu enine boyuna konuşuruz. Çünkü insanlar konuşarak, hayvanlar koklaşarak anlaşırlar. Ben bana, şahsıma yapılanları affederim. Normal bir hayatta bile bazı prensiplerim vardır; 1- Yaptığım işime laf söyletmem. Eğer yaptığım işin, Hakk doğrultusunda olmadığını söyleyecek biri çıkarsa, o zaman, o söze itimat ederim. 2- Aşıma laf söyletmem. Çünkü o lokmayla bedenim gıdalanacaktır. Velev ki biri çıkıp ta onun haram olduğunu söylerse işte o zaman, o söyleyene inanır, ona minnettar kalırım. 3- Eşime, laf söyletmem. Bunun ne yorumu var, ne izahı. 4- Ve son olarak da dinime laf söyletmem. Buradaki tek kuralım Hakk rızasına riayet olduğu için. İnandığım değerlerin küçümsenmesine asla tahammül edemem. Yukarıda saydıklarım şahsım adına olup, karşımdaki insanları da aynı perspektiften değerlendirmekteyim.
Benim anlayışıma göre; eşitliğin ve adil paylaşımın olmadığı yerde haksızlık başlar. Bu koğuşta hepimiz eşit hakka sahip olmak zorundayız. Ben daha çok ceza almışım, ben daha çok gaddarım, o nedenle bu koğuş benden sorulur, benim hayattan beklentim kalmadı. Bari burada son nefesime kadar istediğim gibi yaşayayım deme hakkı kimsede yoktur ve kimseye verilemez.
Hepiniz bir badire yaşayıp geldiniz. Haksız olduğumuz için buradayız. Yasalar böyle diyor çünkü. Ama unutmayın ki; kötülük kazanabilir ama, üstün gelemez. Bir öfke ile belki hayatımızı kararttık. Belki de daha çok kazanmak isteği ile gayri meşru yollara girdik. Sonuçta işlediğimiz suçun cezası olarak buradayız. Veya işlemediğimiz suçun cezasını çekmemiz için gönderildik. Biz sabra sarılsaydık belki, buralarda olmayacaktık. Ama sabredecek kadar, dirayetli olmakta bir başka meziyettir. Burada işin güç kısmı adam olma değil, adam kalabilmektir. Allah ömür verir ve buradan kurtarırsa, toplumun içine çıkacağız. Mesele orada da adam olmaya çalışmak veya adam kalmak arasında bocalayacağız. En iyisi mi bizler burada adam kalmanın yollarını öğrenelim. Bunu, burada bulunan toplum aynasında gerçekleştirdikten sonra, dışarıya daha mükemmel uyum sağlamış oluruz. Kötülüğe kolayca girilir, ama güç çıkılır.
- Bekir kardeşim. Aramıza geleli bir günü bile doldurmadan bak, kaç kere, Mahir’in zulmüne maruz kaldın. Senin dışarıda almış olduğun dini terbiyeden bizde zerre kadar bulunsaydı, bizler buraya hiç düşmeyecektik. Sen, sana onca yapılana rağmen, hala dost elini uzatabiliyorsun. İşte biz bu dost elini uzatmayı bilmediğimiz için, karşımızdaki kişi haksız olduğu halde, bizleri kışkırtmış ve şeytanın eline verdiğimiz nefis ile insanlığı saf dışı etme gayretleri içine girip, onu dünya üzerinden yok ederken, bizde geleceğimizi, hatta ahirimizi bile yok etmek zorunda kalmışız. Hata kimin? Ben buraya düştüğüm günden beri hep bu soruya cevap aradım. Ve burada yatan arkadaşlarımın hayat hikayelerini de dinlediğimde bu yanıta cevap buldum. Hata sistemin. Hata, bana dünyayı iyi öğretmeyen, bana hayatın kolay ve zor yönlerini göstermeyen, bana ahlakın faziletlerinden bahsetmeyen, bana dinimi öğretmeyen, bana sadece dünyada var olmak için gerekli olanı öğreten dünyada ayakta kalmak için, mücadelenin her türlüsüne, üstü örtülü destek veren sistemin suçlu olduğunu, annemin ve babamın da bu suçta az veya çok katkısı olduğunu gördüm. Bundan sonra benim gibi buralara düşmüş insanların, parmaklık dışındaki yaşantıları hep yamuk algılanacaktır. Bu sistem beni suçlu etmiş ve bu sistem yine beni dışarıda, fişleyerek, damgalayarak boğazıma taktığı tasma ile, “bu çok tehlikeli bir adamdır” demiştir. Hepimiz aynı çarktan geçmişiz. Evet içimizde böyle olan çok kişi var. Ama onların öyle olmasına sistem neden olmuştur. Bu şartlar altında yaşayan bizlerin gözü “hani kurbağayı koltuğa oturtmuşlarda, o yine çamura atlamış” diye bir tabir var. Evet, bizler buradan çıktığımızda kalabalıklar arasında kendimizi, çırılçıplak hissedeceğiz. Sonuç yine hüsran olacak. Her koğuşta sesini yükselten birinin koğuşa egemen olmasına ses çıkarmayan sistem, parmaklık dışında da her türlü kazanç için çalmanın, çırpmanın zaruri hale gelmesine neden olan yine sistemdir. Her ikisinde de elini ılıktan soğuğa sokmayanlar kazanıyor. Şurada bizlerin zamanı düşünmemiz için önümüze konulan el işleri dahi, bir çok kişiyi kazandırıyor. Biz kazanmıyor muyuz? Kendi çapımızda veya algılayış bibimizin zaruri olması hasebiyle kazanıyoruz. Sırt üstü yatsak ne kazacağız? Elbet ki kazanmayacağız. Fakat bundan emek harcamadan kazanan çok kişi var. Bilmiyor sanmasınlar. Gardiyanı kazanıyor, koğuş ağası kazanıyor, müdürü kazanıyor, toptancısı veya aracısı kazanıyor, satış mağazası kazanıyor, alan kazanıyor, malzeme satan kazanıyor, malzeme üreten kazanıyor. Bir ülkede kazananlar sadece belli bir kesim olup, diğer kesime milli gelir ulaştırılmazsa, sonuç böyle 40 metrekarelik koğuşlarda 20 kişiyi hapseder başına da Mahir gibi bir belalı seçersiniz. Ben şahsım adına derim ki; bu bastırılmış kinlerin patlaması, böyle bir değil binlerce kodes yapmalarına neden olur. Ne dersin Bekir hocam?
- Vallahi, biraz önce sizin el işinizden kimlerin kazandığını saydığında küçük dilimi yutasım geldi. Şurada garip bir kulun ürettiğinden çok kişi kazanabilmektedir. Öyleyse bunu sektör haline getirmek gerekir. Ama.... Sektör haline getirmek için de, insanları hapse tıkmanız gerekir. Aksi taktirde siz insana burada yapılanı yaptıramazsınız. Buradaki insanlar, mecbur bu dört duvar arasında yaşamaya. Bari zamanı düşünmeyeyim diye bunlarla uğraşıyorlarsa, veya uğraşmalarına izin veriliyorsa, saydığınız gibi çok kişinin kazanması gerekir. Hiç düşündünüz mü? İnsanlar arasında en adil şekilde paylaşılan şey nedir diye? Evet insanlar arasında paylaşılan tek şey vardır... O da ölüm. Ölüm kimin kapısını çalışmışsa; mevkisine-makamına, ilmine-amiline, derdine-sevincine-tasasına, yaşlısına-gencine, zenginine-fakirine, velhasıl hiç kimseye ayrım uygulamadan, dünya hayatına son veriliyor. İşte ilâhi adaletin tecellisi burada ne güzel ortaya çıkıyor. Bunu anlayabilmek gerek. Anlayabilmek için mânâ penceresinden bakmak gerek.
- Yetimmmm... Gardiyan Yusuf’u çabuk çağır.... Ben burada fazla kalamayacağım... Çabuk ulan.... diye bağıran Mahir, sinirli bir halde, yumruklarını sıkarak koğuşun ortasında dolanmaktaydı.
- Nöbet değişimi olmuştur... Yusuf Gardiyan evine gitmiştir ağam... dedi yetim.
- Çağır birini ulan... Beni bu soytarıların arasından çıkarsınlar. Benim bunlar arasında can güvenliğim yok. Bunların hepsi isyan peşindeler.. Çabuk çağır gardiyanı. Bas zile gelsinler. Hem de sık sık bas.
Koğuştaki mahkumların hepsi şaşkınlık içindeydi. Daha düne kadar, diğerlerinin can güvenliği yokken şimdi, sadece Mahir’in can güvenliği yokmuş havası, mahkumları hayrete düşürmüştü. Mahir’in böyle davranmasındaki tek sebep, koğuşta hakimiyetini yitirmekten kaynaklanıyordu. Yoksa başka hiçbir neden yoktu. Yetim, kapının sol tarafında, yerden bir metre yukarıdaki düğmeye elini uzatırken, Bekir seslendi.
- Bırak kuzum... Bırak. Buna derler ki, adamın derdi inekle dana, karının derdi sürmeyle kına. Bırak ve yanıma gel.
Yetim eli düğmeye uzanmış halde bekliyordu. Bir Bekir’e bir de Mahir’e bakıyordu. Koğuştaki mahkumlara baktı ve elini ağırca düğmeden çekip, kapıdan bir iki adım geriledi. Yüzünde bir endişe vardı. Başını öne eğerek Mahir’e doğru baktı. Mahir, sert bir ses tonuyla.
- Bassana ulan düğmeye... Sana diyorum be velet... Bas şu düğmeye...
- Yeter artık be... Gel de kendin bas... dedi ve yatağına hızla koşup yüzükoyun uzandı. Hıçkırıklar içinde ağlamaya başladı. Koğuşta ses çıkmıyordu. Sadece Mahir mırıldanıp duruyordu.
- Sende mi ulan... Gemiyi terk etmek zaten ilk önce farelere düşermiş... Bunca zaman sana verdiğim emeklere yazıklar olsun. Ben olmasan acından ölür, burada herkese karılık edersin ulan... Hıhhı, suç bende, adam olacak diye yanına bir yetimi alırsan, zor anında seni ilk o terk eder. Ulan sırtın yeni elbise bilmezken benim sayemde yeni elbiseler giydin ve velet. Şimdi şu koğuşa hakim olduğunu sanan bir yobaza sığın bakalım. Belki seni de yanına müezzin yapar cami cami dolaşırsınız buradan çıkınca.
- Bana bak Mahir kardeşim.... Benim dördüncü kuralıma karşı gelen kim olursa olsun, sonu nereye varırsa varsın, hiç mi hiç acımam bilmiş ol.... dedi ve öfke ile mahir’in yanına geldi.
Mahir’in yakasından tuttuğu gibi ayağa kaldırdı. Sol eliyle mahir’in boğazını sıkarken, sağ elini yumruk yapmış, kaşlarını çatarak öfke ile bakmaya başlamıştı. Yumruk hazır şekilde bekliyordu. Mahir ise, boğuk boğuk sesler çıkarıyor, ayakları yerden kesilmiş bir şekilde çırpınıp duruyordu. Mahir iki eliyle Bekir’in sol koluna yapışmış boğazını sıkan koldan kurtulmaya çalışıyordu. Ama bir türlü beceremiyordu. Bekir, yumruğu havada iken, bakışlarını diğer mahkumlar üzerinde gezdirdi. Bakışlar hüzünlü, ürkek ve çekingen bir haldeydi. Çoğu yapma, vurma diye başını sağa sola sallayarak Bekir’i, ikna etmeye çalışıyordu. Bekir, yumruğunu indirdikten sonra Mahir’i yere bıraktı. Mahir, derin derin nefesler almaya başladı. Sonra yatağının üzerine yığılıp kaldı. Sırt üstü yatıp, üst ranzanın altından tekme ile sert bir şekilde vurdu. Üst ranzada yatan mahkum, korkudan ses çıkarmayarak, yönünü duvar istikametine dönerek üzerine yorganı çekti.
Koğuştakiler yataklarına uzandıklarında koğuş derin bir sessizliğe gömüldü. Lambalar sönmüştü. Sadece kapının üzerinde kalan 25 voltluk bir ampul ile, 40 metrekarelik koğuş aydınlatılmaya çalışılıyordu. Bekir, yatağının üzerine namaz kılmaya başlamıştı. Bu namaz kılma o kadar uzadı ki, sanki bir yıllık namaz kaza eder gibiydi.



4

Kapı gıcırdayarak açıldığında gardiyan Yusuf, kapı girişinde elinde liste ile belirdi. Elindeki listeyi her zamanki gibi okuyarak, mahkumları yemekhaneye götürmeye çalışıyordu ki; Mahir Yusuf’a yalvaran bir ses tonuyla;
- Yusuf Ağam, hani beni bu koğuştan alacaktın..
- Elçiye zeval olmaz aslanım, ben müdüre isteğini ilettim... Şimdi oyalanmayın yürüyün...
Her gün iki kere yoklama yapılırdı. Bir sabah bir de yatarken. Bazen arasıra da yapılmaktaydı. Bu yoklamayı neden yaparlardı ki, odaya koydukları 20 kişinin kaçma ihtimali yoktu. Üzerlerinde demir bir kapı kilitliydi. Tavanla yer arası bile üç metre idi.
Bazı hapishanelerde F tipi ceza evlerini protesto için ayaklanmalar oluyordu. Neden olduğunu çok mahkum anlamıyordu. Niye karşı çıktıklarını çoğu bilmiyordu bile. Bu kışkırtmalar kasıtlı yapılmaktaydı. Çünkü dışarıdaki örgütlerin çoğu hapishanelerden idare edilir olmuştu. Bir örgüt lideri veya elemanı, hapiste ise, hapiste kendilerine bol bol sempatizan buluyorlardı. İçerideki bu kişiler F tipini istemeyenlerdi. F tipi hapishanelerde herkes bir başına olacaktı. Buda örgütlenmelerin önüne geçilecek anlamını taşıyordu.
Yemekhaneye giren Bekir ve arkadaşları, içeride bir kavganın olduğunu ve gardiyanların bu kavgayı ayırmakta zorlandığını gördü. Gardiyan Yusuf’ta bileğine bağlı olan copun sapını, avucunun içinde sıkarak kavga edenlerin üzerine koştu. Elindeki cop ile önüne gelene vurmaya başladı. Diğer gardiyanlarda aynı şekilde vuruyordu. Orta yerde 40 kişi olan bu kavgacılar, on dakika sonra gardiyanlardan yedikleri sopalar sayesinde, kendi aralarındaki kavgayı sona erdirdiler. Gardiyanlar bu kavgacıları ayrı bir bölüme götürdü. O sabah onlara yemek dahi verilmedi. Onlar öğle yemeğine kadar sorgulanırdı artık. Hapishane yönetimi tarafından kavga nedeni öğrenilirdi. Bu sorgulama sonrasında çıkan neticeye göre, bu insanlar ya koğuşlara paylaştırılır, ya da başka hapishanelerden mahkum değiş tokuş yapılırdı.
Bekir ve diğerleri yemekten sonra volta atmak için, alana çıktılar. Bekir grup halinde arkadaşları ile ağır ağır ilerliyordu. Koğuşun tamamı Bekir’in etrafında değildi. Çoğunluk içeride el işine devam etmekteydi. Mahir ise, bir köşeye çömelmiş bir halde onları izliyordu. Yetim, sabah güneşinin yavaş yavaş alanın yarısına hakim olduğu bir noktada, çömelmiş bir şekilde güneşe karşı oturuyordu. Yanında kendi yaşlarında bir genç daha vardı. Onunla konuşurken, gözleri ile oda arkadaşlarını takip ediyordu. Bir yandan da yalnız başına olan Mahir’i takip ediyordu.
İki saat kadar yürüyüş yapan Bekir ve arkadaşları, koğuşlarına öğle namazına yakın çıktılar. Yetim’de koğuşa çıkmıştı. Bekir, Yetim’in yanına varıp, elini onun omzuna koydu. Hülyalara dalmış olan Yetim, bakışlarını Bekir’e yöneltti. Bir zaman baktıktan sonra, elindeki kalemin kapağını açıp kapamaya başladı. Bekir biraz seyrettikten sonra;
- Yiğidim; konuşmak, dertleşmek ister misin?
- Hıhh.. dedi iç çekerek.
- Konuşmak, rahatlamanın bir başka yöntemidir.
- Hayat niye bu kadar acımasız be hocam?
- Hayattan ne anladığına bağlı bu... Sahi senin adın neydi?
- Benim adım hep Yetim’di Yetim büyüdüğüm için.
- Kimlikteki adını sordum.
- Evet işte ben de onu diyorum. Orada da Yetim... Yetim yazdırmışlar yetim doğduğum için. Yetim olduğum için öylece yazdırmışlar ve öylece kaldı.
- Kimin kimsen yok mu?
- O kavramlar bana çok uzak hocam. Ben hem öksüz hem de yetimim. Türkçe’de, hem babası ölmüş hem de annesi ölmüş çocuklara yetim deniliyor. Aynı zamanda sadece annesi ölmüş olanlara da, öksüz denilmektedir. Ben hem öksüz hem de yetimim hocam. Ben tek başıma bir insanım. Kan bağım olanlarla uzak yakın ilişkilerim kesilmiştir.
- Anneni ve babanı hiç görmedin mi?
- Bana anlatılanları söyleyeyim... Annem, babam ve benimde içinde olduğum araba ile kaza yapmışlar. Bu kazada annem ve babam vefat etmiş. Sadece ben hayatta kalmışım. O zamanlar daha dört aylık bir çocukmuşum. Ben arabanın arkasında çocuk koltuğunda olduğum için, kazada kurtulmuşum. Ama annem ve babam, karşı yönden gelen bir kamyonun hatalı sollaması karşısında, kamyonla kafa kafaya çarpışan arabada feci bir şekilde ölmüşler.
- Allah her ikisinin de günahlarını bağışlasın. Makamlarını Cennet etsin. Seni kim büyüttü?
- Amin.. Amin... Beni mi, beni dayım büyüttü. Ben, beni bildim bileli dayımın ismi geçince sinirlerim gerilmektedir.
- Kan bağın olduğu ve akraban olan biri için, hatta seni yetiştiren bir insana neden kinleşirsin ki?
- Bakın hocam, balık yanında yetişseydim, yüzmeyi öğrenirdim. Kendi kendime, yiyecek bulmanın yolunu öğrenirdim. Ama kedi köpek yanında yetişirsen, çalmasını, zarar vermesini öğrenirsin.
- Dayın seni suça mı teşvik ediyordu.
- Yedi yaşıma kadar olanları, hatta sekizi de dahil edebiliriz. Bu zaman dilimini hiç hatırlamam. Sadece ve sadece ilk okul üçüncü sınıfta iken, yediğim sopayı ve ondan sonraki her dakikayı hafızama kazıdım. O günden bu güne kadar olan yaşamımın her karesi, sanki bir deftere kayıtlı gibi. Bu sayfalardan biri aklıma takıldığı zaman hemen beni koruyacak bir el arıyorum. Yaşım 22 olmasına rağmen bu hami arayışından kurtulamadım. 22 yıllık hayatımın on yılını burada yaşadım.
- On yıldır burada mısın?
- Hayır, eşitlemem ve genellemem gerekirse, 6 ay dışarıda, 6 ay içeride sayılır. En uzun süreli cezam şimdi verildi. 12 sene verildi. Bunun iki sensini yattım.
- Altı içeride, altı dışarıda nasıl oldu bu?
- Bazıları hakimlerin olayı küçük görmesi ile, bazıları delilin yetersizliği ile, bazıları da hükümetlerin sayesinde. Onların zırt pırt çıkardıkları af sayesinde oldu. Ben suçluyum. Bu ben de bağımlılık yaptı. Dışarı benim için, Everest’in tepesine çıkmak gibi bir şey. Dışarıda yapamam. Buralarda bir ağa koltuğuna sığınır, sadece nefes alıp vererek var olmaya çalışırım. Böyle ağalarda aşağı yukarı her koğuşta vardır. F tipi cezaevleri benim için ölüm demek.
- Orayı, yani hapishaneleri savunduğum için değil ama, böyle kalabalık bir halde olmaktan çok çok iyidir. Ben böyle olduğunu düşünüyorum.
- Benim için iyi değil. Ben yalnızlıktan korkarım.
- Çokluk içinde de himaye bekliyorsun!
- Olsun...
- Şu dayın mı seni suç dünyasına itti.
- Hıhhı... Ben ilkokulu köyde okudum. Dayım da o zamanlar köydeydi. İlkokul üçüncü sınıfta, çok başarılı bir öğrenciydim. Dayımın oğlu da aynı sınıftaydı. Ama o tembeldi. Bir türlü derse kafası basmazdı. Ama ben çok çalışkan bir öğrenciydim. Hiçbir şeyden korkmazdım. Gece zifiri karanlıkta komşu köye gidebilecek kadar cesaretim vardı. Ama dayımın oğlu yan odaya dahi yalnız gitmezdi. Gece-gündüz tuvalete bile beni yanına alarak giderdi.
- O nerede şimdi...
- O mu? O şimdi büyük bir şirketin başında. Kendine ait şirketi var. İşte o şirketin temelinden tavanına kadar her şey benim sayılır. Nasıl suç dünyasına girdiğimi sormuştun. Bak hocam ciltler dolusu roman olacak bir yaşantım oldu. Evet, ilk suçu dayımın ısrarı ve baskısı üzerine işledim. Bu basit bir hırsızlıktı. Dayım ve birkaç arkadaşı bahçede ağaçlar altına kurdukları içki sofrasında idi. Ben ve dayımın oğlu okuldan yeni gelmiştik. Beni yanına çağıran dayım, komşunun kümesinden bir tavuk çalmamı istedi. Arkadaşları da onu destekledi. Eğer getirirsem, çok büyük para vereceğini söyledi. Onun içkili halini görünce bende korktum. Hemen gelip durumu yengeme söyledim. O da dedeme gönderdi. Dedem beni azarlayıp kovdu. Tekrar eve geldim. Yengeme söylediğimde, dedemin kümesinden çalıp getirmemi söyledi. Dedem çok pinti birisiydi. Dayımın oğlu da ortaya atıldı. Beraber çalıp getirelim. En azından bir parça et de bize düşer dedi. Ben yok dedimse de, yengemin teşviki ile dedemin evine gittik. Ondan habersiz bir tavuk alıp eve geldik. Yengem onu haşlayıp, kızartarak bir tepsiye koydu. Ve elime verdi. Ben de öylece bahçede içki içen dayıma götürdüm. Tavuğu tam sofraya koymuştum ki, arkamdan dedem gelip, ayağı ile içki sofrasına bir tekme vurdu. Sonra da dayımı arkadaşlarının gözü önünde bi güzel patakladı. Ben kaçıp eve gelmiştim tabi.
Odamda dayımın oğlu ile ders çalışıyordum. Dayım tekme ile odanın kapısına öyle bir vurdu ki, kapı yerinden sökülüp yere indi. İçerisi toz duman olmuştu. Elinde demir bir çubuk bulunan dayım içeri girdi. Kendi oğlunu dışarı gönderdi. Ben ne olduğunu anlayamadan elindeki demir çubukla bana vurdukça, çubuk vücuduma değen yere göre şekil alıyordu. Dayım arasıra çubuğu düzeltiyor ve tekrar vuruyordu. İlk darbeyi aldığımda avazım çıktığı kadar bağırmıştım. Kaçmaya her kalktığımda yakalıyor ve beni yere fırlatıyordu. Konu komşu yardıma gelmiş beni kurtarmak istiyordu. Ama dayım elindeki demir çubukla onlara da saldırıyordu. Velhasıl bu hayatımdaki ilk acıyı tatmamdı. O yediğim sopalar neticesinde beni, hastaneye zor yetiştirmişler. Hastanede iki hafta yoğun bakımda kalmışım. Neden sonra beni köye getirdiler. Fakat dayım tutuklanmış hapse atılmıştı. Bunu da bizzat dedem yaptırmıştı. Dayım altı ay gibi bir hapis yattıktan sonra çıktı. İşte hayatımın şaftı ondan sonra kaymaya başladı. Okuldaki başarımı da kıskanan dayım, kendi oğluna bakıyor ve ondaki ahmaklığı gördükçe bana saldırıyor, beni eziyordu. Haaa, o dayak olayından sonra dayımdan fiziki darp almam önlenmişti. Çünkü beni tekrar dövecek olursa, hapse tekrar dönecekti. Bu nedenle de bana, cezalar vermeye başladı. Kendi oğlunun işlediği suç olursa onun yerine bana ceza veriyordu. Ben zaten ağzımı açtığım zaman suç işlemiş oluyordum. Bana kümes cezası verirdi. Tavuklarla aynı yerde sabahlatırdı. Bazen ahıra hayvanların yanına bağlardı. Bu ilk zamanlar bana pek zor gelmiyordu. Çünkü hayvanları çok seviyordum. Onlarla sabaha kadar konuşarak vakit geçiriyordum. Ama bu cezalar sürekli olmaya başlayınca, psikolojim bozulmaya başladı. Bende aşırı bir ürkeklik belirtisi oldu. Ve bu duygu zamanla beni esir etti. Her ceza alışımda ruhi çöküntüye doğru gitmekteydim. İlk zamanlarda, ahırdan ve kümesten kurtulup köyün içinde, saman yığınları arasında sabahladım. İlkokul beşe kadar bu şekilde bir hayat yaşadım.
Dayımın karısı da ceza vermeye başlamıştı. Bulaşıkları yıkıyor, hayvanların altını temizliyor ve bunlardan tezek yapıyordum. Bağ ve bahçe işlerini hep ben yalnız başıma yapıyordum. Dayımın oğlu ise, güya ders çalışıyordu. Ders çalışmaktan anlamayan bu adam, şimdi şirketlerin sahibi oldu ben ise, buralardayım.
- İlkokulu bitirdin yani?
- Hayır hocam. Maalesef bitirmedim. Bitiremedim. Bitirtmediler. Bir gün kapatıldığım kümesten gece kaçıp aç karnımı doyurmak için, komşuların bahçesine girip, salatalık aldım. İki tane de domates alıp, üzüm asmalarının altına oturdum. Çok uykum olduğu için sadece bir domatesi yemiş ve öylece uyuya kalmışım. Sabah gözümü açtığımda ellerimin bağlanmış olduğunu ve dayımın oğlunun elinde sopa baş ucumda durduğunu gördüm. Başımı kaldırıp baktığımda köylülerinde orada olduğunu gördüm. Bahçe sahibi, küfürler yağdırarak bağırıyordu. Dayım ve dedem onu sakinleştirmeye çalışıyordu. Dayımın işareti ile dayımın oğlu elindeki sopa ile bana vurmaya başladı. Her darbe gittikçe dayanılmaz bir acı vermeye başlamıştı. Neden sonra bayılmışım. Yine gözümü hastanede açtım. Bir hafta orada yatıp tedavi oldum. Sonra beni köye gönderdiler. Köye geldiğimde dedemin öldüğünü, köylülerin mezarda olduğunu gördüm. Dayım bilmem, üzüntüsü bilmem, sevinci yüzünden bana ses çıkarmadı. Son dayak yememdeki olayda suçlu ben sayılmıştım. Çalan, çırpan biri olarak lanse edildim o gün. Ve o günden sonra da böyle anıldım. Neyse dedem ölünce dayım köyde kalmadı. Beni de yanına alıp şehre göç etti. Onun oğlu okulu bitirdi ama beni okula göndermediler. Öylece kaldım. Evde her türlü işi yapmaya başladım. Bulaşıkları yıkamak, çamaşırları yıkamak, ütülemek, odaları temizlemek velhasıl her iş üzerime kaldı. Dayım akşama kadar kumar oynuyordu. Yengem ise komşu toplantılarından eve gelmiyordu.
18 Yaşıma kadar hayat bu minval üzere devam etti. Dayımın oğlu ile her türlü bağım kesikti. Bana vurduğu için ona darılmış ve o günden beri onunla konuşmamıştım. Tabi bu arada da dayım beni küçük küçük hırsızlıklara alıştırmaya başlamıştı. Kumarda kaybedince gelip beni buluyor ve bir dükkana girmeme gözcülük ediyordu. Bu işi yapmadığım zamanda beni öldürmekle tehdit ediyordu. Artık yaşamam için yapmak zorunluluğu hasıl olmaya başlamıştı. Bunlardan bazılarında yakalandım, nezarethanelerde sabahladım bazen hapse girdim. Velhasıl on sekiz yaşıma kadar girip çıktım.
- 18 yaşından sonra ne oldu.
- Dayım beni notere götürdü. Bundan sonra seninle hiçbir organik bağım kalmadı dedi. Bana noterde yazılmış birkaç kağıt imzalattı. Sonra da kapı dışarı etti. Söylediğine göre 18 yaşını doldurduğum için onun koruması gerekmiyormuş. İşte o nedenle noterde kağıt imzalattı.
- Noterden kağıt... 18 yaş... dayın... sen... yok, yok bu işte çok şeyler var. Çok dolaplar çevrilmiş üzerine.... dedi kelimeleri ağır ve sert söylerken, yüzündeki ifade de değişmiş, kaşları çatılmıştı.
- Ne gibi hocam?
- Merak etme sen... ondan sonra ne oldu, ne yaptın?
- Her türlü pisliğin içinde bulundum. Şu an asker kaçağı olarak görülmekteyim. Aslında kaçmıyorum. Devlet kendisi bırakmıyor ki askere gideyim. Burada cezamı çektikten sonra, iki sene de askerlik ekleyerek, hayatımdan iki sene daha göndereceğim. Kısaca ben bedbaht bir adamım.
- Bu kelime, aklı yerinde olan, uzuvları eksik olmayan bir insan için kullanılamaz. Bedbahtlık ortamını insan kendisi hazırlar ve bu ortamı yine kendisi bozar.
- Ulan Yetim (dedi sert ve gür bir ses tonuyla)... Yeter artık kes sesini... Zıbar da yat pezevenk.... dedi.
Mahir, daha pek çok küfürleri peş peşe sıraladı. Bekir elini Yetim’in omuzuna koyup, başını sıvazladı. Gözlerini açıp kapayarak, ses çıkarmaması için sağ işaret parmağını dudağında “sus” işareti yaptı. Yetim, sağ elini döşüne getirip hafifçe eğildikten sonra yatağına gitti.
Bekir, ayakta durup, koğuşu gözden geçirmeye başladı. Bu arada elini duvara dayamıştı. Koğuşta pek çoğu uyuyordu. Üçbeş uyumayan vardı onlarda el işi ile uğraşmaktaydı. Mahir’in ses tonuyla irkilen bu mahkumlar ellerindeki işleri bırakarak yattılar. Neden sonra mahkumlardan biri düğmenin birini söndürdü. Odanın içinde loş bir ortam oluştu. Nisan ayında olmalarına rağmen hava çok sıcaktı. Bu sıcak havalar, taş duvarları dahi ısıtmıştı. İşte bu hapishanenin de taştan duvarları, buz gibi çehresinden kurtulup, kor çehresine bürünmüştü. Nisan ayında böyle olursa Temmuz ve Ağustos aylarında kim bilir, belki daha da sıcak olacaktı. Bekir bir zaman koğuşu, soğuk gözlerle izledi. Gözlerinde uyku hakim olmaya başlamıştı. Eğilip Yetim’e baktı. Yetim, Bekir’in kendisine baktığını görünce, iki elini birleştirerek, başını üzerine koyup, gözlerini yumdu ve parmakları ile Bekir’i gösterdi. Sonra da, Mahir’i göstererek, döşünü yumrukladı. Bekir anlamıştı. Yetim Bekir’e yatmasını sabaha kadar Mahir’e göz kulak olacağını söylemekteydi Yetim... Bekir, başını “teşekkürler” anlamında salladıktan sonra, sağ elini döşüne götürdü. Mahir’i işaret ederek, elini yukarı doğru kaldırıp indirdi “bu işareti ile o bir şey yapamaz demek istedi.” Sonra yatağına uzanan Bekir, üst ranzada yatan mahkumu rahatsız etmemeye özen gösterdi. Yatağına uzanarak ellerini başının arkasında bağladı. Üst ranzanın altındaki çemberlere bakarak, derin bir hayal dünyasının içine doğru sürüklenmeye başladı. Neden sonra öylece uyumuştu.




5
Paslı kapının gıcırdayarak kilidi, herkesin bakışını kapıya yöneltti. Kapının açılmasıyla içeri puslu bir ışık süzmesi girdi. Koğuştaki mahkumlar, ranzalarında doğrulup kapıya bakarken, gardiyan Yusuf, tiz ve ağır bir ses tonuyla seslendi.
- Koğuş kalk... (dedi gür bir sesle) ismini okuduklarım “burada” desin. ( Ve isimleri okumaya başladı, Bekir’in ismine gelince durdu ve ona bakarak) Kahvaltıdan sonra müdür bey sizinle görüşmek istiyor.
- Emriniz olur efendi kardeşim...
Koğuşta bir fısıltı dolaşmaya başlamıştı. Herkesteki hüzünlü ve endişeli ifade dikkat çekiyordu. Sadece Mahir’in yüzünde hafif bir tebessüm vardı. Yılışık bir halde koğuş arkadaşlarını süzüyordu.
Yemekhanede, krom bardaklara doldurulan çaylardaki şekerleri karıştırmaya çalışan insanların, bardak ve kaşık sesi ile fısıltılı konuşmalar arasında yetim, Bekir’e doğru yaklaşarak:
- Yoksa seni buradan başka yere mi nakledecekler? Eğer öyle olursa yandık. Şu bir gün içinde neler değişmedi ki? Siz olmazsanız bu koğuşta tekrar Mahir’in egemenliği başlar.
- Meraklanma sen yiğidim.. Allah, her şeye kadirdir. Sabret. Sabret.. dedi Bekir krom bardağı ağzına götürürken.
- Bekir Hocam, bu Mahir denen adamı benden iyi tanıyan yoktur. İki yüzlü riyakâr bir kişiliği vardır. yılan gibidir. Yüzü hep soğuktur. Onun çehresinde bir gün olsun gülücük görmedim. Bir söz duymuştum. Bu söz şöyleydi galiba: “Aptal, mesele yokken mesele çıkartır; akıllı ise, meseleyi mesele olmaktan çıkartır.” Bu Mahir denilen adam birine kafayı taktı mı, mesele yokken mesele çıkartır. Kendini büyük göstermek için, kâh beni, kâh bir başkasını ya dövmeye ya da sövmeye başlardı. En çok da bana bağırırdı. Siz geleli bir gün oldu, herkesin kendi kişiliğine girmesini sağladınız. Herkese bir güven verdiniz. Meseleyi mesele olmaktan çıkardınız.
- Benim hiçbir şey yaptığım yok... Sadece gerçekler neyse ve inandığım şekilde yaşamanın gereklerine uymaktayım. Yasaların bittiği yerde zulüm başlar. İslâm gerçeğine göre yasalar bitmez. Yani istediğiniz kadar yasa çıkarın, kanun hazırlayın, bu fiiliyatta işlemesi için, insanları eğitmeniz gerekmektedir. Eğitilmiş bir toplumdan hiçbir zaman gelmez. Kısaca eğitim almış bilgili bir toplum, akli davranır.. Zarar devamlı cahil insanlardan gelir. Bu tür cahil toplumlara baktığınız zaman bunu görebilirsiniz. İşte bu kâinatın sahibi olan Allah (cc) Kur’ân-ı Kerim’deki ilk emir “ikra, yani oku, seni Yaratan Rabbin adına oku” ayeti celilesi ile başlamaktadır. O nedenle okumak, bilmek, öğrenmek her Müslüman’a farzdır. Bu ayrıca her insanın en doğal ve engellenemez bir hakkıdır. Bunu engellemeye çalışmak ise zorbalıktır, barbarlıktır, caniliktir. Öğrenen ve bilen insanlarla her şeyi konuşarak çözme şansın vardır....
Zahiri ve Batıni hayat aynı terazinin bir kefesindedir. Birini kurtarmak istersen mecburen ötekini de kurtarırsın. Birini batırmak istersen ister istemez öteki de batar. Bu nedenle, bizim dünyada yapmaya çalıştığımız her şey İslâm’a uygun olmak zorundadır. Bunun mekanı, yeri, zamanı olamaz. Her yerde aynı kurallar zinciri tekamül etmek zorundadır. Müslüman bir ışıktır. Gittiği yeri, zifiri karanlık dahi olsa aydınlatır. Çünkü o Allah aşkıyla hareket etmektedir. Allah da aşıklarını asla yalnız ve çaresiz bırakmaz. Eğer bırakmışsa bir sebebi vardır. Yaptığı bir hatanın mutlaka cezası olduğunu bilir. Allah’ın kahretmediğini görüp şımarmaz; mühlet verdiğini düşünüp, ürperir.
- Bekir hoca, müdür bey sizi bekliyor.... dedi gardiyanlardan biri.... Benimle gelin lütfen...
Dünyada ki hapishanelerin, yüzde doksan dokuzunda görev alan insanların mahkumlara, lütfen dediği vaki midir bilinmez. Bu söz çok saygıdeğer biri için kullanılabilir. Ama, hapse düşmüş adamın zaten saygınlığı elinden alınmış demektir. Bekir, kendisine böyle hitap edilince şaşırmıştı. Önde giden gardiyanı takip ederek, ilerlerken yemekhanede bulunan koğuş arkadaşlarının yüzüne hüzün çökmüştü. Acabalar, kafalarda infialler oluşturmaya başlamıştı. Ya Bekir koğuştan alınırsa, işte o zaman Mahir’den çekecekleri vardı. Mahir korkusu yüreklerine hakim olmaya başlamıştı. Bu sefer Mahir, daha acımasız ve daha gaddar bir kişilik gösterecekti. İki gün içinde kendisine saf tutan koğuştan intikam almaya kalkacaktı. Yemekhanede bu sessizlik ve düşünceler içinde sadece 9. uncu koğuştakilerde vardı. Diğer koğuştakilerin böyle bir sorunu yoktu. Hayata bazıları mecburen gülmek zorunda hissettikleri için güler yüzlü veya tebessüm ederek bakıyordu. Her koğuşta yatan insan için hapishane düşünceleri farklı, hayat algılayışları başka, arkadaş yaklaşımları başka, devlete bakış açıları başka, sisteme yaklaşımı başka, dine yaklaşımı başka v.s sadece içerideki mahkumların değil, yeryüzünde nefes alan her insanın fikirleri başka başkadır. Herkes aynı şeyi düşünmez. 9. uncu koğuştakilerin ise ister istemez, düşünceleri birdi. Bekir gitmesin, Mahir’e koğuş kalmasın. Akledip de Mahir’e karşı gelebiliriz düşüncesi pek az hafızada şekillenmekteydi. En çok ürpertiyi ve korkuyu Yetim taşıyordu. Mahir’e karşı en sert karşı koyan kendisi olmuştu. Mahir bu sert davranışı affetmeyecekti. Zaten Mahir de bir köşeden koğuş arkadaşlarını seyrediyor ve yılışık bir halde gülüyordu. Yemekhanede metal çay bardaklarının içindeki çayı kimisi yudumluyor, kimisi de şekeri karıştırıyordu. İşte bu kaşığın bardak ile temas ettiğinde “çın, çın” sesleri yemekhanede eko yaparcasına, insana geri dönüyordu. Gardiyanlar, ellerinde coplarla kapı önlerinde bekliyordu. Yemek yiyen mahkumlara, yemek yeme süresi bir saat kadardı. Burada insanların ya koğuşuna gitme ya da avluya çıkıp volta atma şansları vardı.
Bekir, müdürün odasına girince müdür, sandalyeyi göstererek. “Otur” dedi ve konuşmaya başladı.
- Siz çok kuvvetli biri olmalısınız?
- Ne anlamda sordunuz bunu, anlayamadım.
- Fiziki açıdan da, manevi açıdan da.
- Rabbim’in bana lufettiğinden başka hiçbir şeyim yoktur.
- Hımmm... Öyle olmalı.... Mahir’le aranızda bir sorun mu var?
- Benim hiç kimseyle sorunum yok. Sorunum kendimledir.
- Peki hapishane raconlarına neden riayet etmezsin?
- Hapishane... Racon... Kurallar... Riayet... Dikkat ettiyseniz bunlar sadece kelime.
- Din... Ahlak... İslâm... Müslüman... Kâfir v.s de bir kelimedir. Sen burada sadece mahkumsun. O nedenle buradaki kural ve kaidelere uymak zorundasın.
- Kusura bakmayın efendi kardeşim. Ben inandığım yolda yürümekten gurur duyuyorum. Bana Hz. Bilal (RA)’e yapılan cezanın yüz katını da yapsalar inandığım yoldan dönmem. Haksızlığa mümkün mertebe elimle, dilimle veya kalbimle de olsa karşı koyarım. Bu benim hayat felsefemin temelini teşkil eder.
- Madem haksızsın da ne işin var hapiste?
- Orası hakkındaki dosyaları sizde, en azından incelemişsinizdir. Çalmadım, çırpmadım, almadım, aldırmadım. Belki bu suç, ben onu bilmedim. Benim yaptığım, söylemek, öğütlemek, öğretmek, dinletmekten ibarettir. Meğer bunlar suçmuş bilemedim.
- Sen sistemi eleştirmişsin? Sistemi karanlık çağlara götürmeye niyetliymişsin?
- Eleştiririm.... Ve eleştirmekten güzel bir şey bilmem. Çünkü eleştiri daha mükemmelin ortaya çıkmasına zemin hazırlar. Körü körüne inanmaktan nefret ederim. Ben dünyaya bir kez geldim. Bu bize verilen hayatı, pata külli ile ele geçirmiş olanlara karşı olmak, sorgulamak, eleştirmek, yanlışları haykırmak, doğruları savunmak inanan bir insanın en başta gelen görevidir. İnsanlardan ceza alacağım diye korkan ahmaktan daha korkak bir canlı tanımam. Eğer o korkak Allah’ın varlığına inanmış olsaydı; O’nun verdiğini hiçbir canlı veremeyecek, O’nun kadar vaadinde duranı asla tanımayacaktı. İşte ben O’nun her haline iman ediyorum. O’na karşı kulluk şuuru içindeyim. Yazdıklarımdan, söylediklerimden dolayı bana ceza verilecek diye hiçbir korkum yok. Ten acısının sancısı, en fazla üç gündür. Biz böyle çok üç günlere katlanmış bir yolun yolcularını takip etmekteyiz: bu nedenle bedene gelecek ceza bizi yıldırmaz. Ruhumuzu hapse atmaya kimsenin gücü yetmez. Ben bedenen, sizin karşınızdayım. Ruhen, belki çölde Peygamber Efendimiz’in ayak bastığı yerlerde geziyorum, belki bir mescidde ariflerle sohbetteyim. Velhasıl ruhen burada değilim, olmadım, olamam da. Ruhumu da buraya hapsetmeye kimsenin, yani bir canlının gücü asla yetmez.
- Sen kendine çok güveniyorsun.... Hımmm... Ben inatçı çok kişi tanıdım... Ama buradan hepsi, uysal bir kedi gibi çıkıp gitti...
- Acaba?....
- Ne demek acaba?... Kaşıntı içinde olmamaya özen göster hoca...
- Sizinle bir sorunum yok benim... Birini tanırdım. Hayatı hep hapiste geçmiştir. Gelen hükümetlerin çıkardıkları af sayesinde dışarı çıkar ama en az bir ay kadar kalırdı. Tekrar oraya dönerdi. Bu insan dışarı uyum sağlamakta oldukça zorlanıyordu. O nedenle, hep yanlış yapmaktan korkarak hareket ediyor ve yanlışın en büyüğünü yaparken kendince doğru olduğuna inanıyordu. Ve bu büyük yanlış onu tekrar içeri getiriyordu. Doğruları bilmiyordu, öğrenememişti. Yaşamak için üstün olmak, zengin olmakla mümkün olduğuna inanmıştı. Bu nedenle de bir başkasının malını almak onun için zenginliğin, ilk basamağı sayılmaktaydı. Bu sadece, bu kişi için özel bir durum sayılsa bile, hapisteki insanların düşünme ve analiz yapma şansları çok olur. Yaptığı veya kendisinin hapse düşmesine neden olan olayları derinlemesine düşünmeden edemez. Eğer birinin canını almışsa, neden aldığını veya buna teşvik edenleri düşünmeye başlar. İşte bu nedenle de dışarı ilk çıktığında o sebep ve nedenleri ortadan kaldırmaya, cezalandırmaya başlar. Yeryüzünde öldürülenlerin yüzde doksana yakını, ölümü kendisi istemiştir... derler. Öldüreni öldürmeye teşvik ettikleri için, onların sabrını zorladıkları için, ölmüştür. İnsan bilerek bir cana kastetmez. Bu yaratılış fıtratına uymaz.
- Bu düşünceler herkese göre aynı olamaz. Buradaki insanların işledikleri suçu, sebep, neden, niçin çerçevesinde ele aldığınızda ortaya yokluk, hırs, tahammülsüzlük çıkıyor. Fakat sen varlık içinde olduğun için bunları anlayamıyorsun herhalde?
- Varlık dediğin maddiyatsa, ondan muafım. Varlık dediğin akıl ise ona vakıfım. Toplumu suçlu görmek gibi bir bakış açısına sahip olmanız doğaldır. Çünkü burada olan insanların tamamı, kanun karşısında suçlu addedilmiştir. Değişmez fikirlere sahip olma lüksünüz var. Çünkü bakış açınız bunu gerektirebilir. Ama unutmayın ki, düşüncelerini sadece ölüler ve deliler değiştirmez. Sizin gözünüzde “kurbağayı koltuğa oturtursan, o yine çamura atlayacak”
- Bazen sert üslup kullanmaktan korkmuyorsun? Bunun nedeni nedir?
- Nedeni falan yok. Eğer neden arıyorsan, inandığım dinin bana vermiş olduğu kuvvet olarak algılayabilirisin. Yoksa bir kula güvenerek konuşmam, davranmam, söz konusu olamaz. Hani bir deyimimiz vardır ya; derler ki: “Kula güvenme ölür, ağaca dayanma kurur.”
- Tamam, tamam anladım... İki günde koğuş içinde bir hiyerarşi oluşturdunuz. Sadece söyleneni yapmakla daha rahat yaşayacağınız, daha mutlu olacağınız tarafımızdan hatırlatılsa ne dersiniz. Buradan gün dolmadan çıkmak sadece, politikacıların popülist olmasıyla mümkündür.
- Evet onların popülist olmasıyla da, toplumun suçlu olması mümkündür. Koltuğa oturan kim olursa olsun, çevrelerindeki asalaklara yem hazırlayacağı için, halkıma yine eziyet düşecek. Yine açlık sınırı içindeki vatandaşım, var olanın elinden çalmaya çalışacak. Çünkü o da yaşamak istiyor. Bu ülkede üç-beş asalağın devletten beslenmesi, hak ise, böyle bir ortamda ondan çalmak halkların en güzel hakkı olur. Yanlış anlaşılmasın. Çalmak hak değil, haksızlıktır. Sadece ortamın durumuna göre konuşmaktayım. Devletin birinci ve asli görevi vatandaşının rahat etmesidir... Mutlu yaşamasıdır.... İleriye mutlu bakabilmesidir. Devlet bunları sağlayamıyorsa, ortada devlet aramak boşunadır. Devleti ararken karşına hep hükümet çıkar. İşte ben karşıma çıkan hükümetten dolayı buraya çıktım. Onların fikri yapısına uyumayan benim gibilerin içeride olması, onların daha rahat yaşamalarına yardımcı oluyor.
- Hükümetler geçicidir.
- Evet hükümetler geçicidir. Onlar başa gelince içeri girmek vatandaşa nasip oluyorsa, ne hukuk sistemine ne de adalet sitemine güvenilir. Onlar ülkeyi rahatça paylaşacak, birbirlerine peşkeş çekecek ve cezasız kalacaklar. İki gencin aç kalmamak veya nefislerine hakim olamadıkları için iki dilim börek veya baklava çalmaları suç olacak. İşte burada durun derim. Hem de bedenimle, ruhumla bu yanlışa karşı gelirim. Ziya paşa der ki: “ Milyonla çalan mene-ü izzetde şerefraz,... Üç-beş kuruşu mürtekibin cay-i kürektir..Yani : Milyonla çalan zevkinde, sefasında;.. Üç-beş kuruşa bulaşan cezaevinde..” İşte bu dünyada ben üzerime düşeni yapıyorum. Hakkı haykırıyorum, Hakk’a olan sevgimden dolayı. Hakkı savunuyorum, dilsiz şeytan konumuna düşme korkusu taşıdığımdan dolayı. Özüm neyse sözüm odur. İnandığım yaratılış anlayışı da budur.
- Şairlik var mıdır sizde... dedi gülümseyerek...
- Her insanda olan kadar... Ama bir söz okumuştum aşık olanlar mutlaka şiir diliyle konuşurmuş. İşte bizimde içimizdeki Allah aşkı böyle söyletiyorsa, varsın bizi şair olarak da bilsinler.... Sayın müdür, buraya çağırma sebebimi sormak zorundayım.... Suç içinde, suç mu işledim?
- Hayır... Birkaç koğuşta hiyerarşi gibi görünen bir sistem var. Size mantıksız gelebilir. Ama bundan herkesin kazancı vardır. İşte bu sistemin bozulmamasına riayet ediyoruz... Bu sistem ayakta kaldığı müddetçe, herkes bundan yararlanacaktır.... Ha... Şu koğuşun içine manzara resmi düşünmüşsünüz... Eğer hoşunuza gidecekse neden olmasın.... dediğim gibi istekleriniz her zaman yerine getirilir. Ama düzeni bozmayın veya karışmayın. Bu düzen herkese kazandırmakta.
- Düzen dediğin el işi yapmaksa, ben onu destekliyor ve ayrıca elinizde bir yer varsa orayı atölyeye çevirirseniz, birkaç da makine konuldu mu? Burada yatan insanlar size uçak imalatı dahi yapacak kapasitededir. Yeter ki siz onlara bir fırsat verin. Nasıl olsa hükümetler vatandaşına hiçbir fırsat vermemek için görev alıyor bari, bizler birbirimize fırsat vermekte zorluk çekmeyelim. Nasıl olsa hükümetlerin ipi siz bürokratların elinde. Siz istedikten sonra hükümetler boyun eğer.
- Sen bizi bu kadar güçlü göstermekle bir hedef içinde gibisin. Bana öyle geliyor. Bu kadar devlet ve sistem düşmanını ilk kez görüyorum.
- Ben kimsenin düşmanı değilim. Ben yanlışın düşmanıyım. Bu yanlışı kimde ve nerede görürsem ona karşı gelmeyi bir görev sayıyorum.
- Senin doğrun, milletin yanlışı olma ihtimali ne kadar? Milletin doğru bildiklerine bu kadar karşı çıktığına göre, çok doğru bilmen gerekmektedir.
- Evet bu da doğru. Doğruların ilki budur. Bilmek... Bildiğimiz doğrular Hakk’ın doğrularıdır. Asırlardır okunan, asırlardır dinlediğimiz, duyduğumuz veya bildiğimizdir. İşte Hakk sözünü söylemiş. Hatta bunu yazılı olarak bildirmiş. Buna uymayan şöyle olur, uyan şöyle olur. Tek büyük kudret Ben’im demiş. İşte bizde bu büyük kudrete sığınıyor ve onun doğruları ile olaylara bakıyoruz.
- Bak Bekir bey.... Doğrularının ne olduğu umurumda değil. Burada uymak zorunda olduğun bir kurallar sistemi var. Buna herkes uymak zorundadır. Bu ortamda herkes kazanmaktadır. Sana tavsiyem burnunu her yere sokma. Aksi takdirde, başına gelenlerden sorumlu olmam...
- Ben... diyebildi... Müdür konuşmasına devam ederken.
- Benim sana söyleyeceklerim bundan ibarettir. Başını belaya sokma.... Mahir meselesini biliyorum. Bir gün içinde bir koğuş ağasını saf edersen, elbet ki kendine düşman kazanırsın.
- Ben, bir şey yapmadım ki. Sadece onun bana yaptıklarına karşı durdum.
- İşte senin doğrularının, bir başkasının doğrusu ile çatıştığı bir yerde, büyük kırılmalar olur. Bunları göz ardı etmemen gerek. Üstelik sen ki, okumuş bir adamsın... Koğuşu boyatmaya gelince... Deneyelim... Şimdilik siz o koğuşta kalın. Biz bir koğuş boşaltarak, oradaki mahkumları sizlerin ve diğer koğuşların arasına yerleştirelim. Cengiz de, orada çalışsın.
- Benim bir önerim var müdür bey.
- Buyrun..
- Bir atölye açma imkanı bulsanız diyorum. İnsanlar üretimini orada yapsa, siz de oraya bir gardiyan görevli verseniz. O gardiyan görevli, bu atölyenin her şeyiyle ilgilenirse, insanlar baskı altında değil, rahat bir şekilde el işi yaparlar. Bu üretim işi madem herkese çıkar sağlıyor, varsın bunu bir atölyede yapsın. İşte o zaman daha verimli bir üretim elde edilmiş olur. Benimkisi sadece bir öneridir.
- Hımmm... Anlıyorum... Evet... dediklerim anlaşıldı mı? Ha bu resimler için badana veya boya alma işini üstleneceğin söyleniyor.
- Evet, müdür bey... Bu fikir benimdir. Tabi ki boyaları ben alacağım. Merak etmeyin siz. Bir telefonla, gerekli yerlere bildirirsem, boyalar en kısa zamanda gelir.
- Tamam.... Haaa. Şu Yetim var ya? Gördüğüm kadarı ile, sana sığınmaya çalışıyor. O çocuk himayesiz yaşamamış. Bu nedenle en güçlü gördüğü insana yakınlık duyar bir baba, bir ana şefkati gösteren herkesi dost sanır. Çünkü hayatında eksikliğini hissettiği tek şey var, o da aile ortamı. Bunu en güçlü olarak gördüğü insanlarda bulunacağına inanıyor. Ona hayatın bu olmadığını yüz kez söyledim ama dinletemedim... Ha... Güçlü gördüğü insana aşırı derecede bağlı olur. Ona laf söyleyen, ona karşı gelen kim olursa karşısına dikilir. Sizden isteğim, onu kollar gibi yapın ama, onu muhafız gibi kullanmayın.
- Östağfirullah... İnsanları bu denli küçültmek bize yakışmaz. Ben her insanda büyük dünyaların var olduğuna inanan biriyim. Herkes kendi dünyasının muhafızı olursa, her iki dünyasını da mamur eder.
- Evet şimdi gidebilirsiniz.
- ......
Bekir, bir an durakladı. Cevap vermek istedi ama vazgeçti. Oturduğu sandalyeyi kenara çekerek kapıya doğru ilerledi. Başını omuzunun üzerinden sola çevirip, geriye baktı. Sonra bakışlarını odanın içinde gezdirdi. Oda her ne kadar bir müdür odası olsa bile, güneş görmediği için rutubet ve nem kokusu hakimdi içeriye. Bekir, müdüre bakarak...
- Size kolay gelsin müdür bey. Allah kurtarsın. Biz istemeyerek mahkum konumundayız. Belli bir zaman dilimi ile sınırlı bir yaşam sürmemize burada izin verdiler. Buna mecbur olduk. Ama sizler öyle değil, siz, emekli oluncaya kadar veya ölünceye kadar mahkum konumundasınız. Şu rutubetli ve nemli ortamda ben mecburum durmaya ama siz de mesai bitene kadar mecbur oluyorsunuz. Emekli oluncaya kadar ki burada kalış sürecinize bakıldığı zaman siz en çok hapis yatan kişi konumundasınız. Asıl Allah sizleri kurtarsın. Benim ve benim gibi dünyaya bakış açısı olanlar için buraları bir mekteptir. Hayatın öbür yüzü buradan bir başka görünmektedir. İşte bu bakış açısından bakmak, buraya girmekle mümkün oluyor. Çünkü burada bol bol tefekkür etmek imkanı var... Dışarıda tefekküre zaman yok.
- Var sen koğuşuna git hoca.... Hey oğlum (Bekir’i göstererek) götürün... dedi.
- Eğer müsaade ederseniz. Sizi kastederek değil, umumu içine alacak bir söz söylemek isterim.
- .... Buyur söyle...
- Hz. Ömer (RA) der ki: Âmirin en eşkıyası, halkı eşkıya edenidir... Benim sizden bir ricam var. Siz sakın öyle olanlardan olmayın. Sizde insansı bir ışık var. Bunu karanlık ve dünya hevesi içine sakın sokmayın.
- Anlıyorum.... El işlerin için ne gerekiyorsa malzemelerin bir listesini yaparsın.
- Tamam Müdür Bey. Benim isteklerim, sizin müşküleniz olmaz. Ben masrafsız işlerle uğraşırım.
- O sizin bileceğiniz bir şey.... Gidebilirsiniz... Oğlum.... Bekir’i koğuşuna götürün.


6

- Evet Yetim... Bir şey mi var?
- Yok ağam...
- Şunda anlaşalım... Bana ağam, beyim, hocam, vs. unvan ile hitap etme. Bana kısaca Bekir de, bunu söyleyemezsen, büyüğün olduğuma göre Bekir Abi de... Ama sakın unvan vermeye kalkma.
- Tamam Bekir Abi... Şey.. Müdür niye seni çağırmış?
- Eften püften şeyler için. ... Hey Cengiz... O iş tamam boyaların listesini yap ve bana ver.
- Müdür kabul etti mi?... dedi Cengiz.
- Evet... Ama burayı değil. Bir koğuş boşaltacak ve oraya resim yapacaksın. Sonra da biz oraya taşınacağız. Tahminime göre bunu beğenirse, hapishanenin koğuşlarının hepsi manzara resimleri ile dolmuş olacak gibi... Benimkisi sadece tahminden ibaret... Her halde senin için böyle bir çalışma iyi olur.
- Bakalım... Hele o gün gelsin... Resim yapmaya bir başlayalım da gerisi kolay.
- Evet... Yetim kardeşim... Müdür, işte böyle şeylerden konuştu... Yetim, şayet seni rahatsız etmezse, seni biraz dinlemek isterim. Sende olmasını istediğim veya olmasını istemediğim, hatta bende olmasını istediğin veya olmasını istemediğin, şeyler üzerinde konuşursak, birbirimizi eğitmiş oluruz.
- Ben kim sizi eğitmek kim ağam... pardon.. Bekir Abi..
- Her insanın beyninde en aşağı bir milyardan fazla hücre var. Belli bir sayının altındakilere zaten deli denilmektedir. Madem ki sen deli değilsin, o halde hücrelerin çalışmakta. Öyle olunca da, seninde hücrelerin üretmekte. Bu nedenle benim bilmediğim çok şeyi senin bilmenden doğal ne var ki?... Hele gel yanıma otur.... Şu dayının akıbeti ne oldu?
- Dayım mı?... yüzünü buruşturup, burnunu işaret parmağıyla karıştırdıktan sonra... Ben burada iki senedir yatmaktayım. Onun ve evladının akıbetini bir ara gazetede okudum. Ünlü bir iş adamı olmuş olan dayımın oğlu, ithalat-ihracat işlerinde önde geliyormuş. Dayımın akıbetini ise öğrenmek dahi istemem. O şerefsiz benim hayatımı kararttı. Onu fazla anmak istemiyorum.
- Bağışlamak, affetmek insanlara mahsustur.
- Bağışlamak mı? Hıhh. Burada bir sene önce Muhammed Hoca diye biri vardı. Bu adam, burada hastalandı, hastaneye kaldırdıklarında vefat etti. Zaten çok yaşlı bir adamdı. Garibim bu yaşında namus cinayeti işlemiş. Evladının yoldan çıktığını görünce, dayanamamış ve kızının boğazını keserek öldürmüş. Yaptıklarından pişman değildi. Toplumun düzeninin bozulmasında katkısı olmayacağı için rahattı.
- Yanlış, yanlışla asla düzeltilmez. Bu insan da muhakkak ki, yumrukları sıkılıyken düşünmüş. Onun için akletmeye zaman ayırmayan insan, nakletmeye zaman bulur. Yani düşünmeden hareket ederse, kaba kuvvet ile harekete geçer... Eee..
- O derdi ki: Merhamet etmeyene merhamet olunmaz.
- Doğru; o söz bir hadistir. Ama onu anlayış şekli önemli. Uygulayış şekli önemli. Yumruklarını sıkarak, uygulamaya geçmek çok, hem de çok yanlış. Sözün özüne aykırıdır. Sıkıntılı zamanlarda öfkeni değil, düşünceni harekete geçirmek fayda verir. Sen hayatında şunu bir ilke edinmeye bak. Bu sözü ezberle unutma; bu söz şöyledir: En kötüden iyiyi öğren. Ama en iyiden kötüyü öğrenme.... Seni dinliyorum. Yaratılmışlar içinde en kötü olan benim, ben de benden öncekilerin yolundayım. Benden yararlı çok şey öğrenebilirsin. Ama zararlı şeylerin telaffuzunu dahi unutursun. Evet şimdi sen anlat, anlat ki, seni daha iyi tanıma imkanım olsun.
- Nereden başlayayım. Her tarafı berbat bir hayat.... Aç kalmamak için çalarak başladım...
- Şunu bilseydin çalmazdın. Hz. Ali (RA) der ki: “Aç kalmak, alçalmaktan çok hayırlıdır”.. Kusura bakma arasıra böyle sözünü kesersem, doğrunun ne olduğu ortaya çıkar... Eeee.. anlat..
- O ihtiyar Muhammed hoca da böyle der di. Beni Muhyiddin-i Arabi’nin şu sözü ile ikaz ederdi. Muhyiddin-i Arabi demiş ki; “Maddi hayata meyledenler için hayat deniz suyu içmeye benzer, içtikçe susar, susadıkça içer.” İşte benim de çalma alışkanlığımı bu şekilde tarif etmişti. Kendimi çaldığım için mazur gösterecek değilim. Evet bu bir suçtur. Bunu biliyorum, Hocanın dediği gibi deniz suyu içmeye alışmıştık. Bu nedenle, içtikçe susuyorduk. Bunda ben mi suçluyum. Sisteme göre evet. Ama benim etrafımda deniz suyundan başka içecek bırakmayan sistemin hiç mi suçu yok?
- Bu senin ürettiğin bir savunma mekanizmasıdır. Bunların arkasına sığınarak suç işliyorsun. Bunlar kafandan çıktığı zaman sen üretmek zorunda kalacaksın. Elde etmek düşüncesi kafanda çıkacak. Üreten kişinin her şey zaten eline gelir. Bu nedenle senin düşüncelerin, senin ve senin gibiler için doğru sayılıyorsa, toplumun yüzde doksanı tarafından yanlış sayılmaktadır. İşte bu nedenle sen burada nefes almaya mecbur kalıyorsun. İnsan dünyada şerefli bir hayat sürerse, iki cihanda da kazançlı olur. Hani derler ya, Şerefli bir ölüm, şerefsiz bir ömürden daha iyidir.
- Ölüm!... Evet, benim aklıma geldiği zaman, beni delirten ölüm... Herkes cennete gitmek istiyor ama, kimse ölmek istemiyor. Şunu çok iyi biliyorum ki; Ölümün kapısını herkes yalnız başına açacak. Bu dünyada mutlu olamamış biri olarak ahiret hayatına da hazırlık yokken, iki cihanda nasıl mutlu olunur? Bazen düşündüm, ölüp birinden bari kurtulayım. Ama Muhammed Hoca’nın, hayatımda bana öğretilen doğrulardan oluşan sözleri aklıma geliyor. Beni bu ölüm düşüncesinden caydırıyor. Onun bana verdiği bu öğreti, hayatımı düzene koymama yardımcı olabilirdi. Ama aramızdan tez ayrıldı. Bu rutubetli ortam onun romatizmalarını azdırıp müzmin bir duruma getirdi. Son günlere astıma dahi yakalandı. Burayı çok sigara içildiği için tüberküloz, verem vs. hastalıklara davet çıkaran yer olarak görürdü. Çok tatlı bir insandı. Dini bilgilerini bana aktarmaktan zevk alırdı. Ben de onu zevkle dinler, söylediklerini yapmaya çalışırdım. Ne yalan söyleyeyim, namaz kılmamı çok istediği halde alnım hiç secdeye değmedi... Benim gibi günahkâr biri, nasıl cennete gider? Olmaz, ağam olmaz.
- Olur... Olur... Hz. Ömer (RA)’de bir günahkârdı ve elinde kılıç Hz. Peygamber (SAV)’mi öldürmeye gitmişti. Ama Allah ona öyle bir hidayet verdi ki, tam bir U dönüşü yapan Hz. Ömer (RA), İslâm’ın en güçlü ikinci halifesi olmuş, İslâm dünyasının sevgilisi olduğu gibi yaşarken cennetle müjdelenen sahabelerden olmuştur. Unutma! Günahkâr olmak ayrı, günahı sevip, benimseyip reklamını yapmak ayrı. İkinciler, “insi şeytan” kapsamındadır. Bu konuda Kur’ân’ı Kerim’de Rabbim der ki: (En’âm Suresi, âyet 112)’de “Biz böylece, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. (Bunlar) aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabb’in dileseydi onu da yapamazlardı. Artık onları duydukları şeylerle baş başa bırak.. Görüldüğü gibi, şeytan insanlardan ve cinlerden ibaret. Burada insan deyimi dünya ve maddiyat anlamı taşımaktadır. İnsan dünyaya tapacak kadar seviyorsa, bil ki onun yolu şeytani olmuştur. Bu tür insanların gündemleri günah, fısk ü fucur olup, sürekli ahlaksızlığı, hayasızlığı yapan ve o kötü fiilleri öven insanlar “insi şeytan” sınıfına dahil olmaktadır. Sen sen ol, sakın kötü bir olayı, kötü bir hareketi asla övme. Hesap gününe inanıyorsan, sen kazançlı çıkarsın.
- Bekir abi.... Yaşadıklarım içimde, derin bir uçurum oluşturdu. Bu uçurumu nasıl yok edebilirim? İnsanım, güzel sözler karşısında ve özellikle Kur’ân ve Hadis duyduğumda iliklerime kadar irkiliyorum, ama senin dediğin gibi şeytani olan kelimelerde beni çılgına çeviriyor. Nefsimi ayağa kaldırıyor. Hele dayım ve oğlunun adı geçtiği zaman, içimi tarifi imkansız bir kin kaplıyor.
- Bak yeğenim... Onlar şimdi senin gibi Yetim’in hakkına, masumun ve güçsüzün hakkına hoyratça el atsınlar. Onlara ve bütün insanlara, her gram kul hakkı mutlaka sorulacak. Yarın mahşerde, Yüce Mevlam, sadece kul hakkına karışmayacağını bildiriyor. O nedenle bırak da, öbür tarafta da alacağın bir şeylerin olsun. Sen şimdi yaşadığın zamanı değerlendirmeye bak. Bu zamanı Hakk’ın istediği doğrultuda değerlendirirsen, sen kazanacaksın. Dünyada kazançlı çıkmanın yegane ve tek bir yolu vardır. O da sabırlı olmak. Aceleci olmamaktadır. Göreceksin kazanan hep sen olacaksın.
- Babam bana sabırlı olmam için hep nasihat etti.... dedi Ressam Cengiz...
- Ulan ressam bozuntusu... Senin baban sana sabırlı olmayı öğretti de neden buradasın peki? Bildiğim kadarıyla hepinizin anası babası sizlere bir şeyler öğretmiştir. Bana bu dünyada her pisliği de dayım öğretti. O da az geldi, bu zindanlarda daha çok pislik öğrendim. Ne zaman Muhammed Hoca, Bekir Abi gibi birileri çıktı karşıma, dünya felsefem, allak bullak oldu. Sizlere atalarınız sizlere doğruyu öğretti. Benim atam olduğunu sandığım kişi de bana kötülükleri öğretip bizzat kötülükleri yaptırdı. Eğri içinde büyüyüp gelişmiş ben, şunu öğrendim. Senden, ondan, bundan, çalıp aşırmayı. Alın teri dökmeden bir başkasının hakkını gasp etmeyi. Ve duydum ki; Rabbim, mahşerde kul hakkına karışmayacak, insanlar orada helalleşip öylece cennete gidecek. İşte bunları düşündükçe de daha çok çıldırıyorum. Çünkü, üzerimde çok kul hakkı var. Ben bunları yaparken, suç olduğunu bilerek yaptım. Çaresiz bırakıldığım için yaptım. Ama kul hakkı olduğu için ve bunun da hesabının bu dünyada sadece, hapis yatmakla geçtiğini, ahirette ise, daha çok cezasının olduğunu çok geç öğrendim. Devletim elimden tutmadı, dostlarım ise, benim gibi yoldan çıkmış insanlardı. Şeriat kanunlarına göre benim dünyada çaldıklarımın cezasının, parmak, bilek, kol kesmek olarak duydum sadece. Ama sadece duymuş olduğum bu cezanın benim gibileri caydırmaya yeterdi. Bir kapıdan girilip diğer kapıdan çıkılan bir ceza yasasına alışmamız uzun sürmedi. Hiç olmadı uzuvlarımız yerindeydi. Yine çalmamız için canlı ve diri idi. Dışarıdaki hayat bana insana güvenmemeyi, güçlüye sığınmayı öğretti.
- İnsan, darlık ve zorlukta ümitsizliğe düşmemeli. Genişlikte de ilahi kaderin çizdiği sınırı aşmamalıdır. Sen, sen ol! İyiliği iyilik olarak değil, kendine bir görev bilip yap. Görev aşkıyla bunu yap. Evet, hayat, senin pencerenden elbet bir başka şekilde görünmekte. Ama o pencereden bakarken, ilahi bir bakışla bakmak da mümkün. Sen şimdi içindeki sesi dile. O ses sana doğru yolu gösterecektir. Unutma! Ağaç kurumamışsa baharı duyar. O ağacı kışın gördüğün zaman kuru bir ağaç olarak görürsün. Ama ne zaman ki bahar geldi, o ağaca can geldi demektir. İnsan da bunun gibidir, onunda ayağa kalması için şuur baharının gelmesi gerekir. İnsan can suyunu hep dışarıdan aldıkları ile besler. Bu su, insan bünyesine girdiği andan itibaren ölü hücrelere hayat bahşeder, kötü hücrelerle mücadele ederek onları, bir ifrazat gibi dışarı atar. Ele aldığı vücuda nizam vermeye başlar. Sonra da o insandan meyve alımına geçer. Bu meyveler en ücra köşedeki vatandaşa ulaşır. İşte benim gibi biri çıkıp gelir ve sana bunları söyler. Bu çamur deryası içinde ben de Hakk’ı tebliğ etmekle kendimi görevli hissederek, insanlara doğruyu anlatmaya çalışırım. Ben de insanım, elbet benim de hatalarım olacak ve oluyor da. İnsan, asla ağaca kızmamalı. Meyveni neden çamurun içine düşürdün diye. O meyve olgunlaştığı için düşmüştür. Sen şimdi arasıra benim de yaptığım gibi sisteme kızıyorsun, sebeplere kızıyorsun, bunun yanlış olduğunu sana zaman gösterecek. Belki söylediklerimiz o anki refleksimiz ama, nefs kişiye her zaman hakim olabilme potansiyeline sahip. İşte bizler bu nefsi mağlup ederek hayata başlayacağız. En büyük düşman olarak onu görüp, onunla mücadele edeceğiz. Ondan sonra Allah’a kul olduğumuzun şuuruna erme imkanımız var. Nefsin ağır bastığı yerde iman durmuyor, durmaz da.
- Muhammed hocamda konuştuğu zaman, içimde bir garip his oluşuyordu. Ben hayatımda iki hissi çok iyi bilirim. Biri korku, diğeri asabilik. Korktuğum zaman vücudumdaki bütün hücreler sanki beni terk ediyor. Ve düşünme iradem ortadan kalkıyor. Diğeri ise çok nadir kızmama rağmen, kızdığım zaman bacaklarım titrer, vücudum kasılır, beynimde sanki kazan kaynar. Bu halime birkaç kez tanık oldum. Korkak bir insanın kızma hakkımın olmadığını bilirim. Kızarsam karşımdakini düşman edinmekten korkarım. Bir başka insanın hakaretine, darbesine maruz birini görürsem de dayanamam. Şu da bir gerçek, sevdiğim kişinin sözlerini ölüm pahasına da olsa yerine getirmeye çalışırım. Bunu yaparken asla doğru veya yanlış diye düşünmem. Derim ki; bu bana söylenmeden, emredilmeden önce mutlaka hesap edilip düşünülmüştür. Ondan sonra bana yapmam söylenmiştir derdim. Ne zaman ki; Muhammed hoca bunun çok yanlış olduğunu söyledi, işe o zamandan beri hayata bakış açımda bir kargaşa oluştu. Merhametli bir insan olduğumu da biliyorum. Karıncayı dahi incitmekten çekinirim. Muhammed hoca bunun için derdi ki; içinde bir köşede kaynamakta olan insancıl hayat, imani ruh ortaya çıkmak istiyor ama senin yaşam koşulların, hayat felsefen buna mani oluyor derdi. Gerçi ne zaman bir sala veya ezan duysam irkilirim. Bekir Abi, senin şu kapıdan girdiğin zaman ki heybetin, bir kenarda gizli kalan imani ruhu ayağa kaldırdı dersem yalan olmaz. Bunu hissedebildim. Senin çok değerli bilgilere vakıf olduğunu sezdim.
- Bak sevgili kardeşim... (Bu arada etrafına pek çok mahkum gelmiş ve Bekir’i dinlemekteydi.) İnsanlardan hiçbir şey beklemeyen mutludur. Çünkü hiçbir zaman hayal kırıklığına uğramaz. Senin gözünde kim daha kuvvet ve kudretli gösterilirse, onun iyi olduğunu zannediyorsun. Benim de iyi olduğum kanısına çok çabuk varman bunu gösteriyor. Her zaman aklını değil, çoğu zaman da kalbini dinle ve ona uy. Akılla kalp aynı noktada buluştukları zaman, kamil insan konumuna gelmiş olursun. Burası belki de senin için bir kurtuluş yeri. Senin amacın burada, tedrisi tedrisat yapmak olmalı. Yani okul olarak burayı algılarsan, hayata bakış açın değişir. Dünyada çok değerli ulema ve âlimlerin hayat hikayelerine bak bu böyledir. Hayatın hep güzel tarafını arayamazsın. Çünkü öyle bir hayat yok. O büyük bildiğin insanlar bile olmadık işkenceler altında yaşam sürmeye çalışmıştır. Ve inandığı kutlu yolda, başı pahasına ilerlemiştir. Mesela; Abdullah Bin Zübeyr (RA);, babası cennetle müjdelenen bir sahabi, annesi Hz. Ebû Bekir’in kızı Hz. Esma idi. Müslümanlar tarafından halife seçildi. Emevi sultanı Abdullah’ın üzerine, ordusuyla Haccac’ı gönderdi. Haccac, hac mevsiminde Kâbe’ye saldırdı. Abdullah’ın savunması altı ay on yedi gün sürdü. Haccac’ın kutsallık ve sınır tanımayan saldırıları karşısında sonuna kadar direndi. Direnişin uzun sürmesiyle birlikte on binlerce insan yeminini bozup Haccac’a eman dileyerek teslim oldu.
Abdullah, annesinin yanına gitti. Annesi onu teselli etti; “Zilletle yaşamaktansa, izzetle ölmek daha güzeldir...” dedi. Kâbe’de sabah namazından sonra mancınıktan atılan taş onu şehit etti. Kafası kesilerek Abdulmelik’e gönderildi. Haccac, çırılçıplak ettiği cesedi sel dağına attırdı.
Bir diğer örnek; Ahmed Bin Hambel (RA). Abbasiler zamanında “Halku’l-Kur’an Kur’an mahluktur” ideolojisi yayılıp, Halife Me’mun’un bunu zorla ulemaya kabul ettirmek istemesi, zulüm, devlet desteği ve despotluğuyla ilim çevrelerine dayatılmak istenince ulemanın çoğu bu görüşü kabul ettiğini söylerken, Ahmed bin. Hambel (RA), el-Kavâriri, Sücâde gibi bir grup âlim “Kur’an mahluktur” görüşüne katılmadıklarından dolayı zincirlere vurularak hapse atılmışlar, işkence görmüşlerdir.
Halife Me’mun ortada kalan Hambel ve Muhammed bin Nuh’la görüşmek istemiştir. Ancak, halife vefat edip, Muhammed bin Nuh da yolda ölünce Ahmed bin Hambel Bağdat’ta tekrar hapsedilmiş Mu’tasım zamanında kadı İbn Ebu Duâd’ın teşvik ve etkisiyle işkence edilmiştir. Yirmi sekiz ay hapiste kalan Ahmed bin Hambel, serbest bırakıldıktan sonra iktidara gelen el-Vâsık devrinde de aynı muhalifliğini sürdürdüğünden gözetim altında tutulmuş beş yıl hadis dersi verememiştir.
Bir başka ulema ve âlim olan hatta bizim de mezhep imamımız İmam-ı A’zam Ebu Hanife (RA) ‘tır.
İslam dininin en büyük mezhebi “Hanefilik” in kurucusu. Asıl adı: Numan bin Sabit olup Kûfe’de doğdu. İmâm-ı Âzam lakabıyla ünlüdür. Arap değildir. Aile kökü hakkında değişik söylentiler bulunmakla birlikte, bazı belgelere göre ailesinin Afganistanlı olduğu ve Ebû Hanife doğmadan İslâm dinini kabul ederek Kûfe’ye gelip yerleştiği anlaşılmaktadır.
Ebû Hanife, Ehl-i Beyt’e ve imamlarına büyük bir saygı ve yakınlık beslediği için, çağının zorba halifeleriyle bunların yönetimlerine bağlanamıyor, yeri geldikçe, fikirlerini açıklamaktan çekinmiyordu.
Emevi idaresinin baskısı karşısında 747’de Mekke’ye kaçmak zorunda kaldı ve 749’da hilafet Abbasilere geçinceye kadar orada kaldı. Kûfe’ye 753’de dönen Ebû Hanife, hilafetin Abbasilere geçmiş olmasına rağmen durumdan ve bu yeni yönetimden de memnun değildi. 150. yılında Mansur, Bağdat valisine verdiği bir emirle, Hanife’yi Bağdat’a göndertti. Aradan geçen 15 günlük hapislik sonunda Ebû Hanife 70 yaşında vefat etti. İşkence edilip zehirlendiği kanaati yaygındır.
Cenazesi kendisine ait olduğu kesin olmayan bir vasiyetnameye göre Hayruzan mezarlığının doğusuna gömülmüştür.
Bir başka âlim ve deha olan Piri Reis ki, bu şahsın çizdiği harita, dünya denizcilik en mükemmel haritası olup, günümüzde modern cihazlarla uzaydan ancak çizilebilirken o zamanında bunu çizmiş ve denizcilik hizmetine sunmuştu. Onu da çekemeyen birileri vardı ve üzerine oyun oynayarak, hayatına son verdiler. Piri Reis 1547’de Süveyş’teki Osmanlı Donanması komutanlığına (Hint kaptanlığı) getirildi. Başarılarını çekemeyen Basra beylerbeyi Kubad Paşa tarafından donanmayı Basra’da terk etmekle suçlandı. Gönderilen ferman üzerine Kahire’de idam edildi...
İsmini saymakla bitiremeyeceğimiz pek çok alim zamanın zalim sultanları ve idarecileri tarafından hapse mahkum edilmiş ve orada öldürülmüştür. Muhammed Kutuplar, Seyyid Kutuplar, Muhammed İkballer, v.b. pek çok âlim ve ulema yaşarken susturulmaya çalışılmıştır. Ama onlar azmini yitirmeyip, irşad görevini kalemleri ile sürdürmeye çalışmışlardır. Yeryüzünde üç kuruşluk çıkar için asla boyun eğmek gibi bir zillete düşmemişlerdir. Bu bilmenin dünyadaki cezası sayılabilir. Ama mükafatı hiç bitmeyecek kadar çoktur. İşte bizler buna talip olma sevdasındayız. Bu nedenle buraları medrese olarak gören bir zümrenin yolundan gitmeye çalışıyoruz.
- Bekir hoca, çok güzel konuşuyorsun da, burada mahkumuz bu bir, açız bu iki, hastayız bu üç, biz burada esiriz yahu esiriz. Başımızdaki çoban ne derse onu yapmak zorundayız. Sen durmuş bir de ilimde, irfandan, imandan bahsediyorsun!... dedi Mahkumlardan biri.
- Zenginlik dediğiniz şey nedir ki? Biliniz ki çok mal, insanı iman etmekten alıkoyar. O mal kendisine hizmet ettirmekten başka hiçbir kazanç sağlamaz. Çünkü para şeytanın oyuncağıdır. Kimin elinde çok görürse, onun etrafından zerre kadar ayrılmaz. Ama kamil bir Müslüman, Hz. Süleyman (AS) gibi yapar, ibadetlerini zerre kadar aksatmazsa, onun malı daha çok artar. Bunu yapabilmek için de çok sağlam bir iradesi olması gerekmektedir. Çünkü dünyalık ile ahirlik yan yana pek durmayı sevmezler. İşte bu nedenle bizler zenginlik isteriz ama, fakirken ibadet etmediğimiz halde zengin olunca nasıl ibadet edebiliriz ki? Biz de Hz. Süleyman sabrı ve sevgisi maalesef yok.
Mahkumluk dediğiniz şey ise; bildiğiniz gibi Hz. Yusuf (AS)’ta Mısır zindanlarında mahkumdu. Üstelik bir kadın kendisi ile evlenmesi için onu zindana attırmıştı. O ise nefsine uymadı ve zindana girmeye razı oldu. O zindana girdim diye ibadet etmeyi kesti mi? Hayır. Aksine devam etti. Dışarıda nasıl ibadet ediyorsa orada da ibadet etti. Sonunda ne oldu, kazanan yine o oldu. Hem de zindanında yattığı ülkenin başına geçti. Dikkat ederseniz hem yoklukta, hem de varlıkta Hz. Yusuf (AS) ibadetlerinden zerre eksilme olmamıştır. Bu misali günümüz dünyasında da görebilirisiniz. Hapishanesinde yattığı ülkeyi yöneten pek çok lider vardır. Mükafatı onlar için çok manidar olmuştur. Demek ki davalarında haklı idiler ki, mahpustan liderliğe yükseldiler.
Fakirlik, açlık; çoğunuz burada bu yokluk belası içinde olduğunuz için çaldınız, çırptınız ve ceza aldınız. Hayatta var olmak için kendinize örnek kişi seçmediğiniz. Her şeyi en iyi bildiğinizi sandığınız şekilde yapmaya çalıştınız. Siz sanıyor musunuz ki? Çaldıkça kazandınız? Hayır. Hiç kazanmadınız ki, hep kaybetmeye mahkum oldunuz. Üstelik çoğu kez de bedenen mahkum oldunuz. Oysa dünyanın en fakir insanlarından biri olan Hz. İsa (AS)’ın hayatını ve çektiklerini bilmiş olsaydınız, asla çalmazdınız. Hz. İsa (SA) hem çok fakirdi, hem de acıların en şiddetlisine dayanmıştı. Ellerinden çarmıha gerilirken bile ibadet içindeydi. Huşu ile Allah’ı zikr ediyordu. O ne fakirken, ne de çarmıha gerilmişken, Allah’a ibadetinden vazgeçmedi, isyan etmedi. Sakın demeyin ki bu saydıkların birer peygamber. Doğru, ama o ve onlar gibi büyüklerin yaşantılarındaki düzen bizimde örnek almamız için, bir ibret tablosu teşkil etmez mi?
Hastayım deyip, ibadet ve taattan uzak duran ise; Hz. Eyyüb (AS)’ ü örnek almak zorundaydı. Yaşayan canlılar içinde en uzun süre hastalık hali, onundur. En şiddetli ağrıları uzun süre o çekmiştir. Ama o, o haliyle bile zerre kadar isyan etmeyip, Allah’tan geldi diyerek katlanmış, bu arada da ibadetleri de yerine getirmiştir. Bu saydıklarımız bizim mazeret olarak öne süreceğimiz her şeyi, ortadan kaldırmaktadır. O halde biz üzerimize farz olan görevlerimizi yerine getirmekle mükellefiz. Bu ibadetler bizim şahsi borcumuzdur. Bunu biz ödemezsek, bizim yerimize kimse ödemeyecek. Çünkü herkes kendi borcundan sorumludur. Benim oğlum dinini çok iyi yaşıyor, o benim borçlarımı da öder gibi saçmalıklar, akıl kârı olamaz. Hani derler ya; “ak koyun ak bacağından, kara koyun kara bacağından” işte insanlarda mahşerde sadece kendi borçlarından hesap verecek. Evlat ödeyecekti, torun ödeyecekti, vs. orada geçmeyecek.
- Bekir hoca güzel anlatırsın anlatmaya da, benim bacaklarımın üzerine oturma şansım yok. çünkü bacaklarım arızalı. İçinde metal var. O nedenle namazda oturmadığım için, namaz kılmıyorum... dedi bir başka mahkum, başını öne eğerek...
- Ben biraz önce Hz. Eyyüb (AS)’dan bahsettim. O tamamen yatalak bir halde iken ibadet etti dedim. Şükür ki, senin böyle bir halin yok. Abdest alamaya rahatlıkla gitme şansın var. Senin yapacağın ibadet şekli de oturarak olur. Rükusu, kıyamı normal olur da, secdesi arkanda duran sandalyeye oturarak olur. Bizim dinimiz zorlaştırıcı bir din değildir. O hak dinlerin en sonuncusu olup, kolaylaştırıcı bir dindir. Zorbalık nedir bilmez, zorbalık edenleri sevmez. Çalmaz, çalanları da sevmez.....
- Ulan soytarı bozması... Sabahtan beri dır dır ötüp duruyorsun. Çalmanın suç olduğunu biliyorsun da sen neden buraya geldin. Çaldığın için göndermediler mi? Kurum ve vakıfın mallarını gizliden aşırdığın için hüküm giymedin mi? Oturduğun ahır sekisi, çağırdığın İstanbul türküsü. Etrafına toplanan dört dangalak da bunu adam sanıyor. Size talkım verirken kendisi salkımı götürmüştür. Bu ülkede ulemadan çok ne var ki? Kara cahiller bile vekil olur, süper zekalar da tekir olur. Bu garip ülkede en derin ulemalar susarsa, ortalık böyle yobazlara kalır. Onlar öyle sustuğu için ortalık böyle soytarılara kaldı..... dedi Mahir elindeki tespihi çekerek yemekhane içinde dolanırken, bıyık altı gülümsemeyi de ihmal etmiyordu.
- Bana bak Mahir!... dedi Yetim, sert bir ses tonuyla.
- Oooo... Dünkü uşak oldu, uçak.... Aslanım sana ne oluyor, ne bu havalar?... Seni adam eden benim ulan. Ne zamandan beri, çömezler ağasına karşı geliyor.
- Ben senin çömezin ve uşağın değilim bu birrr (dedi son harfi uzatarak).... Sen beni adam edeyim derken adamlıktan çıkarıp, bir ruhsuz yaptın ve bu ruhsuz bedenim sayesinde gerek içeride gerek ise dışarıda maddi kazanç peşine gittin. Bundan böyle sana verilecek hiçbir şeyim kalmadı, bu ikiii. Ben senin gibi insanlar yüzünden hayata küstüm. Allah’a asi oldum. Bırakın, yolumdan çekilin artık. Ben kim olduğumu öğrenmek istiyorum. Hırsız Yetim, Kapkaççı Yetim, Tinerci Yetim dediler. Belki ileride bu hayat tarzım beni “Katil Yetim” e kadar götürecek. Geçen seneden beri içimde bir kor var. Muhammed Hoca, nın yüreğime attığı kıvılcım, Bekir Hocam sayesinde aleve dönüşüyor. Bırakında içim, dışım, benliğim, kısaca her şeyim bu ateşle yansın. Benim geçmişimi yok eden insanların sözleri benim için artık bir mermi sayılmaktadır. Şu ana kadar bu mermilerden kurtuldum. Dua edin ki, bu mermiler isabet ettiğinde beni öldürsün. Eğer yaralı kalırsam, o mermiyi atanın yedi göbek sülalesinin alacağı her nefese hesap keserim. Var şimdi bir kenara otur. Bundan sonra, Bekir Abime ve dalaşma. Ben dünyadan beklentisi olmayan biriyim. O nedenle her adımına dikkat et. Ya buyur aramıza, adam olmanın yollarını öğren. Ya da uzak dur, karışma. Bekir hocamın dediği gibi burasını bir “Yusufiye” olarak görmekte var; cehennemin olarak görmekte. Tercih senin. Bir daha senin sesinin gür çıktığını duymak istemiyorum... Bu üçççç.
- Bak Mahir kardeşim: Çevrendekileri alçaltarak değil, kendini gerçekten yükselterek büyüyebilirsin.
- Sen sus be molla bozuntusu.... dedi Mahir alaycı tavırla.
- Benim söylediklerimi duymadın galiba... diyerek ileri atılan Yetim, Mahir’in yakasını sol eliyle kavramış sağ eli yukarıda idi. Tam Mahir’e yumruğu indireceği sırada, Bekir Yetim’in kolundan tutarak çekti:
- Sakin olan kardeşim... Gerçi Ziya Paşa’nın dediği gibi “Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir. Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir..” Mahir bu köteği çoktan hak etti. Ama biz kötekçilerden değiliz. Otur yiğidim otur, sen de akıllan artık. Geçmiş hayatında bir hesaplaş Mahir efendi. Nerede ne kadar yanlış yaptığına kadar hesapla. Artılarını eksilerini kağıda yaz, ilk önce topla. Sonra çıkar. Sonra böl ve kalanı çarp. Eğer artıların fazla çıkarsa iyi yoldasın, yok eksilerin fazla çıkarsa, iki dünyanı da kaybetmektesin. Birini zaten kaybetmişken, var diğerini kurtar. Onu kurtarmanın tek bir yolu vardır. bundan başka yol aramaya kalkma, kaybolursun.... Şimdi yatağına gidip hesap yapıyorsun... Var koğuşunda geçmişini iyice analiz et. Bu koğuşta yalnız başına kaldın. Keza önceleri de yalnızdın ya?.. Bu koğuşta kalmanın şartlarına benden çok sen vakıfsın... Burada üretmek zorundasın. Sırt üstü yatma devrin kapanmıştır. Kimseyi rencide etme hakkına sahip değilsin. Bunu denemeye de kalktığın an karşında burada bulunan herkesi bulacaksın... Var git yatağına bunları da düşün.
Mahir, tahta masaya sıkılı olan yumruğunu vurmak için elini kaldırdı, bir dakika kadar öylece kaldı. Eli havada beklerken gözleri, ayaklarına bakıyor, yüzünde acı bir ifade oluşuyordu. Bir zaman öylece bekledikten sonra, sıkılı olan yumruğu gevşedi. Başını yere eğerek yatağına doğru ilerlemeye başladı. Yemekhanenin kapısını hızla çarpıp dışarı çıktığında yemekhanedekilerin bakışları kapıya yöneldi. Mahir, sinirli bir halde koğuşa çıktı. Yatağına sırt üstü uzanıp ellerini başının altına alarak gözleri, üst ranzanın çemberlerine bakıyor ama, aklı başka konularla meşgul oluyordu.
Yarım saat sonra Bekir ve diğerleri de yataklarına uzandılar. Bekir yatmadan önce iki rekat gece namazı kıldı. Bekir’in namazını bitirdiğini gören Yetim, hızlı adımlarla gitti ve koğuşun lambasını söndürdü.
Bu koğuşun elektriğine kimse karışmıyordu. Erken veya geç sönmesini isteyen yoktu. Çünkü bu koğuşta herkes el işi yapmaktaydı. Bu koğuşa genellikle eli becerikli olanlar getiriliyordu. Bunu müdür özellikle organize etmekteydi.
Bekir’in bu koğuşa geliş sebebi, onun da el işlerinde maharetli olmasıdır. Kendisi, çok iyi hat sanatı icra etmekteydi. Ivır zıvır artıklardan küçük maketler, arabalar, oyuncaklar v.s gibi şeyler yapabilmekteydi. Eli becerikli olduğu için, eline aldığı bir parçayı mutlaka değerlendirirdi.
Koğuştaki insanların geneline baktığınızda, mazlum ruhlu insanlardı. Burada her tür insan vardı. Herkesin ceza çeşidi ayrı ayrıydı. Hırsızlık, yaralama, darp, siyasi, ideolojik v.s her tür suçlu gelebilirken sadece bu koğuşa, tecavüzden ve cinayetten hüküm giymiş insanlar alınmıyordu.




7

- Arkadaşlar, sizleri bir başka koğuşa bir haftalığına nakletmek zorundayız... Cengiz bu koğuşun duvarlarına resim yapacak... Sizi yormak istemezdik ama, tiner kokusundan da rahatsız olmanızı istemedik. Şimdi herkes eşyalarını toplasın... Biraz acele edin beyler,... dedi Yusuf ve kapıyı kapatıp gitti.
- Evet Cengiz kardeşim al sana bir oda.. Tek başına bu odada çalış. Buraya öyle mükemmel bir sanat eseri işle ki, dışarıda duyanlar burayı turistik amaçla ziyarete gelebilsin. Veya gelmek istesin. İşte o zaman, gözler üzerimize çevrili olduğu için, bol bol propaganda yapma imkanımız olur... dedi mahkumlardan biri.
- Aslanım bak, ömrün burada heba oluyor... Niye diye hiç aklına gelmez mi?.. İdeolojik saplantıların yüzünden... Yapma gözünü seveyim. Beşer ideolojisi, baki değil. Baki olan Hakk emridir. Hani dava arkadaşların seni burada kollayacaktı? Hani çocuklarına sen çıkana kadar en iyi şekilde bakacaktı? Hani sana vaad edilenler nerede?... dedi Ali...
- Onu karıştırma. Benim inandığım ideoloji içimde. O benim kutsalım. Ama benim buraya düşmeme neden olan siyasi partimdir. İşte buradan bir çıkayım, ilk hesaplaşmam gereken yer bu parti olacak. Beni dünyanın her ülkesine gönderip, bir provokatör olarak kullandı, içeri düşünce de unuttu. Onlar oy topladılar bizler nal topladık. Onlar en iyi şekilde hayat yaşadılar. Biz cezaevlerine girdik. Onlar en iyi şekilde yiyip-içtiler biz karavana gözler olduk.
- Bak Sarı Oğlan... Şu Bekir’i görüyor musun? Geleli iki gün oldu bugün üçüncü gün. Hem manevi, hem maddi, hem de şeklen şu koğuşta ne kadar çok değişikliğe imza attı biliyor musun? Hani sen bile en iyi politik düşüncelere sahip olmana rağmen, Mahir’e karşı gelemedin. Sen ki, milyonlarca toplumu provoka, ederek onları kah meclise, kah emniyete, kah adliyeye sevk ettiğini söyleyip durursun. Bu toplumun güdülmeye müsait yanları olduğunu çok iyi bildiğini, özellikle halkı yönlendirip isyana götürmeyi, bir eğitim merkezinden aldığını, bu ülkede ihtilallerden önceki karışıklıkları organize ettiğini söyleyip durursun ama, şu Bekir gibi yapıcı hiçbir şey yapmayı düşünmedin. Adam iki günde, bak ne güzel şeylere imza attı. Sizlerin niyetleri hep kötü şeylere imza atmak olduğu için iyi şeyleri algılamakta zorlanıyorsunuz galiba?
- Bizim eğitim yerlerimiz bellidir. Biz sendika, dernek, parti gibi yerlerde eğitim alırız. Onlar camiden başka yer bilmezler ki?...
- Neyse Sarı Oğlan... herkes çıkıyor bizde gitmek zorundayız.. Hımmm. Bu koğuşta resim manzarası, görelim bakalım nasıl olacak?... dedi Ali, dudaklarını bükerek.
Mahkumların ellerinde yataklarla başka koğuşa gitmelerini gören diğer koğuştaki mahkumlar, onlara sataşmadan edemiyorlardı. Bazıları ise anlamsız ve boş gözlerle bakmaktaydı. Çoğu mahkum bu koğuşa özenti ile bakardı. Çünkü bu koğuşta olmak bir ayrıcalık sayılmaktaydı. Eli becerikli, sanatkâr insanlardan oluşan bu koğuşta, insan kendini bir mahkum hissetmeye zaman bulamıyordu.
Koğuşa vardıklarında yer kargaşası başladı. Bu koğuşun ranza dizilişi öbür koğuşlara göre farklıydı. Bekir, Ali, Cengiz ve Yetim ellerinde yatakları ile beklediler. Diğer mahkumlar yataklarına geçtikten sonra onlar da içeri girdiler. Kalan boş yataklara geçip oturdular. Mahir, koğuşa en son girenlerdendi.
Bekir ve Yetim yan yana yatıyordu. Bekir’in üstündeki ranza boş kalmıştı. Boş yer bakınan Mahir, Bekir’in üstündeki boş yere bir zaman öylece baktı. Sonra etrafındaki insanları süzdü. Ayakları yatağa gitmek istemedi. Şiltesini yere koyup, üzerine oturdu. Koğuştakiler durumu kavramıştı. Herkes birbirine bakındı. Neden sonra Yetim’in ranzasının üstünde yatan Sarı Oğlan lakaplı Ümit, yorganını toplayarak yan taraftaki Bekir’in ranzasının üzerine attı. Kendisi de üst ranzadan ranzaya geçti. Bu geçiş esnasında bir gıcırtı koptu. Mahir, kendisi için ayrılan boş ranzaya bir müddet baktı. Sonra, istemeyerek de olsa, adımlarını oraya doğru yöneltti.
Mahir yatağa şiltesini atarak, ranzayı tekmeledi. Bir süre sonra içeri hapishane müdürü geldi... Müdürün gelmesi ile herkes ayağa kalkmıştı.
- Bakın beyler... Bu koğuşta geçici olarak kalacaksınız.. Bu geçicilik süresi ne kadar olur onu ben bilmem. Cengiz’in çalışması bunu tayin edecek. Yalnız sizden bir isteğim var. Son haftalarda el işlerinde bir yavaşlama görülmektedir. Buna bir çare bulmak gerek. Nihayetinde sizlerde kazanmaktasınız.
- Sayın müdürüm... Geçmişi çok arayacaksın, çok... Şu yobaz geldi geleli, işler düştü. Çünkü bu adamın işi gücü dır, dır... Başka bir şey yaptığı yok ki?... Benim günümü mumla arayacaksın... dedi Mahir, ağzındaki sigaranın dumanını ileri doğru üflerken.
- Senin günün, benim günüm, onun günü ne demek oluyor. Kim burada gün sahibi ki?... Ben ne üretimine mani oldum onu anlayamadım?... dedi Bekir müdüre bakarak.
- Sen işine bak Bekir... Ulan kerata, üç senedir buradasın. Koğuşun duvarlarına yazılmış her yazının, her çentiğin hesabını verecek kadar duvara baktın. Ama aklına bir kez olsun bu duvarları, resmi bırak, badana yapmak bile gelmedi. Ruhun kötülük içinde yaşadıkça sen hoşlandın.. Veya katlandın. Ama Bekir ne zaman koğuşunuza adım attı, unuttuğunuz insanlıkta onun cehresi ile içeri girdi. Sen sanıyor musun ki, bu koğuşta üretim düşecek, ben de ilk zaman düşündüm. Ama şu resim işi beni bayağı sardı. Eğer bunu Cengiz başarırsa, hapishanemiz çok dile düşecek. Sizlerin burada kardeşçe yaşadığınız, ürettiğinizden söz edecekler. Burada başarının çoğu sizlerin olmasına rağmen hapishanemiz kazanacak. İşte bizim kârımızın burada olduğunu bize gösteren de Bekir’dir. Sen üç senede ne gösterdin. Koğuşta küs bir toplum, birbirine cesaret edip yaklaşamayan insanlar oluştu. Aşırı baskıcı tavırların, insanları sana karşı cephe almaya zorladı. Hepsi düşmanın oldu. Baskıcılığın iyi neticelere varmayacağı seninle belli oldu. Sana yine iyilik edeceğim. Seni bir başka koğuşa alsam orada madara olursun. Koğuş ağalığından düşenler öbür koğuşta nelere maruz kalır bilirsin. Sana ben mükafat vereceğim. Seni burada bırakıp, adam olmanı sağlayacağım. Elin becerikli değilse bile becerikli hale gelecek. Burada sırt üstü yatma şansın olmayacak, çünkü herkes çalışırken sen yatamayacaksın. Senin burada kalman senin kazancın olacak.
- Aman müdürüm. Gözümün nuru... Beni bu yobazların, mollanın eline bırakma.
- İnsan bilmediği şeyin düşmanı olurmuş. Sen dinde ne biliyorsun ki, bu sıfatlarla bir Müslüman’ı horlamaya çalışıyorsun. Senin bu sözlerin inanmış biri için, sinek vızıltısı mesabesinde algılandığını hiç mi görmezsin. Sen bu sözleri Bekir’e hitap ettiğini sanıyorsun, ama o bu sözlere karşılık vermiyor. Sor bakalım neden, sözlerine yanıt vermiyor.... dedi Ali.
- Müdür Bey... Hz. Ali (RA) der ki: “Bizim kardeşlerimiz bize evlat ve iyalimizden daha sevimlidir.” Mahir de bizim kardeşimizdir. Onun sözleri bizi incitmez. Hem yobazın kendisine, hem de sözcük anlamına karşıyım. Molla kelimesi ise İran’da ulema ve alimler için kullanılan bir sıfat veya terimdir. Bunlar beni rahatsız etmez. Bizim inandığımız ve yolunda gittiğimiz dava çok büyük bir davadır. Küçük çakıl taşları bu yolda elbet olacaktır. Bunları temizlemekle bitmez. Ama o taşları alıp işlediğimizde çok güzel ürünler ortaya çıkabilir. Mahir kardeşim de ileride ya ışık yayan bir mum olacak ya da ışığı yansıtan bir ayna. Ben onun hakkında bunları düşünmekteyim. Varsın o benim hakkımda istediğini düşünsün.... dedi Bekir.
- Yürekli adamsın Bekir... Yüreksizlerin gerek lügatinde, gerek kitabında af diye bir şey olmaz... Bak Bekir... (Eli arkasında kapıdan bir iki adım daha içeri girdi. Bu arada elinde plastik cop bulunan iki asker de arkasındaydı.) Sana bazı gerçekleri aktarma zamanı geldi. Şuna inanmak herkesin faydasınadır. Burada siz bir mahkumsunuz. O nedenle denileni yaparak rahat etme şansınız var. Aksi takdirdeki bir tutum ve davranış hayat şartlarınızı zorlaştırır. Diğer koğuşları gezip görürseniz, koğuşunuzun ne kadar iyi olduğunu göreceksiniz. Çünkü burada siz üretmekle meşgul olduğunuz için, kafanızda evhamlar oluşmuyor. Boş olan kafa devamlı faraziye üretir. Zamanını sadece düşünmeye zorlamakla yükümlü olan diğer mahkumlar, huysuz ve çevresine zararlı bir hale gelmektedir. Psikolojik dengeleri devamlı değişen o insanlar, daha tehlikeli olmaktadır. Hep yok etme veya elde etme hayalleri içine girer. Ve girmekteler de. Onlar size özenerek bu nedenle bakıyor. Çünkü sizlerin elinde zamanı unutturacak bir meşgaleniz var. Bu meşgale sayesinde çok şey kazanmaktasınız. Bedenen yıpranmıyorsunuz... Düşünce bazında hırpalanmıyorsunuz... Yaşama hırsınız sönmüyor. Aksine buradan çıkınca belki de öğrendiklerinizi devam ettirerek, hayatta yaşama şansınız daha da artacak. Kurtlar sofrasına girmeden yaşama şansınız oluyor..Cahili eğitmenin, simsiyah bir kömürü sabunla beyazlatmaya çalışmak kadar manasız olduğunu bilirim. Ama sizlerin arasında çok cahil, ehil konumuna gelir. Gelmek zorunda olur. En azından inat damarları kırılır. Çünkü burada, zaman mefhumu yok. Sınırsız bir zamanınız var. Zaman hususunda üzerinizde bir baskı yok. siz birbirinize kenetlenin ki, ben buraya arasıra mahkum göndererek adam olmasını sağlayabileyim. Adam etmeyi ilk önce Mahir’de deneyeceğim. Mahir’e bir hafta süre burada adam olmazsa, onu müebbetliklerle beraber yaşamaya mahkum edeceğim. Ona göre adımını iyi atmaya çalışsın. Bu sözüm herkes için geçerlidir. Ben buranın tek sorumlusu isem, buranın her şeyini en ince ayrıntısına kadar düşünmek zorundayım. Gerek asayişini, gerek geleceğini, gerek başarısını, gerekse çıkarını bu nedenle hepiniz bunu çok iyi kavramak zorundasınız. Ziya Paşa’nın dediği gibi Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir. Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir.. Sizlere söyleyeceklerim bundan ibaret... Evet Cengiz.. Görelim bakalım ne kadar maharetlisin?
- Elimden geleni yapacağım sayın müdürüm... Burasını bir numaralı koğuş yapacağım. İçine giren insan kendini, tabiatın kucağında hissedecek. İnsan orada bir mahkum gibi davranma şansı bulamayacak. Yatağına yatıp duvarlarda göz gezdirirken, beyninde ölmekte olan hücreler hep üretmeye başlayacak. Şura sı şöyle olsaydı, burası böyle olsaydı, böyle bir yer alıp şunu yapacağım, bunu yapacağım diyecekler.
- İşte ben resim yapmanı bu nedenle kabul ettim. İnsanlar mahkum olabilir. Olur da... Ama onları orada eğitimle tekrar topluma kazandırmak daha da önemlidir. Buradan çıkıp dışarıda bir suç makinesi haline gelecek insanlar yetiştirmek, hiçbir sisteme yakışmaz. Bir sistem de kendine düşman yetiştirecek kadar ahmak anlayışa hakim olamaz. Olmamalı da. Burasının sadece, ceza çekilen bir yer değil, gelecek hayatta yapılmaması gerekenlerin de öğretildiği bir yer olmalı. Bir ara, günlük psikolojik terapiler düzenlemeye kalktık ama, olmadı. Neyse... beyler yerleşmenize bakın... Bekir, senin isteklerinden sadece hat çalışması yapabileceğin malzemeleri aldırdım. Koğuşunuz boyandıktan sonra sizi ikiye ayırıp, yan yana iki koğuşu bir yapmayı düşünüyorum. İşte o zaman senin isteklerinin hepsini alacağım. Şimdi ebru sanatı için senin isteklerin koğuşun durumuna pek uygun değil. Sonraya bırakalım.
- Siz bilirsiniz müdür bey...
- Bir isteğim daha var.
- Buyrun...
- Yetim’e bir sanat öğretmeye bak. Bu sanat onunla yaşamalı, onunla kazanmalı, onunla ölmeli, yani hayatını manalı hale getirecek bir sanat öğrenmesinde fayda var.
- Onun neyi öğrenebileceğine bakıp öyle karar vermekte yarar vardır. Zamana bırakmakta da fayda var. Bu öğrenme işi, zorlamayla olmaz. Heves ve istek oluşmadan öğrenme şansı olmaz. Görelim Mevla neyler neylerse güzel eyler... Ben Cengiz resim yaparken yardım etmek isterim. Az çok elim fırça tutar. Bu arada, Sarı oğlan’ın dışarıdaki hayatta en çok yaptığı işlerden biriside badana yapmakmış. Bize bir günlük yardımda bulunarak, duvarları alçı çekmekte yardımcı olursa iyi olur... Ha.. Bu arada Yetim’de bizimle beraber olursa, iyi olur... Ne dersiniz müdür bey?
- Tamam...
Müdür kapıdan çıkarken, askerler müdürün arkasında ellerinde coplarla, geri geri dışarı çıktılar. Müdür dışarı çıkınca, askerler kapıyı hemen kapattı. Askerlerden biri, kapını üst kısmında bulunan küçük pencereden içeriye bakıp, kolaçan ettikten sonra gitti. Onların öyle olmaları istenmekteydi. Yani şüpheci bir tavrı önceden sezmek için, dikkat kesilmek görevleri arasındaydı. Olaylar olmadan önce müdahale etmek, herkesin zarar görmesine mani olmaktı. İşte askerler bu şekilde şüpheci davranarak, zararın oluşmaması için hazır kıta ve tetikte bekleyerek görev yapıyordu. Hep ciddi idiler. Yapmacıklı davranışları asla olmuyordu. .



8

- Evet Cengiz.. Şimdi bu odada yapacaklarımızı sen söyle, biz yapalım..
- O kolay Bekir abi.... İlk önce, ıspatula ile, duvardaki pürüzleri bir kazıyalım. Duvardaki kırmızı kalem ile yazılan yazıları da kazımamız gerekir. Bu duvarları da iyice yıkamamız gerekir. Malum sigaranın dumanından her yer sararmış. Bu sigara isinin bize zararı olur. Boya tutmaz. Hep vurduğun boyayı kusar ve kendi rengini verir.
- Bu meret bu kadar arsız mı yahu?... dedi Bekir..
- Hem de ne arsız.. Malum içinde binlerce katkı malzemesi var. Özellikle katrandan dolayı oluşan is, duvarlara yapıştı mı, çıkmak bilmez. Üzerine ne kadar boya vurursan vur hepsini kusar.
- Sen ıspatulayı alıp bu insanların içine de girmeye bak... Neyse.. Biz işimize bakalım...
Dört kişi odanın içinde zevkle çalışmaya başlamıştı. Bu çalışma ortamı içinde koyu bir sohbet de olmaktaydı. Arasıra Sarı Oğlan, ideolojik şarkılar mırıldanıyordu. Yetim, hemen Sarı Oğlan’ı uyararak, başka şarkı söylemesini istiyordu. Çünkü Yetim, ideolojik amaçlı kullanılan şarkı ve türküleri hiç sevmemişti. Sarı Oğlan, Yetim’i sevdiği için kırmayarak, şarkı veya türküyü kesiyordu. Bu arada da Bekir’in hazırladığı alçıyı, duvara sıvamaktaydı.
- Bekir Abi... Hani Ziya Paşa’nın bir söz vardı... Neydi?... Ha... Şu ceza evine düşünler için demişti ya!
- Milyonla çalan mened-ü izzetde şerefraz,... Üç-beş kuruşu mürtekibin cay-i kürektir..:Yani; Milyonla çalan zevkinde, sefasında;.. Üç-beş kuruşa bulaşan cezaevinde.
- Hah.. Oydu işte... Ne güzel bir söz değil mi? Benim ülkemi ne güzel tarif etmekte. Üçbeş soysuz ülkenin kaymağını aşırıp yiyor, üç beş garip aç kalmamak için çaldı diye, hapiste çürüyor.
- Dinle Cengizciğim... Çalmak; lügat anlamı olarak bir başkasının malına göz koymaktır. Ondan habersiz o malı almaktır. Burada kul hakkı vardır. Rabb-ül Alemin ne diyor; çok suç işleyip gelmiş olsanız bile affedebilirim. Sadece affetmeyeceğim, hatta karışmayacağım tek suç, kul hakkıdır. Dikkat ettiyseniz, kul hakkına Allah bile karışmıyor. Yarın hesap gününe kalmış bu gibi suçlar, karşı taraftaki malını çaldığınız insanın davranışına bağlı. Ben affetmiyorum derse ne olacak? Onun için hayatta, insan bir başkasının malına, ırzına, namusuna, canına göz koymamalıdır. Çünkü karşı taraftaki insanda olan bu kutsiyet sizde de var. Siz başkasına nasıl bakarsanız, bir başkası da aynı gözle size baktığında, kızmaya hakkınız yok. Olamaz da.
- Bekir Abi... Ben yandım o halde.... dedi Yetim, hüzünlü bir halde duvarı silerken...
- Bak yeğenim... Ölmedin ve ayaktasın. Yaptıklarının cezasını Hukuk sistemine göre çekmektesin. Hak ve adalet gereği de ödemek istersen, daha zamanın var. Yani dışarı çıktığın zaman yapacağın ilk iş, aklına takılan insanlardan aldıklarını ödemek için karşılarına çıkıp helallik dilemendir.
- Nasıl çıkarım? Adama ben senin malını çaldım nasıl derim?
- Denir, denir... Bak, farz et ki, senin dünyalığımı çaldım. Ve senden helallik isteyeceğim... İlk önce seni bulurum. Karşına çıkıp kendimi tanıtırım. Yaptıklarımı anlatmadan önce derim ki; sevgili kardeşim, senden helallik dilemeye geldim. Bu hususta sen ne dersen onu yapacağım. Ama bu bir başka canlıya zarar verme babında olmayacak. Sen dur diyene kadar kölen gibi çalışacağım... Sen de dersen ki, neden helallik istersin? İşte o zaman konuya girip, işlediğim suçtan dolayı, hukuki olarak cezamı çektiğimi, şimdi ise manevi bir bunalımda olup, bundan kurtulmak için sizden helallik dilemeye geldim derim. Nihayetinde karşımda duran insanın da bir kalbi var.
- Bir söz ve bir gerçek bilirim... Bu sözü kim söylemiş inanın bilmiyorum ama benim felsefeme uygun düşmekte. Yani dünyaya, sistemlere bakış açımı çok iyi ifade etmektedir. Denilir ki; Ne kadar parlak sözlerle anlatılırsa anlatılsın; adalet güçlüye, hükmedene yarayan, güçsüze zararlı olan şeydir. Bekir bey, sizin dünyaya bakış açınız sadece faraziyeden ibaret. Benim karşıma çıkıp biri, helallik isteyecek, ben de helal edeceğim. Bunun mantıkla uzaktan yakından ilgisi yok. Adam benim emeklerimi çalacak, beni mağdur bırakacak, sonra da helallik isteyecek!... Hayır bunu aklım almıyor.... Dedi Sarı Oğlan..
- Bak Sarı kardeşim.... Adalet, Hukuk düzeni kurmak içindir. Düzeni yürütmek içinse, Hak kavramı olmalı. Bunlardan biri yok ise sistem yanlış yürür. Yeryüzündeki kavgaların büyük çoğunluğu, haksız paylaşımdan kaynaklanmaktadır. İşte bu sistemi devlet denen sistem kurup idare edecek. Onun içinde Hukuk, Adalet ve Hak kavramını en iyi şekilde, ayrım yapmadan, yandaş olmadan, eşit mesafede davranarak yaklaşacak.
- Senin söylediğin asma kabağı. Bu söylediklerini uygulayacak bir devlet gördün mü şimdiye kadar. Veya duydun mu?
- Görüp duymama gerek yok. Biliyorum.
- Nasıl yani.
- Tarihe baktığın zaman bunu görebilirsin. Peygamber Efendimiz (SAV) dönemi. Ashap dönemi.. Kısaca hilafet dönemi.
- Oooo... Şu kadıları görüp, bir dava için fetva çıkarılan dönemden bahsediyordun galiba. Bugünle o günün ne farkı var? Yine kudretli ve kuvvetli insanlar kadılara baskı yapıp, istediği fetvayı çıkarmışlar.
- Hayır burada yanıldın. Birkaç olay olmuştur. Oldu da. Bunlar müstesna. O merciye, yani hüküm verme, karar verme merciine gelen insanlarda, ilk önce Hak hakimiyeti vardı. Her şeyi Hakk penceresinden değerlendiriyorlardı. İşte o nedenle en uzun süre ayakta kalan sistem, sadece onların idare ettiği sistem olmuştur. Tarihe bakarken objektif bakarak karar vereceksin. Yanlı bakarak karar vermek yanlış olur. Gerçi bu kural ileriye ve şimdiki zamana bakarken de geçerlidir. Duyduklarınla değil, şahit olduğun ve o konu hakkında bildiklerinde müdahil olmalısın. İşte tarihimizdeki insanların en büyük meziyeti bilmeleri idi.
- Madem bildiler de niye çöktü sistemleri?
- Çökmedi... Her sistem gibi miadını doldurdu. Eğer çökmemesi düşünülseydi, çökmemesi gereken bir sistem ayakta kalacak olsaydı, Peygamberler devrindeki, sistem çökmezdi. Çökmek de denmez gitmezdi. Çünkü o peygamberler Allah’ın elçisi idi. Allah tarafından seçilmiş kullardı. Ama onlarında dünyada kalmaları sınırlı zaman dilimi içinde oldu. Ve böylelikle Allah kudret ve kuvvetini tescil etti.... Gösterdi... Dünyanın bir imtihan yeri olduğu bilinsin diye. Dünyayı bir imtihan yeri olarak algılayamayan insanlar; dünyanın önemine binaen hareket eder. Yani dünyalık sahibi olmak için çalışır. Ama dünyanın, ahiret için bir tarla olduğunu bilen insan, bu tarlayı en iyi şekilde ekme yoluna gider.
- Şimdi bizimki imtihan mı olmak yani?... Bu tıpkı oruçta, hayvanlara da oruç tutturmak gibi bir şey.
- Bak Sarı kardeşim... İmtihanın en güzeli burada başlıyor. Her şeyden, nefsin arzuladığı bütün dünyalıklardan uzaksın. İşte burada nefsi öldürme imkanın yoksa, nefsin isteğine uyarak isyan etmen başlar. Nefs seni, devamlı kolay gibi görünen, zevk alacağın şeylere yöneltir. Bunların arkasında ise hüsran vardır. Biz başımıza gelene razı olmak mecburiyetindeyiz. İtiraz ederek, isyan ederek, karşı gelerek engelleme şansımız yoksa, katlanarak, sabrederek, istesek de istemesek de katlanarak burada kalmak zorundayız. Bize düşen buradaki zamanı en güzel şekilde kullanarak, kazançlı çıkmaktır.
- Harcayamadığımız kazancı ne yapalım...
- Harcamaktan veya kazanmaktan ne anladığına bağlı bu. Şu üç Hadis-i Şerif-i asla unutma. Ve hayatında her zor veya kolay anında aklına gelen ilk kelimeler olsun. 1- Dünya için, dünyada kalacağın kadar, çalış. 2- Cehenneme dayanabileceğin kadar, günah işle. 3- Allah’û Teâlâ’ya “muhtaç olduğun kadar” ibadet et.
- Bekir abi bu sözleri ben daha önce Muhammed Hoca’dan da duymuştum. Bu ve buna benzer sözler; ilk anlamda söz olarak kulakta çınlarken, mana itibariyle bakıldığı zamanlar, çok derin anlamlar ifade etmekte olduğunu müşahede ettim. Bana hayatımda bunları kimse söylememişti. Ama bu güzellikleri ve güzel sözleri bu hapishanelerde öğreniyorum. Dışarısı benim için bir hiçtir. Ben dostlukları da burada tanıdım, düşmanlıkları da. Dışarıda benim adımı bilen kimse yoktur. Sadece karakollar, mahkemeler bilmekte. Ne yakın bir dost çevrem bilir, ne de uzak dost çevrem. Ben Bekir Abi gibi insanları buraya düşürenlere lanet ediyorum. Bir iftiraya kurban gittiğini duydum. İnşallah en kısa zamanda bu yanlıştan dönülür. Açıkça içimden de biraz uzamasını istemiyor değilim... dedi Yetim, başını öne eğerek...
- Ulan bu nasıl bir dilek soytarı... Sen güçlü gördüğün her insana sığınarak ayakta kalmaya çalışan birisin... dedi Cengiz, elindeki ıspatulayı duvardan çekerken.
- Sen ne bilirsin sığınmayı? Sen ne bilirisin yokluğu? Bildiğin maddi yokluksa buna yokluk deme sakın, nede olsa onun sonu bokluk. Asıl yokluk; dünyada yaşayıp, dünyadakileri tanıma iradesine sahip olamamaktır. İşte ben bu iradeyi çok az bir zaman diliminde yakaladım. Birini Muhammed Hoca sayesinde, diğerini de Bekir Abi sayesinde... dedi Yetim, kova içinde alçıyı karıştırırken... Hayatımda karşıma çıkan iki insan bana hayatı öğretmeye çalıştı. Karşılaştığım diğer insanların tamamı, benden faydalanmaya kalktı. Ben aptal değilim. İyiyi ve kötüyü ayırt edecek kadar iradeye sahibim. Karşılıksız veren sadece Allah’tır. Ayrıca Allah, vermek istediğini, değerli kulları eliyle iletir. İşte bana uzatılan bu huzur; bu iki değerli şahıs eliyle verilmiştir.
- Yağ yakma becerinin yüksek olduğunu herkes bilir... dedi Sarı Oğlan....
- Ulan ben... dedi ve ayağa kalktı... Bekir’in bakışlarının üzerinde olduğunu görünce tekrar çömeldi.. Peki Sarı, senin dediğin olsun... Artık seninde benim için, bir imtihan vesilesi olduğun gerçeği kafama girdi. Benim için en yakınımdaki insanın her hareketi, bana bir imtihan sorusudur. Ben kafama şunu koydum. Bu imtihanı geçmeye kararlıyım artık. Düşünmeden harekete geçmeyeceğim. Hareketlerimi mümkün mertebe, kontrol altında tutmaya çalışacağım.
- İşte inanan bir insan böyle olmak zorunda yeğenim. Sen bu inandığını hayatına uyguladığın zaman tam ibadet etmekte olursun. İbadet sadece, namaz kılmak, oruç tutup hacca gitmek değildir. Bunlar senin asli görevindir. Bunları sadece sen ödemekle mükellefsin. Ama hal diliyle, beden diliyle, tavır diliyle, davranış diliyle, karşılayış diliyle, anlayış diliyle v.s de ibadet şekilleri vardır. Bu saydıklarımın temel ilkesi; karşındaki insanı ilk önce anlayıp sonra, bildiğin doğrularla kıyaslayarak gerçeği aktarma yöntemidir. Vücut dilin pasif görününce, ifade dilin sert olsa ne yazar. Mühim olan her iki ifadenin de karşındaki insana huzur ve güven verecek bir şekilde olmasıdır. Su ile susayan insan arasında özel bir ilgi vardır. İşte ruh ile sonsuzluk arasında da özel bir bağ vardır. Sonsuz hayat arzusu her insanda vardır. Bilmezler ki bunu elde etmenin tek yolu Allah’a iman edip, itaat etmekle olur. Allah’ın verdiğini hiçbir kul veremez. Allah’ın aldığını hiçbir kul alamaz. Allah’ın bildiğini hiçbir kul bilemez. Allah’ın gördüğünü hiçbir kul göremez. Velhasıl Allah’ı; kudret sahibi, Yaratıcı olarak bilip iman eden insan kazanır. O’na imanda tereddütlere yer olmamalıdır. Şu neden böyle deme şansın yoktur. Çünkü daha iyisini yapmak senin elinde değil. Öyleyse yaratılmışı sevmeli Yaratan’dan ötürü.
- Bekir Abi... dedi Yetim, yere bağdaş kurup otururken... Ben bu dünyada insan gibi yaşayamadım. Daha doğrusu insan gibi olamadım ve insanlara zarar verdim. Benim ahiretim ne alemde olur?
- Orasını Allah bilir... Fakat orasının nasıl olacağını dünyadaki hal ve hareketlerin belirlediğine göre, kendi kendini teraziye koyup bir değerlendirme yapman gerekmektedir. Daha sonra da, burada çıkan gerçekler neticesinde, hayatına bir şekil vermekle kurtuluşa erebilirsin. Her insanın içinde doğruların da hakim olduğu hücreler vardır. İşte bu hücreler, yanlışların çok kullanıldığı yerlerde, bir köşeye çekilip kullanılmayı beklerler. Sen de köşelerine çekilmiş olan hücreleri, harekete geçirerek kurtulabilirsin. Allâh, bu kâinatı, nasıl inşa edip temaşa ettiğimiz sergi yeri gibi döşemiş ve insanın hizmetine sunmuşsa, elbet ki bundan daha güzel ve daha mükemmel bir yeri, bir başka âlemde inşa edip, vefalı kullarını orada ilelebet var edecektir. Öyleyse ahiret inancımızı harekete geçirip, orası için gerekli olanların peşine düşelim. Orada, bu dünyada gördüğün hırstan, tamahtan, v.s gibi hallerden uzak olacaksın. Orada dünyada yaptıklarının mükafatı olarak, huzurlu yaşayacaksın. Veya dünyada yaptığın çirkefliklerin cezasını, cehennem denilen yerde çile çekerek geçireceksin.
- Bekir Abi... İnsan şu çakmağın (cebinden çıkardığı çakmağı yakıp, parmağını ateşe tutar) yaktığı küçük bir ateşe elini tutamazken, cehennem ateşine nasıl dayanır. Gözünü seveyim bana bilmediklerimi anlat. Yorulmadan, usanmadan anlat. Benim Hakk yoluna dönmeme yardım et. Bu dünyamı zindan ettim bari öbür dünyamı kurtarayım....
- Ben sadece bildiklerimi anlatabilirim. Bunu da zevkle anlatırım. Bundan yorulmam, sıkılmam... Yeter ki size, Hakk’ın emrettiği doğruyu anlatma iradem olsun. Eğer sizlere zerre kadar bir yanlış ifade anlatırsam, Rabbim beni bir vesile ile ikaz etsin. Eğer bu ikazı anlamazsam, kıyamete kadar susmayı nasip etsin. Ben de bu işin âlimi değilim. Bu işi sadece kul olduğum için bilmek zorunluluğum olduğundan bilmeye, öğrenmeye çalıştım. Sizlere sadece bildiğim konularda bir şeyler anlatabilirim. Bilmediğim konularda ısrar etmemeniz herkes için bir kazanç sayılır...
- Senin bildiklerinin binde birini bilirsem bile kazançlı sayılırım.
- İslâm iki kaynaktan öğrenilebilir. Biri Kur’an, diğeri Hadis-i Şerif... Kur’an da izah edilmeyen, açıklanmayan bir konu Hadislerle iletilmiştir. Onu da Rabbim, sevgili Peygamberimiz (SAV)’e vahyederek, bizzat yapmasını sağlamıştır. Kısaca Peygamberimiz Kur’an’ı hayatına en güzel şekilde uygulamıştır. Biz de bu hayatı kendimize düstur edindiğimiz zaman kurtulmuş oluruz. Şu geçici yalan dünyanın her saniyesi, her şeyi yalandır. Gözlerimizin algıladığı nesnelerin tamamı, bizim için birer imtihan aracı olarak yaratılmıştır. Dünyanın yalnızca insanı denemek için yaratıldığı bilincine varan insan kurtuluşa erer. Gerçek dünyayı, yani gözümüzün gördüğü aklımızın bildiği şu dünyayı gerçek olarak algılamak yanlıştır. Gerçek dünya ahirette olandır. Orasını elde etmenin yolu; şu yalancı olan dünyada Hakk’a riayet etmekten geçer. Kur’ân-ı Kerim’de Rum Suresi, Ayet 7’de Cenab-ı Allah bu konu ile ilgili ne güzel söylemekte: “Onlar, dünya hayatından dışta olanı bilirler, ahiretten ise gafildirler..”..
- Bekir Abi... Kafam allak bullak oldu... dedi Yetim... Ben ne hayaller ediyor, ilerisi için neler düşünüyordum, sen neler anlatmaktasın. Bu dünya madem yalan, insanlar neden mal, mülk, servet peşindeler? Senin söylediklerin madem Kur’ân’da var. İnsanlar bunu neden okumazlar ki?... Diyeceksin ki sen okudun mu? Ben dünyada ne okudum ki? Hayatımı hep başkalarının emrine verdim. Şimdi ise okula giden bir öğrenci ruhu içindeyim. Sizler sayesinde öğrenmeye başladım.
- Öğrenebilmek için az da olsa çaba sarf edersen Rabbim senin yardımcın olur. Sen yeter ki gayret göster. İnsanlar ibadet etme konusunda pek çok mazeret üretir. “işim var”, “emekli olunca ibadet ederim”, “şimdi zamanım yok”, “yetiştirmem gereken işlerim var”, “bulunduğum mekan buna müsait değil” v.s kısaca insan tabi olduğunu söylediği İslâm dininden bihaber yaşamakta. Yalan dünyaya bağlandığın zaman, dini unutursun. Çünkü, şeytan seni ele geçirmiştir. Hırs ve tamah benliğini sarar. Ne kadar elde edersen et, daha fazlasını istersin. Şeytan seni esir almıştır artık. Bir dünya versen dahi, başka bir dünyayı da mülkiyet edinmek için gayret gösterirsin. Böyle olan kişilerin haleti ruhiyesi şeytanın emirlerine göredir. Hz. Ali (RA) insanı ne güzel tarif etmiştir. O Allah’ın Aslanı der ki; “Şaşarım şu insana ki; bir yağ parçası ile görmektedir, bir et parçasıyla söylemekte; bir kemikle doymakta, bir delikle solumaktadır.” İnsan nefsine esir düştüğü zaman onun gözünü ancak toprak doyuracak. Bu tür insanlar ölümden sonra insanların tekrar diriltildiğinde, Kur’ân’da Hakka Suresi, Ayet 27-29’da belirtilen şekilde şöyle diyecek; “Keşke o ölüm kesip bitirseydi, malım bana hiçbir yarar sağlayamadı, güç ve kudretim yok olup gitti..” diyerek hayıflanacak. Ama iş işten geçmiştir artık. Yaptıklarından hesap verme zamanı gelmiştir. Akıllı insan, bunları yaşarken duyarda ibadet eder, yolunu değiştirirse, kurtuluşa ermiş olur. Böyle insanlara geçmişinden sual sorulmaz. Geçmişine bir sünger çekilir. Ona yeni bir sayfa açılır. Artık o, inandığı gibi yaşadıkça, o pak ve temiz sayfalar altına dönüşür. Yok tekrar eski hallerine dönmeye başlarsa, sayfalar karardıkça kararır ve o şahsın da hayatı çirkefe doğru kayıp gider. Sonu hem dünyada hüsran, hem ahirette hüsrana uğramaktır.
- İnsanın dünyada ki hayalleri ne olacak?... Bekir Abi... dedi Yetim.
- Cenab-ı Allah (cc) Kur’ân’da Nur Suresi, Ayet 39’da dünyada hayaller peşinde koşanları şöyle tarif etmektedir. Rabbim der ki; “İnkar edenler; onların amelleri dümdüz bir arazideki seraba benzer; susayan onu bir su sanır. Nihayet ona ulaştığında bir şey bulamaz ve yanında Allah’ı bulur (Allah da) Onun hesabını tam olarak verir. Allah, hesabı çok seri görendir.” Dünyayı sen yaratmadın ki yarın için hayallerin olsun! Ve gerçekleştirmek için emeğin olsun! Sen nihayetinde bir kulsun. Üzerine düşen görevler haricindeki şeylere soyunmak senin, benim ne haddime? Ben yarın veya yıllar sonra aç kalmayayım diye, niye bu günden biriktireyim. Bu biriktirme yolunda ibadetimden mahrum kalayım. Hem ben kimim ki? O biriktirdiklerimi yeme şansım var mı? Benim o güne kadar nefes alıp almayacağımı nasıl garanti edebilirim. İşte dünya faraziyelerle dolu. Bu faraziyeler ve hüsnü kuruntular şeytanın, her insan için kullandığı bir silahtır. İnsanlar Allah’ın söylediklerine inanmayıp şeytanın söylediklerine çabuk kanabiliyorsa, o insanın Yaratanı hakkında bilgi eksikliği olduğundandır. İşte benim hayat felsefemin başında ilk önce bilmek gerektiğimiz gelmektedir. Zaten Cenab-ı Allah’ın Hz. Peygamber’e ilk emri “İkra, yani; Oku” olmuştur. Evet bizi şu an ilgilendiren tek bir gerçek var. Okuyup öğrenmek. Okuma bilmiyorsak dinleyip öğrenmek. Eksik-hatalı-yanlış biliyorsak sorup öğrenmek. Kısaca beşikten mezara kadar öğrenmekle mükellefiz. Bu son nefes verilirken dahi olsa öğrenmeyi bırakmamamız gerektiğinin bir işaretidir. Sen son nefes sandığında, belki hayatın uzar. Belki, bağışlanır daha güzel hayat yaşaman için fırsat tanınır. Son nefes olup olmadığını zaten insan ancak, Azrail ile karşı karşıya kaldığında anlar. İşte o zaman da iş işten geçmiştir. O mübarek melek sana bir kere yönelmişse, o emri uygulamak için gelmiştir. Onun dur deme hakkı yok. O torpil bilmez. Öyle ki Allah’ın en sevgili kulları olan Peygamberler, Nebiler, Veliler v.s gibi değerli insanların bile karşısına çıkar ve asla, torpil geçmez. Görevini yapar gider. İnsanlar bunu bilir ama yine de gaflet içindedirler. Yüce Mevlam böyle gaflet içinde olanları Kur’ân-ı Kerim’de Araf Suresi, Ayet 179 da şöyle tarif etmektedir; “Kalpleri vardır bununla kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır bununla işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağılıktırlar. İşte bunlar gafil olanlardır...” Biz akıl sahipleri bundan bir ders almak mecburiyetindeyiz....
- Bekir Ağaaa... dedi Sarı Oğlan son kelimeyi uzatarak... Bu söylediklerini ben ilk defa duyuyorum. Ama çok sert ve manidar ifadeler. İnsanın kanının akış hızını tetiklediği gibi akış yönünü de sanki değiştirtmekte. Madem Kur’an’da bunlar var, neden çoğunluğu Müslüman olan halk, bunları bilmez. Üstelik; Kur’ân’ın Türkçe meali olmasına karşın neden okunmaz?
- Dedim ya... Bizler meşgul bir milletiz. Kısaca şöyle demek daha yerinde olur. Bizler üşengeç olup bu halimize karşı mazeret uydurmakta mahir bir toplumuz.
- Bizim sınıfta bir Uğur vardı. Bunun işi gücü okuldan kaytarmaktı. Öğretmen her sorduğunda “dün neden gelmedin?” diye sorduğunda; o, hemen cevabı patlatırdı. Amcam öldü öğretmenim, bir başka gün, dayım öldü öğretmenim, bir başka gün, halam öldü öğretmenim... bu böyle sürüp gitti. Bir gün yine aynı mazereti söyleyecekti. Öğretmen ağlamaya başladı ama yalandan yapıyordu. .. “Vah Uğurcuğum seni ileride kollayıp koruyacak hiç kimsen kalmadı. Ne yapsak acaba seni yetimler yurduna mı versek... Evet, evet seni oraya vermek için ben gerekli yazışmaları yapıp hazırlayayım da en kısa zamanda, yetiştirme yurduna gönderelim bari... “ deyince Uğur, yalan söylediğini ve yetiştirme yurduna gitmek istemediğini, bir daha yalan söylemeyeceğini söyledi... Bize de yalan sermaye olmuşsa, bizi korkutacak bir yurt lazım herhalde... dedi Cengiz duvarda ıspatulayla alçıyı duvara sıvarken...
Gülümseme ile verilen bu karşılık ortalığı yumuşatmıştı. Cengiz bunları söylemekte sohbete biraz ara verilmesinin faydalı olacağını da ima etmişti. Bunu anlayan Bekir, elindeki çomakla kovanın içinde alçıyı karıştırmaya başladı.
- Ulan Yetim... Patlat bir türküde dinleyelim be.... dedi Cengiz
- Yetim yeğenimin öyle marifeti varsa dinlemekten haz duyarım.
- Var Bekir Ağa, var... Hadi yiğidim hele bir yüreğimize kor at, Bekir Ağanın söyledikleri, iliklerime kadar işledi. Vücudum sarsıntı içinde. Hele bir türkü çağır, gözünü severim senin... dedi Cengiz.
- Mühür gözlüm seni elden, Mühür gözlüm seni elden, sakınırım kıskanırım, yağan kardan, esen yelden... bu mısraları söylerden o kadar yanık bir ses tonu veriyordu ki, Sanki Neşet Ertaş’ın bizzat kendisi söylüyormuş gibi oluyordu. Koğuşun boş olması da akustik bir ortam oluşturduğundan, ses duvarlara çarparak tekrar geri geliyor ve içeride eko sistem oluşturuyordu. Herkes elindeki işi bıraktı ve Yetim’i dinlemeye başladı. Arasıra kapalı olan kapının penceresinden bakan gardiyanlar oluyordu. Onlarda Yetim’i dinlemek için kapının önüne geliyordu. Gerçekte Yetim’in de yanık bir sesi vardı. Bu yanık ses kadife tonda olduğu için insanı etkiliyordu.



9

Bu dört kişinin koğuşta şen şakrak çalışması, diğer mahkumlar arasında kıskanılır olmuştu.
Koğuşun duvarlarına ilk önce saten alçı çekildi. Sonra duvarların tamamı Bekir, Ufuk ve Yetim tarafından zımparalandı. Zımpara işi bitince, Cengiz iskele kurup üzerine çıktı. Cengiz, ilk önce tavanı açık maviye boyadı. Bunu badana fırçası ile yapmaktaydı. Tavanın bazı yerlerini açık mavi yaparken, bazı yerlerini de bulanık bir maviyle boyadı. Sonra tekrar boyanın kendini çektiğine inandığı yerden başlayarak tavana, birkaç tane bulut resmi yaptı. Bu bulut resmini ve tavana sürdüğü renkleri, duvarların bazılarına da yapıyordu. Duvarın köşeleri bir anda kaybolmuş, duvar ve tavan arasında bir bütünlük sağlanmıştı.
- Cengiz... Hiç bisiklete bindin mi?... dedi Bekir...
- Yooo. ... Süremem ben o mereti... Aklım da almaz nasıl gittiğine...
- Aklıma bir şey geldi de onun için surdum... Hayat, benim gözümde tıpkı bir bisiklet sürmeye benziyor. Pedalını çevirdikçe ilerliyorsun. Çevirmediğin zaman, yerinde durmaktasın. O pedalı çevirmek için de emek sarf etmek gerekmektedir. Bakın şuraya iki gündür sarf ettiğimiz emek neticesinde ne güzel bir atmosfer oluştu.
- Evet... Bekir Ağa... Hem anlat, hem de bana yardımcı birkaç renk yap.
- Bilmem ki? Ben su bazlı boyalardan yeni renk elde etmesini daha iyi bilirim. Ben sanıyordum ki, sen, su bazlı boya ile resim yapacaksın.
- Hayır. Yağlı boya olması daha iyi. Renk yapmak çok basit... İki rengi birleştirdiğin zaman yeni bir renk ortaya çıkar. Lacivert ile sarıyı birleştirip açık bir yeşil renk istiyorum... Lacivert ne kadar az olursa, boyayı o kadar çabuk elde edersin. Yani koyu olan renkten az kullan ki, istediğin renge ulaşıncaya kadar ilave etme şansın olsun. Yarı yarıya katmak gibi bir yanlışa düşen, fabrikada üretilen açık rengi haczetmek zorunda kalır... (Bekir boya yapmaya başlamıştı)... Evet, evet, işte öyle... Hımmm... Bekir Ağa, bu arada da anlat hele... Sarı Oğlan sende, eline zımparayı al ve bazı yerlerde fırçaya takılan yerler oldu. Resim yapılmamış yerleri hafiften bir daha zımparala.... Yetim, sevgili kardeşim sen de bu arada yerlere boya damlamasın diye serdiğimiz gazeteleri bir düzelt... Evet Bekir Ağa... Hele anlat...
- Ne anlatabilirim ki?
- Aç olduğumuz konuda bize bilgi ver. Bize yol göster. Bize öğüt ver. Malum biz Müslüman olduğumuzu söyleyip Müslümanlıktan bihaber yaşayan insanlarız. Bize inandığımız ama bilmediğimiz dinimizi anlat... Dirsek çürütüp okuyan sensin. Bilen sensin. Senin yükümlülüğün var artık. Bildiklerini paylaşmak zorundasın, yanlış yolda olan bizlere doğruyu göstermek zorundasın....
- Bunu bende biliyorum... bildiklerimi başkaları ile paylaşıp, emri-bil maruf yapıp nehyi-anil münker ile vazifeliyim. Yani doğruları söyleyip yanlışlardan vazgeçirmekle görevliyim. Bu her Müslüman’ın üzerine farzdır... Bu irşad görevinde de birden konuya girmek gerçekten zor. Ortada bir soru olmak zorundaki o kapıyı açsın.
- Bekir Abi... Ölüm, kurtuluş mu? Yoksa yok oluş mu?... dedi Yetim...
- Bir insan nefes alıp verdiği müddetçe öleceğini düşünmez. Aklı selim insanlar ise düşünür. Ve buna göre bir hayat çerçevesi çizer. Ölüm bir gerçektir. Geriye dönüp baktığınız ve hafızanızı zorladığınız zaman, bunu daha iyi idrak etme olanağınız var. Nice iyi bildiğiniz, kuvvetli bildiğiniz, zengin bildiğiniz, akıllı ve becerikli bildiğiniz insan varsa, hatta, nice deli bildiğiniz, ahmak bildiğiniz, fakir bildiğiniz, cahil bildiğiniz v.s insan varsa öldü. Dünyaya zenginlikte kafa tutan tarihteki Firavunlar da öldü. Kısaca alimlerde, zalimlerde öldü. Gariplerde öldü. Ve bu kural değişmeyecek aynen devam edecek. Necip Fazıl Kısakürek ne güzel demiş “ Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber. Hiç güzel olmasaydı ölür müydü peygamber?” bir başka mısrasında ise “ Öleceğiz müjdeler olsun, müjdeler olsun. Ölümü de öldüren Rabbe secdeler olsun.” Ölümün bile öleceğini haykıran üstad ahiret hayatını da şu mısralarla dile getirmektedir. “Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek. / Siz hayat süren leşler sizi kim diriltecek?” dikkat ettiyseniz, ölümü anlatan bu şahısların, bu dünyadan beklentilerinin olmadığını görürüz. Gerçekte olmamıştır da. Onlar irşad görevlerinde bulunup, dünya imtihanlarını lâyıkıyla yerine getirmişlerdir. Bir yabancı yazar olan Lew Tolstoy bile son dönem eserlerinde ölümü işlemiştir. İtiraflarım adlı eserinde şöyle der: Ölmeye ve dirilmeye dair yüzlerce olay hatırladım. Gördüm ki ben yalnızca Allah’a inandığımda yaşıyordum. Allah’ı düşünmem yetiyordu, o zaman hemen diriliyordum. O’nu unuttuğum, O’na inanmadığım zamanlarda ise, yaşam da yok oluyordu. Yaşamın bu diriliş ve ölümleri neydi? Allah’ın varlığına inancı kaybettiğimde, sanki yaşamla ilgili bağlarım da kopuyordu. Allah’ı bulmak konusunda az da olsa umudum olmasa, yaşamıma çoktan son verirdim. Fakat yaşıyorum. O’nu hissettiğim ve O’nu aradığım zaman yaşıyordum. Öyleyse, O vardır. O, O’nsuz yaşanmayan şeydir. Lew Tolstoy çok zaman eserlerinin içeriğini ölüme ayırmıştı. Ölüm hakikatini, yakın çevresinde, cephede, kıtlık ve yoksulluktan, hastalıktan dolayı yanı başında can veren insanların hallerinde müşahede eden yazar, ölümlü bir dünyanın anlamını kavramaya çalışmıştır.
Tolstoy’un, Azeri General İbrahim Ağa ile evli olan Rus asıllı Müslüman Yelena Vekilova’ya yazmış olduğu mektuplar, ünlü yazarın dini düşüncelerini ve özellikle İslâm hakkındaki görüşlerini ortaya koyması bakımından önemlidir. “Hz. Muhammed” adlı çalışmasını 1909’da yazmıştı. Hindistanlı âlim Abdullah el-Sühreverdi’nin eserini Rusça’ya tercüme etmiştir. 1909 yılında kaleme alınan bu eser Çarlık dönemi olduğu için yayınlanamamıştır. Bu eser gizlenmiş olup 1978 yılında Azerbaycan adlı dergide haber yapılınca 81 yıl sonra yani 1990 yılında tekrar basılmıştır. Son dönemlerinde Kur’an ve hadislerle ilgili çalışmalara yönelmiş olmasından dolayı İslâm’ı kabul ettiği sanılmaktadır. Fakat, bunu kanıtlayan bir delil yoktur. Onun Hıristiyanların inanış biçimine karşı çıkması, onları sert dille eleştirmesinden dolayı Müslüman olduğu sanılmaktadır. Ama ortada bunu gösteren bir delil yoktur. Yinede her şeyin en iyisini Allah bilir deyip, tam tevekkül etmek bize düşer. Evet Sarı Oğlan, senin mantalitende (zihniyetinde) olan sistemler bile artık, İslâm’ı benimsemekte.
- Bekir Ağa.... (Epey zaman başı önde düşündükten sonra) Ben hayatımdan dönerim, yolumdan dönmem prensibi içinde olan tutucu, bağnaz biriyim. Benim hamurum bu maya ile yoğrulmuştur.
- Belli... Saygı da duyarım... Ama beni rahatsız eden bir şey var... Bu idealleri seninle birlikte savunan ve sana bu idealleri benimsetenler, seni burada niye unuttular?. Şimdi onlar koltuk, şan, şöhret, mevki makam için mücadele ediyor. Sense ideal uğruna buradasın. Bunda bir çelişki yok mu?
-İki gün önce bir ziyaretçim vardı. Bu da benim gibi idealist bir insandı. O da ceza evine girdi. Yalnız o fiili olaylara çok karışmıştı. Ben fiili olaylara pek karışmazdım, sadece partide bu tür insanlara lojistik destek sağlardım. Bizimle aynı yolda olanların çoğu hapislerde. Bize bir şeyi kabul ettirmenin yegane yolunun şiddet olduğu öğretildi. Ve bu amaçlar doğrultusunda kitaplar okutuldu. Kısaca beynimiz kiraya verilmişti.
- Neydi sizin istediğiniz?
- Siz ne istiyorsanız biz de onu?... dedi Sarı Oğlan... bu arada da duvarı zımparalamaktaydı.
- Şahsım adına benim bu dünyadan bir beklentim olmadı. Olmazda. Ben bir grup üyesi değilim. Ben Hakk yolunda bildiklerini anlatmakla yükümlü bir Müslüman’ım...
- Bunu ilk kez duyuyorum. Ben de bilirdim ki, bu kara sakallılar, yobaz, molla, şeriatçı, kısaca Müslüman olduğunu söyleyenlerin hepsini tarikatçı, gerici olarak bilirim. Ama burada seni tanıdıktan sonra bakış açım karmakarışık olmaya başladı.
- Sarı kardeşim şuna inan. Günümüzde medyanın yönlendirdiği bir toplum haline geldik. Dünya medyasının arkasındaki güce baktığınız zaman, Yahudileri göreceksin. Bunlar istedikleri ülkeye medya aracılığı ile yaptırım uygulayabilmekte. Hatta o millette derin güçler oluşturarak, hükümetleri sindirmekteler. Ve istekleri yerine gelmezse, arkasına aldıkları kuvvet rüzgarları ile ihtilaller yaptırabilmektedirler. Bunlar sadece medyayla kalmayıp, ülkenin en kaymaklı işlerini de ele geçirmek için aynı yöntemi uygulamaktan kaçınmazlar. Onlar için insanlar önemli değildir. İnsanları kamplara böldüklerinden her kampta ayrı bir hava estirirler. Oradaki insanları idealist yapıp, piyasaya sürerler. İşte senin durumunda olan o idealistlerinde sonu, burasıdır. Dışarıda ne olup bittiğinden bihaber olan, hapisteki idealistler, dışarı çıktıklarında çok şeyin değiştiğini, bir maşa gibi kullanıldıklarını çok geç anlarlar. Ama iş işten geçmiştir artık.
- Sen, sen ne güzel konuşmaktasın be Hocam... dedi Sarı Oğlan.. Artık Bekir’e karşı bir saygı ifadesi ile hitap etmeye başlamıştı.... Benim gibi materyalist bir insanı bile sözlerinizle etkileyebiliyorsanız...
- Vallahi söylediklerim bana ait değil. Bu sözlerin sahibi kainatı yaratan Allah’a aittir. Biz kendiliğimizden uydurup bir şey anlatmış değiliz. Biz Kur’ân’da ne görmüş, ne okumuşsak onu anlatmaktayız. Bizim hayatımızın özünü Kur’ân teşkil eder. Biz her şeyden ders almasını çok iyi bilmek zorundayız. Her söylenen sözde kendimize bir paye ararız. Doğru muyuz yanlış mıyız diye. Çünkü hayatın yaşama ve uyma şekillerinin pek çoğunu Hadislerden öğrenmişizdir. Bazen de, o Güzin-i Mübin Sahabelerden öğrendik. İşte Hz. Ali (RA) bunlardan biridir. Şu güzel sözü bize yol göstericidir. Der ki; “Sanki ölüm bizden başkalarına yazılmış! Sanki ölüm bizden başkasına hükmedilmiş! Sanki şu mezardakiler, bir yere gidiyorlar da az zaman sonra dönecekler! Onları kabirlerine götürüyoruz, miraslarını yiyoruz. Sanki biz aynı akıbete düşmeyecekmişiz gibi! Hiç öğüt almayacak mıyız?”
- Bekir Hoca... Hep biz, biz, biz. Diyorsunuz? Siz kimsiniz. Küçük bir grup, bir mezhep veya tarikat mı? Siz kimsiniz be kuzum. Dünyayı sahiplenir bir hava içine giriyorsunuz.... dedi Sarı Oğlan...
- Bak Sarı.... Kusura bakma ama senin bir ismin yok mu? Bu boya ismi ile seni çağırmak hoşuma gitmiyor.
- Boş ver, el ne diyorsa sende öyle de... dedi. Duvarı zımpara ile sürterken...
- Ben yinede, böyle seslenmek istemiyorum.
- Bekir abi... dedi Yetim... Ona bu ismi burada verdiler. Onun asıl ismi. Ufuk’tur. Çok sinsi, fetbaz, insanın güzüne gülerken içinden, sana her türlü hainlik planı hazırlar. Bir yılan kadar sessiz hareket eder, bir sarı çıyan kadar da etkili ve tesirli zehri olduğu söylenir. Bu nedenle, ona sarı çıyan dendi.
- Bu tür lakaplar ve insanı eleştirmeler çok yanlış bir davranıştır. Dünyada dost kazanmak kadar zor bir durum yoktur. Düşman kazanmak ise oldukça basit bir iki saniye kadar ancak sürer... Siz, siz olun, birbirlerinizi asla incitmeyin... Evet siz dedim de aklıma geldi... Ufuk kardeşimin merak ettiği “Biz” deyimi neden çok kullanılır, kimiz biz? Onu anlatayım. Uzun anlatış şekline bakarsan, hem geleceği kıyamete kadar uzun, hem geçmişi dünyanın oluşunda var olan Hak yolundakileri kapsar. Yani kısaca, Allah yolunda olan her kul bir bütünü oluşturur. İşte o bütüne dahil olan herkes “Bizden” olup, bizde “Ondanız”. Yani ayrı gayri durumu yoktur. Bir grup, bir cemaat, bir tarikat olarak ayırmak yanlıştır. Elbet ki o gruplarda kendi aralarında “biz” demektedir. Bu sadece bu yol üzerinde olanlar için geçerli değil. Senin topluluğun, partin v.s ler içinde olan kişiler arasında da “biz” kavramı vardır.
- Elbette var. Ben sadece “biz” kelimesini çok kullanmanız karşısında hangi cemaatten olduğunuzu....
- Dedim ya... Benim grubum, cemaatim, yoldaşım, sırdaşım, kardeşim, tarikatım... Hak yol üzerine olan herkestir. Allah’a kulluk ve itaat konusunda bana doğruyu öğreten, doğru yolu gösteren herkes “bizdendir” bizde “onlardanız”
- Sağol be Bekir Hoca... Benim aklıma bu ve buna benzer çok sorular takılır. Arasıra sormamda bir mahsur var mı?
- Ne münasebet, elbette soracaksın. Bildiğimi sizlerle paylaşmaktan zevk duyarım. Bilmediğim konularda ise nasıl öğrenilmesi gerektiğini ilk önce nefsime, sonra size öğütlerim. Bir bileni bulma yoluna gider, ona intisap ederim. Onun rahle-yi tedrisatından, doyurucu bir şekilde öğrenip, öğrendiğimi de hayatıma aktarırım. Bizim toplum olarak en büyük yanlışımız, çok ukala olup, hiç bilmediğimiz konularla âlim kesilmemiz. Bildiğimiz dört kelimeyi servet sanıp, haykırmaktayız. Konuya veya mevzuya uzaktan yakından haberdar olmadığımız halde, nefsimize uyup, inat damarlarımızı kaldırarak karşı çıkarız. Bu belki bende de var. Ben yıllardır bunu yenmekle meşgulüm. Nefsimi kırmak için var gücümle mücadele etmekteyim. Dünyada hiç kimse, beni benim kadar sevemez. Ve dünyada hiç kimse, benim bana verdiğim zarar kadar bana zarar veremez. Kısaca insan, kendisine ettiğini bir başkasından göremez. Hem dost hem düşman yine kendisidir. Biri size bunu yap dese, elinize silah verip adam öldürmeye yöneltse, siz iradenizi ve aklınızı kullanmaz iseniz, o tetiğe basar ve cezasını çekersiniz. Sonuçta siz yanarsınız. Hem dünyada hem de ahirette ceza çekecek olan sizsiniz. Size silah veren de elbet ceza çekecek. Ama size akıl verildiği, akletmeniz gerektiği öğütlenmekte. Kur’ân-ı Kerim’de çok ayet, “akletmez misiniz”, “düşünmez misiniz,” “akledesiniz”, “düşünesiniz” diye başlamaktadır.... Evet arkadaşlar... Konu konuyu çağırır, konu soruyu harekete geçirir, soru hücreleri uyarır, ortaya sonuçta derya-deniz gelir. Yani; bilgi pınarları akmaya başlar. Bu sohbet ortamları, çok şey kazandırır. Ölü olan hücrelerin yerine yenileri doğar. Çünkü sen öğrendikçe, onları depolayacak, saklayacak hücreye ihtiyacın vardır. Öğrenen insan devamlı üretmeye zorlanır. Öğrendiklerini depolayacak, saklayacak bir kasa gerekir. İşte bu da bunama, ihtiyarlama zamanını uzatır. Çünkü sen öğrendikçe sistem devamlı çalışmaya zorlanır. Bu hücre kendiliğinden, veya yoktan var olmayacak. En azından onun oluşması için, bazı mineraller ve vitaminlere gereksinim olacak. O da aldığın gıdadan, nefesten teşekkül etmektedir. İşte bundan sonra benim susmam gerekmektedir. Çünkü konu bilmediğim bir mecraya doğru beni çekmekte. Bu da nefsime her türlü zorlamayı yapacak ve benim günah işlememe neden olan sözcükler, deyimler istemeden ağzımdan çıkacak. Evet, sevgili kardeşlerim... Sizleri bilmem ama ben epey yoruldum.... (saatine baktı) Benim namaz kılma saatim gelmiş. Sabahtan beri sizlerin sayesinde zaman ne güzel akıp gitti. Elimizdeki ve dilimizdeki meşguliyet sayesinde, bir şeyler inşallah kazanmışızdır?
- Siz anlatın yeter ki Bekir Abi... dedi Yetim.
- Çalışan çeneden güzel sözler ve öğütleyici birkaç kelime çıkmışsa ne ala. Yok sizlere kötü örnek olacak sözlerim ve davranışlarım varsa, Allah beni affetsin. Sizleri de yanlışlarla yaşatmasın.
- Aminnn... dedi hepsi birden...
- Sarııı... dedi Yetim... Bunca zaman beraberiz. İlk kez ağzından beni iliklerime kadar titreten bir ses duydum... Senin istikbalini parlak görüyorum.
- O parlaklık içinden gelmekte aslanım. İnsan kendisinin ne olmasını istiyorsa, karşısındakinden de onu bekler... Demek ki ikimiz de aynı yola adım atmaktayız. Allah büyük, bakalım nelere olacak.
- Bakir abim sayesinde inanıyorum ki, çok şey olacak.
- Beni bu kadar büyüklendirmeyin. Benim de bir nefsim var. Onun hoşuna giderse, hayatımı altüst eder. Beni hep yanlışlara doğru çeker. Övgüleriniz insanın yüzüne olsun, tamam.. ,Ama, mümkünse kısa ve şatafatlı kelimelerle süslenmesin. Nefsin uyandırıldığı nokta işte oradadır.




10

“Çik, çik, çik...” diye bir ses duyuldu, iki metre yukarıdaki 30 cm lik pencereden. Bekir, yatağında oturmuş, Kur’ân okuyor ve hafif hafif sallanıyordu. Bekir, her sabah namazı için erkenden kalkar, abdest aldıktan sonra, Kur’ân okurdu. Sonra, namazı kılıp tekrar Kur’ân okurdu.
Güneş daha doğmamıştı. Ama o parmaklıklı pencerede öten kuş, çok mahkumun uyanmasına neden olmuştu. Yatağında kuşun sesini dinleyenler, hülyalara dalmış öylece otururken, kimi elini başının altına almış bir halde sırtüstü yatıyordu. Yetim ise, pencerenin altına kadar gelmiş, kuş sesini dinlemekteydi. Bu arada da kendinden geçmiş bir hali vardı. Sanki koğuşta değildi. Ellerini yarım daire çizip duruyor ve arasıra da aşağı yukarı doğru indirip kaldırıyordu.
- Özgürüm ben.... Uçuyorum, aman Allah’ım ne güzel bir duyguymuş bu.... dedi sesini yükselterek....
Yetim koğuşun ortasındaki üç metrekarelik alanda, ellerini kaldırmış olarak koşuyordu. Diğer mahkumlar onun bu hali karşısında şaşkın olup, sadece seyrediyordu. Kimisi ise acıyarak bakıyor, bir yandan da hayıflanıyordu. (Vah zavallı Yetim, kafayı yedi garibim) gibi mırıltılı sesler çıkıyordu. Yetim ise hiç kimseye aldırmadan öylece koşuyor ve arasıra durup, kuşun sesini dinliyor ve tekrar koşuyordu.
- Bekir abi... Bekir abi... Ben bu kuşların dilinden anlıyorum.... dedi Yetim bağırarak....
Bekir, elindeki Kur’ân-ı kapattı. Öperek alnına koydu ve masanın üzerine bırakıp, Yetim’in yanına geldi. Yetim, Bekir’i karşısında görünce durup, pencereyi işaret ederek.
- Bak Bekir abi... Duyuyorsun değil mi? İşte ben bu sesi anlıyorum.
- Güzel... Güzel... Peki ne diyor ?
- Hal diliyle bir arkadaşını ve ailesini çağırıyor. Hem hal hem de ruh diliyle de Allah’ı zikrediyor.
- Doğrudur... Çünkü yaratılmış olan bütün canlılar, her daim Allah’ı zikreder. Hele sabah namazı öncesi ve sonrası daha çok zikreder. Onlar Allah’a kayıtsız şartsız, tam teslim olmuşlardır. Sadece insan, teslimiyette serbesttir. Ona Rabbim akıl vermiş ki doğruyu bulabilsin. Rabbim seher vakti kullarına rızık yazar. Kim ki bu saatlerde uyanık olup, ibadetini yaparsa, Allah’ın bu ikramından daha çok nasiplenir. O’nun bağışlayıcılığı kadar büyük bağışlayıcı, O’nun sevdiği kadar büyük seven, O’nun koruduğu kadar itina ile koruyan kısaca O’ndan büyük olan yaratılmış ve yaratılacak hiçbir şey yok. olmadığı gibi ne yaratılmışa benzer, ne ileride yaratılacak olana. O, karanlık gecede, siyah karıncanın her hareketine vakıftır. O, büyüktür. İnsan aklının almayacağı kadar büyük ve kudretlidir. O’na karşı gelen helak olur.
Tahta masanın etrafındaki sandalyeye otururlarken, uyanık olanlarda ranzalarından aşağı inip, lavaboya, kimisi de, masanın etrafındaki ranzalara oturmaktaydı. Bekir, etrafındaki bu kalabalığı görünce, kendisi direk olarak bir şeyler anlatmıyordu. Onlardan gelen soruları cevaplamaya çalışıyordu. Mahkumlardan biri sordu.
- Kaza ve kader ne anlama geliyor Bekir hoca?.... dedi mahkumlardan biri.
- İmanın şartlarındandır. İyi ve kötü her şeyin Allah’tan geldiğine inanmaktır. Kader: Ezel adı verilen sonsuz zamandan, Ebed adı verilen gelecek sonsuz zamana kadar, olmuş ve olacak her şeyin, Yüce Allah tarafından bilinmesi ve bu bilgiye göre düzenlenmesidir. Kazâ: Hayâtın başlangıcından sonuna kadar, Allah tarafından olacağı bilinen şeylerin, zamanı geldikçe olmasıdır. Kısaca şöyle denilebilir; Yüce Allah, olacak her şeyin nerede ve nasıl olacağını ezelden beri bilmektedir. Buna kader denir. Olacağı bilinen bu şeylerin, zamanı geldikçe olmasına da kazâ denir. Bizim burada hapis yatmamız alnımıza yazılmış ve biz onu çekmekteyiz. Birde madalyonun öteki yüzü vardır. Bize bunun yazıldığını sadece Allah bilmektedir. Eğer bilseydik, asla bu kötü yola gitmezdik. Ama Cenab-ı Allah (cc) bizlere akıl vermiş. Önümüze her daim iki seçenek konmuş. Biri iyi biri kötü. Hem iyinin ne getireceği, hem de kötünün ne getireceğini duyurmuş. O nedenle Kur’ân-ın pek çok âyeti, “akledesiniz, düşünesiniz” diye başlamaktadır. Ama biz inanmış olduğumuz dinden bihaber yaşamaktayız. Sonrada başımıza bir musibet geldiği zaman Allah’a isyan etmekteyiz. Hayır buna hakkımız yok. Allah’ın bize sunduğu iyi yoldan gitmez kötü yolu seçersek, başımıza gelenlere katlanacak, isyan etmeyeceğiz. Kul hakkı yeme demişse, asla kul hakkı yemeyeceğiz. O’ndan gelen her söz; bize bir emirdir. Allah’tan gelen her emir, farz olduğuna göre, yani yapılması mutlak olan bu emri yapmaz isek, isyan etmeye hakkımız yok. Zaten isyan etmek baş kaldırmakta bir suçtur. Çünkü inandığım din, en büyük dindir. Onu bilmeden hareket edip sonrada niye böyle oldu diyerek isyan etme hakkımız asla olamaz. Şu kuş sesi ne kadar hoş geldi kulağımıza. Değil mi? Evet.. Elbet hoş gelecek. Çünkü güzel bir ses. Bu kuş sesini dışarıda iken pek çok kez duyduk, ama asla bu denli dikkat kesilip dinlemedik. İşte İslâm’da böyle. Onu dikkat kesilip dinleyerek hayatımıza yön verseydik, burada olmayacaktık. Hayatımız bu kadar çok çıkmaza girmeyecekti.
- Ulan Bekir.... Dır, dır konuşuyorsun ama bu kadar dini bildiğin halde neden buradasın? Ele veriyorsun talkını, kendin yemektesin salkımı... Biraz mantıklı ol... Etrafına topladığın dört soytarı, dinliyor sanarak, havalara girme?.... dedi Mahir.... sert bir ses tonuyla.
- Buraya illa suçlular gelecek diye bir kural yok. Yanlışlıkla da gelinebilir.
- Yok ya... Falan camide bir imam varmış... Biz onu alıp yanlışlıkla hapse atalım mı dedi hakimler?
- Hayır... Kaza ve kaderi anlattım biraz önce... İşte benim de buraya yanlışlıkla da olsa girmem gerekli olduğu için girdim. Alnıma yazılan kazanın tecelli etmesidir bu. Bu benim için ne anlam ifade ettiğine gelince; benim için bu bir imtihandır. Bunu böyle algılamak zorundayım. Buna katlanmanın ve sabretmenin ileride bir mükafatı olacağına inanarak, dayanmaya çalışacağım. Çalışmak zorundayım. Başka yapabilecek bir şeyim yok. Burası belki benim için daha hayırlı bir işe vesile olacak, bir dostluğa vesile olacak, kim bilir.
- Ya da düşmanlığa.... dedi Mahir.
- Olabilir de... Orasını Allah bilir. Ama, benim inandığım gibi yaşamam, yaşadığım gibi inanmamın ana temelini oluşturur. İşte bu temel üzerine bina edilen hayat, her türlü imtihanı başarı ile geçer. Sen zannediyor musun ki, hayat sadece maddi kazanç peşinde koşmak, eğlenmek, zevk almak, çalmak, çırpmak, böbürlenmek?.. Hayır. Hayat bu olamaz. Eğer öyle olsaydı, insanların kimi gece gündüz demeden çalışıp duruyor, kimi gece gündüz ibadet ediyor. Hep çalışan senin mantığınla hareket ederse, nasıl olsa biri çalacak neden çalışayım? Bende başkasından çalıp hayatımı idame edebilirim, bende başkasının sırtından geçinebilirim. Deme lüksü var. Ama bilinmeli ki, bu düşüncenin bütün insanlarda da olma olasılığı var. İşte o zaman çalacak, eğlenecek, alacak bilmekte olduğun hiçbir şey olmayacak. O zaman, hayat yok demektir. Hayat, iki şeritli yol gibidir. Biri aheste gidip, tevekkül etmek, çevreyi seyrederek, Yaratan’ın ne güzel Yarattığına şahit olmak, diğer şerit ise, hızlı gidip, hızla akan yolda, sadece yol üzerindeki çizgilerin hızlı akışına bakabilmektir. Akıl baliğ olan insana düşen, aheste yol almaktır. Çünkü; o yolun mükafatı pek çoktur... Sen hızlı şeritte giderken sinek vızıltısına bile tahammül edemezsin. Ben aheste giderken, aslan kükremesine bile gülerek bakma şansım var. Çünkü tevekkül yolunda ilerlemekteyim. Teslim olmuş olmak, bela ve musibetin gelmemesi anlamı taşımaz. Gelen her bela ve musibeti, imtihan aracı olarak gördüğüm zaman daha çok mükafat kazanacağımı bilmem, benim kazancımdır. Burada seninle olup, dört duvar arasındaki nefes alıp vermem de aynısıdır.. Bu benim için Kader’de yazılmış olandır. Kaza ise başıma gelmesidir.
- Şeriat düzeninde neden kol kesme, taşlama, adına ne denildiğini bilmem ama, televizyonda görmüştüm, bir kadına insanlar taş yağdırıyordu. Bu nasıl bir düzen. Taşlarla insan öldürmek. Hem de halkın buna katılması mecburi olacak. Bunlar akıl kârı değil Bekir hoca... dedi mahkumlardan biri.
- Şu “Recm” olayını diyorsun? Bak dinle:
Zina: Kur’ân’da Nûr Suresi, ayet 1-2-3 ‘de Rabbim şöyle buyurmaktadır:”1- (Bu) Bizim inzâl ettiğimiz ve (hükümlerini üzerine) farz kıldığımız bir sûredir. Belki düşünüp öğüt alırsınız diye onda açık seçik âyetler indirdik. 2- Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüz sopa vurun; Allah’a ahiret gününe inanıyorsanız, Allah’ın dininde (hükümlerini uygularken) onlara acıyacağınız tutmasın. Mü’minlerden bir grup da onlara uygulanan cezaya şahid olsun. ( İslâm hukuk dilinde bu cezalandırma şekline “had” denir. Âyette emredilen bu uygulama yalnız bekâr olup da zina edenler içindir. Eğer evli bir erkek ve kadın zina etmişlerse, buna “recm” cezası tatbik edilir. Yani taşlanarak öldürme) 3- Zina eden erkek, zina eden veya müşrik olan bir kadından başkası ile evlenmez; zina eden kadınla da ancak zina eden veya müşrik olan erkek evlenir. Bu, mü’minlere haram kılınmıştır. (İslâm’da müşrik kadın ve erkekle evlenmek caiz değildir ve böyle bir nikah akdi geçersizdir. Âyette, zina etmiş Müslüman’la evlenmenin çirkinliği de belirtilmiş olduğu kabul edilmekle birlikte, âyetin nüzûl sebebi ve diğer deliller dikkate alınarak, İslâm âlimlerinin çoğunluğunca böyle bir nikâh akdinin geçerli olduğuna hükmedilmiştir.)
Hırsızlık içinse: Mâide Suresi, âyet 38’de Rabbim der ki: “Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık bir ceza ve Allah’tan bir ibret olmak üzere ellerini kesin. Allah izzet ve hikmet sahibidir.. (39) Kim ( bu) haksız davranışından sonra tevbe eder ve durumunu düzeltirse şüphesiz Allah onun tevbesini kabul eder. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.
Her iki soruyu iyice bir tetkik et. Rabbim bu cezaların uygulanmasını neden istemekte. Çünkü toplum düzeni ancak ve ancak bu şekilde korunmaktadır. İnsanlar uzuvlarının kesileceğini bile bile hırsızlık yapmaz. Öldürüleceğini bile bile zina etmez. Bu olay münferit olarak işlendiğinde uygulanırsa, diğer insanlar bunu görünce kafalarından bu pis işi çıkarmak zorunda kalacak. İşte o zaman hapishanelere gerek olmayacak. Çünkü içine konulacak suçlu olmaz.... ( Bu sırada koğuşun kapısı açıldı... İçeri gardiyan Yusuf girerek...)
- Ressamlar görev başına gitmiyor mu?
- Gideceğiz elbet... Tamam geliyoruz.... (Kapıdan çıkarken Cengiz, elini Bekir’in omuzuna atarak) Bekir hoca... Tuvalimizin karşısına geçebiliriz artık... Ha... (koğuş kapısından çıkarlarken) Bir arkadaşın evinde şöyle bir yazı okumuştum. Bu yazının manasını sizi tanıyana kadar çözmek aklıma gelmedi. O yazıda Hz. Ali (RA) der ki: “Açık kalple konuşan düşman, içinden pazarlıklı dosttan daha iyidir.” Siz gerçekten mert bir insansınız. İçiniz neyse dışınız da o.... dedi Cengiz.
- Bende senin gibi etten ve kemikten teşekkül bir insanım. Sadece beni senden ayıran, bazı prensiplere sıkı sıkıya bağlılık olsa gerek. Unutma, bir insana şu dört şey zarar verir. Hırs, korku, tembellik ve borç. Şükür Rabbim’e ben bunları çevreme dahi yaklaştırmadım. İşte o nedenle belki ben rahat hareket etmekteyim. Dünya serveti peşinde koşmadım. Koşmayı düşünmem de. Bir söz okumuştum bu söz şöyleydi... “Her büyük servetin altında kan ve gözyaşı vardır.” Büyük servet sahiplerinin pek çoğu dünyaya meyilli insanlar konumundadır. Bu tür insanların kalplerini, bedenlerini, hayallerini, ilkelerini, geçmişini, geleceğini kısaca her şeyini, dünyalık sarmıştır. Elinde olanı kaybetmemek için daha çok çalışma, daha çok kazanma hırsına kapılabilir. Kaybetme korkusu hakim olunca da, kaybetmemek için bir başkasının kaybetmesinden haz duyabilir. Dünyalık sevdası, insana zarar verir. Eğer Hz. Ebû Bekir (RA), bu sevdanın iyi olduğunu düşünseydi, malının tamamını İslâm uğruna bağışlamazdı.. O ki, zamanının en kudretli ve zengin kişisidir.
Bu arada resim yapılan koğuşa gelmişlerdi. Gardiyan Yusuf kapıyı açtı ve onlar içeri girene kadar bekledi. Bekir ve arkadaşları içeri girince, kapı tekrar kapandı. Cengiz, Bekir’e bakarak...
- Ağzından bal damlıyor... Evet... Büyük tuvalimizin başına geçtik artık...
- Evet üstad, şimdi ne yapıyoruz?... dedi, Ufuk...
- Sarı, bazı yerlerde fırçaya takılan alçı pürüzleri var. Şu karşı duvarı tekrar bir zımpara etmekte fayda var. Sen orayı zımparalarken, Bekir hocam da bana boya yapsın. Yetim, sende yerlere gazete serdikten sonra, iskeleyi biraz karşıya doğru kaydır.
- Tamam usta... Bekir hocam... Senden ricam bu arada şu kul hakkı hakkında bilgi vermende bir mahsur var mı?
- Yetim! Sevgili yeğenim. Bildiğim kadarı ile anlatmaya çalışayım. Bu konuda kesin delil ve belgeler ile konuşmakta yarar var. Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (SAV) der ki: “Yemin ederek bir Müslüman’ın hakkını alan kimseye, Allah cehennemi vacip kılar, cenneti de haram eder...” buyurmaktadır.
- Benim dayı hapı yuttu desene...
- Ne gibi?
- İlk hapse girdiğimde biri bana dedi ki, dayın senin mallarının üzerine konup oğluna iş yeri açmış olmalı... Bu söz aylarca kafamda sorular yumağı oluşturdu. Çıkar çıkmaz, onun yanına vardım. Yemin Billah etti. En sevdiklerinden tut, en kutsalına kadar pek çok yeminler etti. Benim yakınım olanlar ise, babamın mallarının üstüne dayımın oturduğunu söylemekteydi. Ama işte ben hapse girmeden önce, hani demiştim ya, noterden bir çok kağıdı imzalattı diye. İşte onlar benim mallarımı elimden aldığının deliliymiş. Bu belge karşısında ne yapabilirdim ki?
- Bak yeğenim... Bir Müslüman’ın alınan hakkını sadece maddi haklardan biri olarak düşünmek doğru olmaz. Anlattığına göre seni bu yola dayın itmiş. Bu yol yüzünden hayatın çirkefe bulanmış. Bundan dolayı da dayın suçlu. Müslüman’a yapılan iftira, haksız yere verilen ceza, namus ve haysiyetine söz söylemek gibi şeylerde birer haktır. Hatta bunlar, maddi şeylerden daha önemli ve önceliklidir. Sevgili Peygamber Efendimiz (SAV) der ki: “Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, namusu veya malıyla ilgili bir zulüm varsa altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyamet günü gelmeden önce o kimseyle helalleşsin. Yoksa kendisinin sâlih amelleri varsa, yaptığı zulüm miktarınca sevaplarından alınır, hak sahibine verilir. Şâyet iyilikleri yoksa, kendisine zulüm yaptığı kardeşinin günahlarından alınarak onun üzerine yüklenir.”.. buyurmaktadır. Bu konuda Hz. Ali (RA) der ki: “Mazlumun zalimden öç alacağı gün, zalimin mazluma zulmettiği günden daha çetindir.” Günümüzdeki İslâm anlayışı ile Peygamber Efendimiz (SAV) zamanındaki İslâm anlayışı hiç değişmemiştir. İslâm, o gün neyi istemişse, bugünde aynı şeyi isteyip emretmektedir. Rabbim Kur’ân’da her şeyi en ince ayrıntısına kadar bildirmiştir. Yorum ve içtihatların ana kaynağı Kur’ân ve Hadisler doğrultusunda olmak zorundadır. Çünkü Kur’ân, Hakk sözü olduğu için sonradan ayet ve sure ilave etmeye kimsenin gücü yetmez. Çünkü Kur’ân’ın sahibi ve muhafızı Cenab-ı Allah’tır.
- Bekir Abi... Ben günahlar içinde gark olmuş, boğazına kadar günahlara batmış biriyim. Bu kul hakkı sayesinde demek ki çoğundan kurtulacağım. Dayım denen azgın ayı, kıyamet günü onları yüklenecek desene?
- Orasını Allah (cc) bilir. Biz sadece bize bildirilene göre hareket etmek zorundayız. Ben günahlara bulaşmış bir adamım. Benden adam olmaz deyip ümidini yitiren adam yanılgı içindedir. Sevgili peygamberimiz der ki: “Mazlumun duasından sakının, çünkü onun duasıyla Allah arasında perde yoktur.” Mazlumun ahı, çok tutar derler. Sen şu an bir mazlum konumundasın. Fakat yapman gereken çok şey var. Elbet kul hakkı, bu dünyada olmasa bile ahirette hesap masasına yatırılacak. Haklı hakkını son damlasına kadar alacak. Bize bildirilen budur. Şu da var “Yokuşu tırmanırken akıtmadığınız ter, inişe geçtiğinizde gözyaşınız olacaktır.” Öyleyse biraz ter akıtmak zorundayız. O ter nedir derseniz?... İbadet etmek derim. Bu ibadet, insanın Allah’a olan şahsi borcudur. Biz nasıl kuldan alacağımızı isteme hakkına sahipsek, Rabbim de bizden alacağını isteyecek. O’na ibadet ederek, O’na güvenerek, O’na sığınarak kurduğumuz bir yaşam elbet ki O’nun hoşuna gider. Öyleyse biz de üzerimize düşen görevi yapmak zorundayız. Hz. Ömer (RA) der ki: “Kabre azıksız giren, vapursuz denize çıkmış gibidir.” Bu dünyayı iyi değerlendirmek gerekir. Çünkü dünya amel yeridir, hesap yeri değil. Ahirette ise, hesap var, fakat amel zamanı geçmiştir. Bilmem anlatabildim mi?
- Çok şey anlattınız. Hem de çok.... dedi Yetim....
Bekir, koğuşun içinde elini arkaya koyarak dolanmaya başladı. Hayranlıkla tavana yapılan gökyüzü resmine bakarken;
- Oooo... Bayağı güzel bir eser inşa eşmişsin be Cengiz kardeşim...
- Sahi mi? Buradan pek belli olmuyor... Tavan çok sıcak yahu.... dedi fırçadaki boyayı tavana sürerken.... Hele şu duvarlara bir gelelim bak o zaman daha da güzel olacak. Tavan la duvar bir bütünlük arz edeceğinden, komple bir manzara oluşacak... İşte can alıcı nokta o zaman ortaya çıkacak...
- İnsandaki kabiliyete bir bakarsanız, dünyayı keşfedersiniz. Şu dört duvar arasında bile üretme sevdamız olmasaydı, meşguliyetsiz kalan beden ve ruh, isyana sürüklenebilirdi. Baksanıza, Rabbim bir insanın kişiliğine, ne maharetler, ne sırlar gizlemiş!...
- Bekir Hocam... Bu resmin korunması için üzerine bir koruyucu çekmek iyi olmaz mı?
- Ben boya ve tiner işinden pek anlamam. Hangisi dayanıklı hangisi dayanıksız, benim bu konuda bilgim yok. Bildiğin gibi ben su bazlı boyalardan anlarım. Bana ne söylersen yaparım. Ben, sadece yardımcılık etmekle görevliyim.
- Sağolasın... Hımmm... Evet resim bittikten sonra üzerine bir koruyucu sürmek lazım... Ne olur ne olmaz, yangın falan olursa maazallah yanıp gider. Emeklerimiz boşa gitmemeli. Hem koruyucu ile kaplanırsa, kokusu da rahatsız etmez. Üstelik parlak durur.... Acaba diyorum... Şöyle üzerine fosfor atsak mı?
- Bak bu fosfor işinden anlarım. Çünkü bazı hat çalışmalarımda fosfor kullandım. Bir tablo veya levha için güzel olduğunu müşahede ettim. Ama hayatımda böyle bir resmi ilk defa gördüğüm için, şöyle olursa daha iyi olur diyemem. Evet bu fikri ben verdim ama, bu denli güzel yapabileceğini ummamıştım. Eline sağlık, çok güzel oluyor. Haa... Fosfor işine gelince; dediğim gibi levhada iyi olmakta ama bu resimde bilemem. Nihayetinde burada insanlar yatacak. Fosfor, burada yatanları rahatsız edebilir. Gerçi faydası da olmaz demek yanlış. Çünkü yirmi dört saat güneş batmayan bir ortamı oluşturur. Gecesi de gündüzü de parıldar durur. İşte o zaman resim daha da dikkat çekici olur. Yine de sen bilirsin... Eğer fosfor istersen, hemen aldırabiliriz.
- Kararsızım...
- Bu fosfor olayında bildiğim kadarıyla hem yapacak, hem de fosforu serpeceksin.. Zamanında karar ver. Resim tamamen bittikten sonra, fosfor olayı çıkarsa, resmi tekrar ele almak zorunda kalırsın. Bildiğin gibi toz fosfor, yaş olan yere yapıştırılmakta. İyi düşün... dedi Bekir, sarı rengin içine kırmızıdan bir iki damla damlatırken...
- Bir şey söylememe müsaade var mı Cengiz Usta.... dedi Yetim...
- Buyur gardaş... Söyle.
- Fosforu falan bırakın... Burada o zaman yatan herkese lakap takarlar...
- Nasıl yani?
- Fosforlu, fosforlular, fosfor gibi ne bileyim... Bilirsin bizim meziyetlerimizin başında bu tür işleri yapma becerisi daha çok gelir. Eser vermeyiz ama; eser vereni aşağılamak, onunla dalga geçmek, onu horlamakta mahir bir toplumuz. Ulema değiliz ama; ulemaya konuşma fırsatı vermeyiz. Hiçbir şey bilmeyiz ama, her konuda bilgili sayarız kendimizi. Âlim karşısında âlim, zâlim karşısında zalim olmayı çok iyi biliriz. Biraz ukala bir gençlik yetiştirmekte mahiriz. Horlamak, dalga geçmek, aşağılamak en büyük zevklerimiz arasında sanki...
- Bak yeğenim... Bunu genel anlamda kullanmamaya bak. Senin bulunduğun çevre öyle olabilir. Olması da doğal. Çünkü sevginin hakim olmadığı bir çevredesin.
- Bakın bu doğru işte... Ben sadece fikrimi söylemek istedim.
- Ama güzel söyledin... Bu millet ile en çok sen haşır neşir oldun.... dedi Cengiz... Sen, çalmak için Bekir Hoca’da vermek, yani öğüt vermekte, yanlışları ve doğruları göstermekte. Yetim doğru söylüyor... Bu fosfor işinden vazgeçelim.
- Sen bilirsin... Usta sensin...
- Şu tavanın işini bugün bitirmeliyim... Boynum tutuldu burada çalışmaktan.... Hım mm.. Şuraya bir iki bulut kümesi daha yapmakta fayda var... Bekir Hocam... Portakal rengini iki hatta üç tane hazırla. Biri çok koyu, diğeri çok açık, öbürü ise, orta olsun... Güneşin doğuşunu mükemmel bir hal içinde göstermeliyiz. Bu zindana devamlı doğmakta olan bir güneş, mükemmel olacaktır.
- Karanlığın hakim olduğu tonları kullanmamaya bak o zaman...
- Merak etme hocam....


11
- Ressam kardeşlerimiz, bizi o güzel eserle ne zaman yüzleştirecekler? Yaptıkları resmin açılışına bizi de davet edecekler mi acaba?.. dedi Ali....
- Biz resmi, kendimiz için yapmıyoruz ki! Resmi sizin için yapıyoruz. Az bir zaman sonra bitecek inşallah.... dedi Cengiz ve elini yüzünü yıkadıktan sonra yatağa uzandı.
Cengiz, Ufuk ve Yetim, koğuşta yemekten sonra yataklarına uzandığında diğerleri, el işi yapmakla meşguldü. Sadece Bekir, Kur’ân okumaktaydı... Bekir kendisine bakan iki dikkatli gözü fark etmişti. Bu Mahir’di. Mahir göz ucuyla, elindeki tığla bir şeyler yapmaya çalışırken, bir yandan da sert bakışlarla Bekir’i süzüyordu. Bekir, bakışlardan rahatsız olmaya başlamıştı. Elindeki Kur’ân-ı öpüp alnına götürdükten sonra, Mahir’in yanına doğru ilerledi. Mahir, Bekir’in kendisine doğru yaklaştığını görünce elindekileri yatağın üzerine koyarak ayağa kalktı ve Bekir’e bağırmaya başladı....
- Ulan Molla bozuntusu, yobaz adam... Senin yüzünden şu düştüğüm hallere bak....
- .............
- Cevap versene be gerici bozması?....
- ..............
- Tabii kendileri, boş koğuşta istedikleri gibi bir ortamı buldular.... Bana, bana cevap ver ulan.
Bekir, bronzdan bir heykel gibi dimdik dururken, yüzünde gülümse vardı. Elini Mahir’in omuzuna uzattı ama Mahir, onun elini itti. Mahir, gözlerinden alev çıkaracak kadar haşindi. Gaddar bir çehreye bürünmüş, yumrukları da sıkılı bir halde duruyordu. Bekir’in tebessümü onu daha çok sinirlendiriyordu. Küfürleri sanki Bekir duymuyormuş gibiydi... O biliyordu ki, “Kötü söz sahibinindir.” Bu nedenle Mahir’e karşılık vermiyor, vermeyince de Mahir, daha çok hırçınlaşıyordu.
- Bak kardeşim....
- Ben senin nereden kardeşin oluyorum ulan?.. Senin gibi yobaz olacağıma ölürüm daha iyi.
- Ecelden kimse kurtulamaz. Hem ölürüm demekle de ölünmez. Kardeş olduğumuzu bildiğim için söylüyorum. Her ne kadar sen inkar etsen de biz kardeşiz.
- Hadi oradan be... Kardeşmişiz... pöf...
- Biz Adem ile Havva’dan geldiğimize göre elbet ki kardeşiz.
- Pöf... dedi küçümser bir tavırla....
- Çalışmayı sevmediğini müşahede etmekteyim. Aslında çalışan ve üreten kişi, değerli insandır. Asalak konumunda kalmaktan iyidir. Öfke, insanı içten içe yiyerek bitirir. Bırak öfkelenmeyi. Nefsine hakim ol. Nefis; dünya zevklerini, isteklerini tercih eder. Rahatı ve tembelliği arzu eder. Kötülüğe özendirir. Günahlara, çirkinliklere alıştırır. Rahatı ister. İşten, çalışmaktan kaçar. Eğer onu zorlarsan zayıflamış olursun, kendi başına bırakırsan mahvolursun. Nefsinin yularını eline almaya bak. Kendi yularını nefsin eline sakın verme. Gel tevbe et, doğru yol üzere ol. Günah fıtratta bir deformasyon ise tevbe ve nedâmet, yeniden fıtrata dönüştür.
- Bana martaval okuma aslanım...
- Hayır, ben sana yararlı olacak şeyleri söylüyorum... Gerçekten çalışan demir paslanmaz. Atıl duran alet paslanır. Üretmek kadar güzel bir haz var mı?... Gerçi sen bu hazzı hiç tatmadın. İnşallah bundan sonra tadarsın... Bak, yıllardır burada bu insanlar el emeği verip göz nuru döktüler. Onların ürettiklerini sizler dışarı çıkardınız. Bu çıkarış işinde hep kazanan sizler oldunuz. Üstelik, emek vermeden kazandınız. Şimdi ise Rabbim sana da üretme şansı verdi. Yarın senin ürettiğine biçilecek değer, seni memnun edecek mi göreceğiz.
- Sus ulan P.... demeye kalmadı yumruğunu kaldırıp Bekir’e indirmek üzereydi ki, Bekir Mahir’in kolunu yine havada yakaladı. Bileğini sıktıkça sıktı. Bekir’in yüzündeki ifade değişmeye başlamıştı. Mahir’e bakarken, gözleri küçülüp, suratındaki bütün kaslar gerilmeye başladı....
- Bir daha el kaldırdığını görürsem, bu dünyayı sana zindan ederim. Benim susmam sana cesaret vermesin. Sana nasihat versin. Susmamdan ders al. Üstüme fazla gelme. Dikkat et. Kesin ve net cümleler kullanıyorum. Uzun cümle kurmaya çalıştığım zaman öğüt, kısa cümle kurmaya çalıştığım zaman, sinir katsayımın yükseldiğini anlatmaya çalışıyorumdur. Adam ol... Adam ol... Adam ol... Hatta elinden geliyorsa, iyi bir kul ol... Yok gelmiyorsa, sus, sus, sus... Bir daha benden bu denli, uyarı alamayacağını unutma... Hz. Ali (RA)’in şu sözüne kulak ver ve hayatına uygulamaya bak... O güzel insan der ki: “Öl de alçalma, azı yeter bul da yüzsuyu dökme. Çalışıp bir şey elde edemeyen kişi, oturunca hiçbir şey elde edemez.” Senin çalışmadan kazanma devren bitti artık. Üretmek zorundasın. Eğer üretmek istemiyorsan, hemen başka koğuşa naklini iste. Elinden geliyorsa, başka hapishaneye naklini iste. Kendine yeni bir çevre bul... Anlaşıldı mı?
- Hıhhıı.. Tamam, tamam kolumu bırak artık.... dedi acı içinde kıvranarak....
- Haklı olduğun zaman sakın eğilme... Hakkını almak için sonuna kadar mücadele et. Hz. Ali (RA) der ki: “Haksızlık önünde eğilmeyiniz. Çünkü hakkınızla birlikte şerefinizi de kaybedersiniz.” ve “Haksızlığa baş kaldırmayanlar, onlardan gelecek her kötülüğe katlanmalıdırlar.” Bunu hayatına uygulamaya bak. Haklı olduğunda mücadele et. Haksız isen, dilini dişini çekip köşene otur. Aksi takdirde biri gelip dilini dişini toptan söküp alır. Hz. Ali (RA)’nin bu sözlerini düstur edinen biri karşına çıkar ve ağzının payını verir. Sen kendini dünyanın yegane sahibi mi sanırsın? Öfke; tüm duyguların en korkuncu ve çılgınıdır. Sen öfkene hakim olmakta zorlanıyorsun. İşte bu nedenle çok çabuk çökebilirsin. Vücudun sana itaat etmemeye başladığı zaman, acı günler seni bekler. Kin beslemek, özünde kişinin kendi rahatını bozar. Sen beni dinle ve sermaye olarak kendine sabrı seç. Ve ona sımsıkı sarıl. O sabır sana hayatın bütün güzelliklerini bahşedecek, seni iki cihanda da mutlu edecektir. Bugün olmadıysa yarın, yarın olmazsa öbür gün diyebildiğin zaman, sabır kapısını aralamış olursun. Üstelik sabrın da geçerli ve geçersiz olduğu zamanlar önüne çıkacaktır. Sabır; adalet ve ayrım olmadığı zaman geçerlidir. Nefsinin esaretinden kurtulmaya bak. Unutma ki: Nefsin şerrinden kaçman, aslandan kaçmandan daha faydalıdır. Sen kendini bu koğuşun lideri olarak algılamaktasın. Oysa liderlik kavramının ne anlama geldiğini bilmiyorsun. Liderlik, güç kullanmak değildir. Başkalarını güçlü kılmaktır. Senin anlayış tarzına göre insanlar, lider sultası altında yaşamalı ve ona kayıtsız şartsız itaat etmeli. Lidersiz elbet olmaz. Hz. Peygamber Efendimiz (SAV) der ki: “iki kişi olarak yola çıksanız dahi biriniz lider olsun..” Ama sizin anladığınız ve uyguladığınız liderlik kavramı yanlış. Siz zulüm etmeyi liderlik sanıyorsunuz. Unutma ki; Müslümanlar; hiçbir zaman esaret altında yaşamadı. Yaşamayı kabul etmez. Elinden geldiği kadar mücadelesini verir. Benim geçmiş tarihimde bile nice sultanlar, nice devlet erkanı, halkı ile aynı divanda eşit şartlarda yargılanmış, haksız bulunan sultan, mazlumun hakkını vermeye mecbur bırakılmıştır. Bu nedenle Müslüman’ı sakın hor görme, onlara aşağılayıcı gözle bakma. Unutma ki, üzerinde yaşadığın bu topraklar onların sayesinde vatanın oldu.
- Hain sultanlar yok muydu hocam... dedi Sarı Ufuk...
Bekir başını ona doğru çevirirken Mahir’in bileğini bıraktı. Diz üstü yere çökmüş olan Mahir, yerde otururken ranzasına yaslanıp, bileğini ovalamaya başladı. Bekir, geriye dönüp bir iki adım atarak, konuşmasına devam etti...
- Bir tane dahi yok. Varmış gibi gösterilenlerinde iftiraya uğradığını araştırınca göreceksiniz. Çıkarcıların bugün de olduğu gibi o zamanda, yanlış yönlendirmeleri sonucu, yanlış birkaç adım atılmış ama bunu sultan hayatıyla ödemiştir. Çünkü mensubu oldukları sistem, hainlik etmelerine asla izin vermezdi. Gerekirse boynunu feda edebilecek kadar değerli, Hakk bildiği sözleri söylemekten çekinmeyen, Ulema, Ümera ve Uşera vardı. Halkı doğru olan bir millet, asla yıkılmaz. Bizim tarih boyunca başımıza gelen musibetlerin sebebi ise, halk olarak, ayağımızın kaymaya başlamasıyla olmuştur. Bizim değer yargılarımıza hem içten hem de dıştan, saldıran müşrikler, halkın ahlak yapısını bozup, maddeye yönelen bir ruh halinin oluşmasına neden oldular. Örf ve adetleri küçümseyerek, insanlarımızla dalga geçtiler. Bütün bunları yaparken, yazılı ve görsel basını kullandılar. Teknolojik aletleri elinde tutan bu müşrikler, halkın ahlak ve ruh yapısını bozunca, sistemi eline geçirdi. Ondan sonra da liderliği ellerine geçirdiler. Ülke ile istedikleri gibi oynama şansını yakaladılar. Hükümetleri bir kukla gibi kullandılar. Sonuç kaybolan koskoca yıllar oldu. Dünya savaşı yaşamış devletler ve perişan haldeki milletler ayağa kalktı da, dünya devi oldu. Dünya savaşlarından sonuncusuna girmeyen bizler dünyanın oyun sahası olduk. Servet bizde idi. Kültür bizde idi. Gelenek bizde idi. Birikim bizde idi. Tarih bizde idi. Din bizde idi. Velhasıl bizde her şey vardı. Sadece bunlardan yemek yapmasını becerecek usta yoktu. Dediğim gibi liderler kukla mahiyetinde olunca, sistem istediğin değil, istenilen şekle göre şekil alır.
- Bekir hocam, siz kendi arasında bütünlük sağlayamamış, çeşitli mezhep ve tarikatlarla bir çok yollar edinmiş halde olursanız, elbet ki ülke bir başkasının at koşturma sahası olacaktır. Benim cemaatim, benim grubum, benim mezhebim... Nedir bu yahu?... Benim gibi İslâm dininin özünü merak eden biri ne yapacak? Dinini yaşamak için bu cemaatlere mi girecek? Tarikatlara mı girecek? Bizim ne yapmamız lâzım? Günümüzde, çok çeşit İslâm anlayışı var. Bu neden böyle Bekir hoca?.. dedi Ufuk...
- Müminlik; cepheleşmeyi değil kenetlenmeyi; zalimce davranmayı değil, merhametli olmayı; tecavüzkâr olmayı değil; hak-hukuk-adalet dairesinde hareket etmeyi gerektirir. Cemaatler ve Tarikatlar olayına gelince; varsın olsun. Bir mozaik düşün. Bunu güzel gösteren içindeki değişik renklerdeki taşlar değil mi? İşte o mozaiği güzel kılan değişik taş şekilleri ve renkleridir. İslâm’ı yaşayan bu cemaat ve Tarikatlar de, İslâm’ın güzelliğini ve hoşgörüsünü sergilemektedir. Bu grupları incelediğiniz zaman şunu göreceksiniz. Herhangi bir konuda, hepsinin hedefi aynı. Değişik gibi görünen sadece o konuda ne yapılacağını, değişik anlatma üslubunun hakim olması. Amaç aynı ama araç ayrı olabilmektedir. Günümüzde bu topluluklar çok suiistimal edildiği için, adeta günah keçisi olmuştur. O yolun mübarek insanları mütevazı, dünyalarında dünyayla ilgilenmeyerek, kendilerine ithaf edilenlere kulak asmamışlardır.
- Onlar arasında bozulma yok mu demek istiyorsun?
- Bozulma yok demedim... Unutma ki, Osmanlı imparatorluğu bir tarikat tarafından kurulmuş olup tarikatlar sayesinde dünya zirvesine çıkmıştır. Ne zaman ki tarikat ve cemaatleri, sistem dışına itmeye başlamışsa çöküş kaçınılmaz olmuştur.
- Yinede soruma cevap alamadım Bekir Ağa... dedi Ufuk...
- Onlarda bozulma yoktur. Ama, eğer bozulursa; cansız insan vücudunun, 50 derecelik sıcak altında bir hafta kalmışlığı kadar tehlikeli olur. Çünkü onların sermayesi insandır.
- Bu ülkenin yüzde doksan dokuzu Müslüman deniliyor ama Müslümanlığı savunan, yaşayan dört dörtlük bir lider seçemiyorsunuz? Bunda bir gariplik yok mu? Şu Tarikatlar bile ayrı ayrı parti liderleri peşinde koşuyor. Sizleri anlamak gerçekten çok zor. Sizde idealizm yok...
- Hıııh... dedi gülümseyerek... Meselenin özündeki hata da işte orada gizli ya! Beni benden olmayan yönettiği zaman isyan etme hakkımın olduğunu, itaat etmeme hakkımın olduğunu söyleyen Peygamberimin, bu sözüne değil hangi sözüne bu ülkede hayat hakkı tanınmış ki? Sadece söz olarak dinlemiş, mütevazı bir Müslüman görüntüsü çizmemiz istenmiştir. Ülke yönetimine karışmak, Müslüman’ın neyine denmiştir. Ulul- emre itaat etmek zorunluluğu var denilmiş. Oysa Hz. Ömer (RA) haykırmamış mıydı? “Beni eğri gördüğünüz zaman kılıçlarınızla doğrultmazsanız hakkımı helal etmem” diye. İşte biz o yolun yolcularıyız. Ama şu an sadece bize değil, bir buçuk İslâm diyarında yaşayan Müslüman’ın yüzüne ve gözüne ölü toprağı serpilmiş gibi. Şu an içinde yaşadığımız İslâm’ın fetret dönemidir. Her ne kadar ortalıkta bir şey görünmese de, geleceğin ve geçmişin sahibi olan Allah daha iyisini bilir... İslâm ümmetinin de uyanması çok yakındır. Onlar uyandığı zaman, dünyadaki beşeri sistemler tek tek sarsılıp çökecektir. Biz ümmet olarak o günü beklerken, eli boş durmayacağız. Benim gibi hapishanelerde olanlar; emri bil maruf, nehyi-anil münker yapmaya başladığı zaman, geleceğin temeli atılmış olur. Bir de bunu dünya genelinde düşün. Eskiden savaşlar teçhizat ve insan gücüyle kazanılmaktaydı. Artık sıcak savaş dönemi bitmiştir. Amerika’nın dünyada istediği ülkeyi istila etmesi dışında. Önümüzde yeni bir dönem oluşmaktadır. Teknolojik kazanımlar çağı geliyor. Bu teknolojiyi imanlı ruhla birleştirenler kazanacaktır. İnsanların oturma odasına kadar İnternet aracılığı ile giren sistemler geliyor. Onların her tarafa yayılmasıyla ve bu sistemi en iyi şekilde elinde kim tutup kullanıyorsa, dünyanın gelecekteki lideri o olacaktır. Paranın ve silahın sahibi bundan böyle bir halt edemeyecektir. Fikirler savaşı çok yakında yeryüzünü kaplayacak ve insanlar, içlerinde küllenmiş de olsa, bir kenarda kullanmadığı İslâm’ı tekrar hayatına nakşedecektir. Bunun için de Müslümanların daha çok çalışması lâzımdır. Çünkü kainattaki bütün canlıların varlığı Müslümanların çalışma azmine bağlıdır. Bugün dünyada kazanma hırsına kapılmış insanlar ve devletler, canlıları toptan katletmeyi bir görev sayabilmektedir. Ama imanlı bir kalp, yaratılanı sever Yaratandan ötürü, prensibine bağlı olduğu için, hiçbir canlıyı incitmez.
- Kusura bakmayın ama, günümüzdeki insan prototipi ile bağdaşmayan şeyler söylüyorsunuz. İçine kapanık olup, sadece kendi menfaatleri için çalışan Müslümanları gördükçe, size gülmekten başka yapacak bir şey diyemiyorum. O cemaatler ki, alın terini batının loş kokulu, pis ortamlarında biriktiren insanların elinden alıp, size şunu yapacağız, bunu yapacağız deyip ortaya çıkan cemaatleri görünce, ürkmemek elde değil. Hocam faraziyeler üzerine konuşma...
- Bak sevgili kardeşim Ufuk... dedi. Bu arada pek çok mahkum da bu konuşmaya tanık oluyordu, hem de el işlerini aksatmadan dinliyorlardı.... Ben kişiye, gruba, cemaate, tarikata bakarak İslâm’ı tarif etmem. İslâm’ı anlayıp öğrendikten sonra, onları tarif ederim. Sepet içindeki elmalardan biri bozuldu mu, diğer elmalar elbet bundan zarar görür. Söylediklerini yok sayacak kadar, cahil değilim. Onlar vardır, olmuştur ve olacaktır. Vardır; onlara inanan dininin gereklerini tam bilmeyen insanlar sayesinde. Olmuştur; çok güvenip, kendilerinin de güvendiği insanları oraya sürükleyerek büyümelerini sağlamış, bunu da yine araştırmayan, akletmeyen, çok çabuk güvenen yapımız sayesinde. Olacaktır; biz bu kafa yapısı içinde olduğumuz sürece. Dinimizi öğrenip hayatımıza uygularken, ikinci ve üçüncü şahıslardan yardım isteyerek hayat yaşanmaz. Doğru nasıl bulunur? Doğru; İlk önce Allah’a tam teslim olmakla başlar... Tarikat haktır. Bunu da söylemekte yarar vardır. İntisap eden insandan zarar gelmez. Çünkü o dinini tam öğrenme sevdasındadır. İşte burada bu cemaatlerin adı karalanmaktadır. Hakk yolunda yürüyenlere kara çalma sevdası, her zaman olmuştur ve olacaktır. Çünkü onlar meyve vermektedir. Malum meyve veren ağaç ta taşlanır. Şunu da unutmayın ki, taşlanan ağaçtan meyve almak istemeyen, art niyetli çok kişi var. Bunların amacı üzüm yemek değil, bağcıyı dövmektir. İslâm için çalışan, insanlara faydalı olan pek çok cemaat ve tarikat var. Neden bunların yaptığı iyi şeyler söylenmez de üç beş art niyetlinin, tarikatçılık adına yanlış hareketleri, İslâm’a mal edilir? Ben burada biraz düşünmeye davet ederim....
- Cevaplar tatmin etmedi desem yalan olur. Ama yinede doyurucu olmadı. İnşallah ileride olur... Müsaadenizle yatacağım... Cengiz’in bana reva gördüğü iş yüzünden kollarım ağrıyor... dedi Ufuk.
- Gelme aslanım... yarın yerine birini alabilirim.... dedi Cengiz yatağından başını doğrultarak..
- Sen uyumadın mı? Tamam, tamam ben sözümü geri aldım...


12

- Sarı Oğlan geliyor musun?
- Tabi ki geliyorum... O da nereden çıktı?
- Ne bileyim akşam yatarken mızmızlanıp duruyordun....
- Onu öylesine söyledim... Hadi gidelim...
Bekir, Cengiz, Yetim ve Ufuk yemekhaneden kalkıp kapıya doğru yöneldiğinde diğer mahkumlar, kendi aralarında onları göstererek konuşuyordu. Kimisi yapılan resmi merak ediyor, kimisi de onların serbestçe kafalarına göre çalışmasını kıskanıyordu. Kapının ağzında bekleyen gardiyan Yusuf, Cengiz’i durdurup sordu.
- Cengiz, müdür merak ediyor... Ne zaman bitecek bu resim işi?
- Bir haftaya kalmaz biter... Öyle güzel bir resim yapacağım ki; dünya burasını konuşacak.
- Hadi hayırlısı...
Koğuşa girdiklerinde hepsi tavanı hayran hayran seyre daldı. Tavana yapılan resim, sadece gökyüzü resmi idi. Açık mavinin hakimiyetini bazı yerlerde öldüren beyaz renk, bûlu renk arkasından, kızıl renge dönüşen tarafları ile bulutlar, bir başka güzellik arz ediyordu.
- Yani şimdi bu resmi biz mi yapmış olduk... dedi Ufuk...
- Ne sandın ya sarı oğlan?... dedi Yetim, bu arada da hayranlıkla tavandaki resmi inceliyordu... Ya Bekir abi, hakikaten güzel bir resim olmuş.. İnsan resim üzerinde çalıştığı için, göze hitap şeklini pek aklına getirmiyor. Sadece üzerine düşeni yapıyorsun. Dün bu tavandaki resim bana pek de manidar gelmemişti...
- İnsan tabiatında bir temaşa vardır. Biri derse ki, bu güzel veya kötü, hemen onun üzerine yoğunluk arz ederiz. İşte o zaman o resme hatta, söz konusu nesneye, bir başka bakış açısı ile bakarız. Bu bakış açısında karşımıza çok değişik farklılıklar çıkabilir. Çünkü algılama yeteneğimiz, bakış ve görüş açımıza orantılıdır. Ne amaçla bakarsak o amaçla algılama yaparız. Evet dün bu resim bir şey ifade etmiyordu. Ama bugün size ve gören her göze bir şeyler anlatmaya başladı.
- Mantık yürüterek düşünmüştüm. Hani bu resim olayı ortaya ilk atıldığı zaman... dedi Yetim, koğuşun ortasına doğru ilerledi ve durdu... Ben bu yürüttüğüm mantık gereği, alelade bir boya çalışması ile, renkler uydurulacak ve ortaya renk cümbüşü içinde bir şeyler çıkacak veya insan, bir şey çıktığını sanacak diye düşünüyordum... Yok, Yok... Bu İnsan oğlu çok becerikli... Şimdi buna yakından şahit olabildim..
- Bak Yetim... İstersen konuşmamıza işimizi yaparken devam edelim... Hem elimiz çalışsın hem de, dilimiz... dedi Cengiz, bakışlarını tavanda gezdirirken... Bekir ağa, şuraya bir kuş sürüsü yapılsa daha iyi olmaz mı?... Ne bileyim, bir hazan ve hüzün ifadeleri gibi anlam vermez mi?..
- Dert içinde dert yaşamak, hayatın en zor yanıdır. Bir dert senin imtihanındır, ikinci dert senin kendi isteğin olursa, imtihan kapasiten onu kaldıramaz. Biz bu dört duvar arasına hapsedilmiş insanlarız. Gökyüzünde göç eden kuş sürülerini veya onlara bakarak özgürlüklerini hayal edip, kıskançlık krizleri geçirmemize yardımcı olacak hiçbir figür olmamalı. Hayvanatın pek çoğu, insanların aklına özgürlük getirir. Bunların en başında kuşlar gelir. Bizim burada kaldığımız müddetçe en belirgin hasretimiz, tabiatın kucağından uzak olmaktır. İşte bu nedenle bizler, resme bakarak, kendimize dünya kurma şansımız var. Orada ikinci bir canlı belki huzursuz edecek. Yalnızlık ortamında her şeye yeni başlayan biri, geleceğini daha rahat şekillendirme şansı bulur. Bırak insanlar sade gökyüzüne bakarak, hayaller kursun. O göç eden kuş sürülerini insanlar kafalarında oluştursun. Hem canlı figürü nakşetmek, iyi değildir. Biraz önce söylediğim gibi insanlar; şurada bir koyun sürüsü, inek sürüsü, ayı, geyik v.s diye düşünerek kendi kafalarındaki resme canlı figürü koysun. Senin resmettiğin şey sadece ona ilham verip, üretmekle yükümlü olmalı.
- Bekir Ağa, şu Kıble kısmına bir Beytullah resmetmeye ne dersin?...
- Bak Cengizciğim!.. Kâbe resmetmekle ibadetin daha makbul olacağını sanmak, bir gaflettir. Kâbe insanın içindedir. Kıbleye yönelen her Müslüman; “Allahuekber” dediği zaman bil ki Kıble, kalbe nakşedilir. Hemen göz nurun ile önüne konur.
- Ne diyorsun sen hocam!.... dedi Yetim, merdivenin üstünde köşeleri zımpara yaparken... Yani, ben şimdi namaza durup elimi kaldırıp “Allahuekber” dediğim zaman...
- Hayır, hayır... Söylediklerimi yanlış yorumlamayın.... İsterseniz size bunu bir misal ile anlatayım. Bildiğiniz gibi Fatih Sultan Mehmet Han (RA), İstanbul’u 21 yaşında fethetmiştir. İstanbul’da ilk Cuma namazını kılmak için maiyetiyle birlikte Ayasofya’ya giderler. Ayasofya camiye çevrilmiştir. O Büyük Sultan’ın yanında bulunan Akşemseddin Hazretleri, namazı Sultan’ın kıldırmasını ister. Fatih ilk önce kabul etmez ama sonra cüppeyi giyip imamete geçer. Sünnetten sonra farz için, niyetlenen Fatih; “Allahuekber” diyerek ellerini kulaklarına götürür. Bir müddet öylece durur ve ellerini yana salarak, tekrar “Allahuekber” diyerek ellerini kulaklarına götürür. Yine bekleyip durur. Cemaat arasında ilk önce bir şaşkınlık yaşanır ve sonra aynı hareketleri cemaat de yapar. Yine ellerini yana salıp öylece bekler. “Allahuekber” diyerek ellerini kulaklarına götürür. Cemaat şaşkındır. Ve nihayet, Fatih huşu ile namazı kıldırır. Namaz sonrası, Ayasofya’yı gezen Fatih’e Akşemseddin Hazretleri sorar:
- Nola bu üç tekbir, bir namaz? Devletlüm.. Bunun hikmeti nedir ola..? der...
- Bak hocam... Bunu sadece sana söylüyorum. Ben de biliyorum ki, üç tekbirle namaza başlanmaz. Ama benim bu davranışımın arkasında başka sebepler var. Ben namaza durduğum zaman, Rabbim tarafından Kâbe önüme konmaktadır. İlk tekbiri söylerken aklımdan Bizansı nasıl ele geçirdiğimi düşünmekteydim. Başarılarımın dünya üzerindeki etkileri aklıma hakimdi. Kâbe gözümün önünde değildi. Hemen tevbe edip tekrar tekbir getirdim...Tam o sıralarda aklıma İmparatorun, mağlup oluşundaki hüzün kafamı meşgul etti. İşte orada namaza döndüm ama, yine Kâbe önüme gelmemişti. Neden sonra tevbe edip kendimi tamamen namaza yoğunlaştırdığımda Kâbe önüme geldi. Rabbim tarafından her namazda bu Kâbe’yi görerek ibadet etmekteyim. Üç tekbir bir namaz olayının aslı budur. .. Evet, işte bizim ceddimiz böyle ibadet ederdi. Öyle Allah dostları vardır ki, ibadet esnasında dünya yansa, yılanlar, çıyanlar, akrepler dahi soksa, namaz esnasında asla hissetmeyecek derecede, huşu içinde namazı eda ederler. İşte bu nedenle derim ki; köşeye Kâbe resmi nakşetmekle, ibadete belki zarar verebilirsin. Kâbe’nin her zerresine vakıf biri, Kabe resmi önünde namaza dursa, gayri ihtiyarı gözleri bu resme takılacak. Malum Kâbe’yi de yakından tanıyor, işte o namazdaki kişi başlayacak, kıyaslama yapmaya. İşte o kişi namazını ister istemez sakat edecek.... Hayır... Bence, Kıbleye yönelen kul, içinde bulunduğu mekanda sadelik içinde, nakışsız, desensiz kilimler üzerinde secdeye varmalı. Varmalı ki, huşu ile namaz eda edebilsin.
- Sen sadece seccadedeki resmin bunu engelleyeceğini söylüyorsun. Peki ya camilerinizin şatafatlı, süslü ve gösterişli olmasına ne demeli. Senin anlattığına göre orada, huşu içinde namaz kılınmaz öyleyse?
- Bak Sarı kardeşim... dedi, çömelmiş bir halde boyaları karıştırırken..... Peygamber Efendimiz, bu günler için şöyle der: “ Onların gösterişli, süslü camileri olacak. Ama içleri boş olacak. İşte o zaman, kıyamet yakındır” buyurmaktadır. Günümüzde her mahallenin, her caddenin, her sokağın camileri var. O kadar çok cami, 65 milyonluk Müslüman ülke için belki az. Ama cami içindekilere bakarak kıyaslama yapacak olursak, bu kadar cami çok. Bu camiler, sadece Cuma ve Bayramlarda gelen cemaat içinse, ona bir şey demeyeceğim. Çünkü bu İslâm’ın apayrı bir yarasıdır. Müslüman ya tam Müslüman’dır, ya da hiç. Yarı bir anlayışa sahip Müslüman, hiç anlamayıp ibadet etmeyene göre daha zararlı ve tehlikelidir. Hiç anlamayan, hiç inanmayan en azından din konusunda ahkam kesmez. Hareket ve tavırları ile İslâm’a zarar vermez. Bir kulun İslâm’a zarar vermesi; hem inanıyorum der, Müslüman’ın der ve yaşantısı ile örnek olmazsa, kalbi İslâm’a ısınmakta olan birini soğutabilir. Bu da Müslüman olacak bir insanın kurtuluşuna engel olmak anlamı taşır. Bilmiyorsan susmasını bilecek, biliyorsan konuşup emri-bil maruf edeceksin ki, insanların hidayete ermelerine yardımcı olacaksın. Nehyi-anil münker le de yükümlü olan Müslüman, kötü yola gidenleri uyarıp, onları o kötü yoldan caydırmak zorundadır. Kaybetmek bize yakışmıyor. En büyük sermaye olan zamanı kaybediyoruz. Bugünü düne müsâvi olan zarardadır. Hz. Ömer (RA) der ki: “Dört şey geri alınmaz; söylenen söz, atılan ok, geçen zaman ve kaçırılan fırsat.” Evet fırsatlar kaçarken bizler bakıyoruz. Biz, yarının hesabına bugünden hazırlanmalıyız. Onun içinde hayatımızı Hakk dahilinde yaşamalıyız. İşte Müslümanlığın hayat felsefesi budur. Günümüzde, geçmişin hesabını sanki bir başkası verecekmiş gibi bir yanlış anlayışın içinde olmaktayız. Kimse kimsenin yerine hesap vermeyecek. Her koyun kendi bacağından asılacak, siyah koyun siyah, beyaz koyun beyaz bacağından. Mizanda siyan koyun, beyaz koyundan da hakkını bi tamam alacak... Müslüman nerede olursa olsun, hangi zor şartlar altında olursa olsun mutlaka İmam-ı Rabbani (RA) dediği gibi, bir hayat felsefesine sahip olmak zorundadır. İmam-ı Rabbani (RA) der ki: “Sonsuz kurtuluş için şu üç şey muhakkak lâzımdır. İlim, amel, ihlas.” Ahiret azığı, sana verilen, sana bahşedilen yaşam içinde hazırlanır. Sen ki nasıl yola çıkarken, yanına gerekli levazımatı alıyor, hedefe varana kadarki ihtiyacını düşünebiliyorsun da, neden sonsuz bir hayat için şu kısa zaman diliminde hazırlanmıyorsun?... Neyin eksik senin? İslâm kolaylaştırıcı bir dindir. Zorlaştırıcı değildir. Orada bahane üretmene fırsat olmayacak... Öyleyse, kabre hazırlanmak gerek. Kabir, ahiretin nizamiye kapısıdır. Sonsuz bir yola ancak ve ancak oradan girilmektedir. Her ne kadar ölüm kelimesi; soğuk algılansa bile, sonu nedamettir.... Cengiz, bu boya biraz başka tonda oldu be... Elimin ayarı kaçtı ne yapacağız şimdi? Deminden beri, eski rengi yakalamak için karıştırıp duruyorum. Ama olmuyor. Daha da koyu gibi geliyor bana...
- Takma kafana be Bekir Abi... Şu tabiata baktığında ne görüyorsun? Tek düze bir renk mi? Hayır.. Her rengin tonlarından var. İşte bu renk armonisi sayesinde, göze hoş bir temaşa oluşuyor.
Sohbet ortamının geçiştirilmesi, Yetim’i sabırsızlandırmaya başlamıştı. Sarı Ufuk’da Yetim’e bakıp, başı ile Bekir’i gösterdi ve, konuşmasını istiyorum. Anlatsın demeye çalıştı. Suç işleyerek hapishanelere giren insanlar elbet ki dünyada, isteklerini, emellerini kendi iradelerinin arzularına göre çok çabuk elde etmek istedikleri için, suça yönelmişler ve sonuçta bu dört duvar arasına gelmişlerdi. Oysa, insanda ulviyet aşkı, ahiret bilinci, ibadet şuuru hakim olsaydı; suç işlemeyecekti. Kaza ve kader, inancından dolayı devreye girecekti. Burada olup, suç işlemeleri de kaza ve kaderdi. Ama yol tercihinden dolayı yanlış bir hayat şekli ortaya çıkmıştı. Bütün insanların önüne, hayatları boyunca iki yol çıkar. Biri Rahmani olup, diğeri şeytanidir. Her iki yolu da insan kendisi seçer. Çünkü insanda hür irade vardır. Bu iradeyi nasıl bir yaşama şekline ipotek edersen, karşına da öyle bir yol çıkar. Hakk emri dahilinde olan yola gidersen, biraz meşakkat gibi gelen kurallar, seni mutlu sona götürür. Şeytani yola girersen, yol boyu zevkten, eğlenceden başka karşına dünyalık hiçbir şey çıkmaz. Ama sonu nedamettir, hüsrandır. Üstelik bu hüsran, sonsuz olup, kesintisi, molası, dinlenmesi de yoktur. İşte insanlar hayatlarına çeki düzen verirken bunları bilmeli. Güvenlik kuvvetleri ile bunlar zoraki insana anlatılamaz. Bunlar insana severek, merak uyandırarak öğretilir. Bu kural ve kaideleri bilen toplumlarda, hüsran yaşanmaz. Çünkü güvenlik kuvvetleri kalbe girmiştir. Görüntüde, şeklen de olsa kolluk kuvvetlerine gerek kalmaz. Kolluk kuvvetlerinin görevi, ülke sınırlarını daha iyi korumakla daim olur.
Yetim, Bekir’in susamışlığını gidermesi için anlatmasını dört gözle bekliyordu. Oysa Bekir, Cengiz ile bir boya muhabbetidir tutturmuş gidiyordu. Yetim dayanamadı ve Bekir’e sordu.
- Bekir Abi... Bu yalan söylemek ile ilgili bize ne anlatabilirsin?
- Bu konuda size klişe haline gelmiş kelimeler kullanabilirim. Yalan hedefini bulamayan ok gibidir. Sonunda tekrar atan insana döner. Bu konu da size söyleyeceklerimi, Hz. Muhammed Mustafa (SAV) ne güzel söylemiş. O Allah’ın güzel kulu şöyle der: “Kul yalan söylemeye ve yalan söyleme niyetini taşımaya devam edince bir an gelir ki, kalbinde önce siyah bir nokta belirir. Sonra bu nokta büyür ve kalbinin tamamı simsiyah olur. Sonunda Allah nezdinde “yalancılar” arasına kaydedilir.” Şunu aklınızdan hiçbir zaman çıkarmayın: “En büyük günahlar, şehvet meşcereliğinde boy atar, gelişir... Şehvete hakimiyet, en büyük hakimiyettir.” Günahın küçüğü büyüğü diye bir şey kabul etmem. Nasıl ki hırsızlığın, cinayetin küçüğü büyüğü yoksa. Ortada hiçbir suç yoktur ki, ceza almasın. Adı suç ile başladıktan sonra, sonu ceza olmak zorunda. Nasıl ki yarın huzur-u mahşerde, iyiliğin zerresi de, miskalı da, mükafatlandırılacak. İyi kelimesinin az iyi veya az kötü kavramı bana yanlış geliyor. Haramın da az haram, çok haram deyimi veya kavramı yine bana ters geliyor. Ya iyidir, ya kötüdür. Ya yanlıştır, ya doğrudur. Ya güzeldir, ya çirkin. Bunları belirlerken nefs ön plana çıkmamalı. Çünkü burada yargılama gereği hasıl oluyor. O nedenle, birine net bir kavramla yaklaşmak için, Hakk’ın nazarı ile bakmakta yarar var. Adalet kavramı, sözcükte dilde değil, fiiliyatta geçerli olmalı ki, kararlar hakça olsun. Yalan kavramının girmediği konu yoktur. Her konuda kendini gösterir. Çünkü şeytanın en büyük oyuncağı odur. Gayrisini pek fazla kullanmaz. Bu yalan kavramını kişinin, belleğine yerleştirdikten sonra, artık o kişi şeytanla arkadaş, yoldaş, sırdaş, gardaş olmuştur. Bu tür insanları her toplumda, her yerde bulmak mümkün. Çünkü sermayeleri yalan olduğu için, olmayan bir konu üzerinde rahatlıkla senaryo kurabilme kabiliyetleri vardır. Şeytan esareti altına aldığı insanlara yalan sermayesine katık olarak da, kibri verir. Kimilerinin kibri o kadar artar ki, sonunda gözüne perde olur da, kendinden başkasını görmemeye başlar.
- Anlıyorum... Hem de öyle güzel anlıyorum ki... Bekir Abi, sen benim yaşadıklarımın sanki her karesine vakıfmış gibi anlatıyorsun...
- Hayır, benim biliciliğim yok. Ben de sıradan bir kulum. Sadece, yolumu ikinci tercih üzere, yani meşakkatli gibi görünen yöne çevirdim. Malum orada giderken, yan taraftaki yolda olan her şeyi görme şansımız var. Oysa şeytani yolda durup akletmediğin sürece, yan taraftaki Hakk yolunda olup bitenleri akledemezsin. Orayı görmek için gittiğin yolda biran duraklayıp bakmakla yükümlüsün. İşte kendimce inandığım bu hak yolda, hem ilerliyor hem de yan taraftaki yola bakıyorum. Orada olanların hepsini gördüğüm, üstelik şeytanın sermayelerini öğrendiğimiz için, yan tarafta senin gidişini görebiliyordum.
- Peki şimdi biz o yalda ne durumdayız hocam?
- Durmuş vaziyettesiniz. Dedim ya, o yolda duran insan kazanır. Beriki yolda ise yürüyen insan kazanır. Yani şeytani yolda duracaksın, Rahmani yolda hep ilerleyeceksin. Bugünün düne müsavi olmayacak.
Demir kapının kilidi büyük bir gürültü ile açılmaya başladı. Burada çalışan insanların üzerinden kapı, kilitlenmekteydi... kapının açılmasıyla içeri temiz bir hava akımı oldu. İçerideki nemli ve tiner kokusunun kapladığı hava aniden yer değiştirdi. Kapı ağzında beliren Yusuf...
- Hayrola hepinizin yüzü gülüyor... Yoksa resmi bitirdiniz mi?... deyip içeri girdi... Ama daha bir duvar bitirmemişsin bile?... dedi Cengiz’e bakarak..
İskele üzerinde oturan Cengiz gülümseyerek...
- Bizim neden güldüğümüzü sanıyorsun Yusuf Efendi?... O müdürümüz Ragıp Dövmez’e söyle. Eğer sen söylemeyeceksen, genel müdür Hacı Gürses’e kadar konuyu ileteceğim.
- Hayrola ne konusu?... dedi merakla tavana bakarken...
- Aslanım biz burada tinerci olacağız be. Hükümet dışarıdaki tinerci çocukları bu huyundan vazgeçirmek için milyarlar harcıyor, sizin korkaklığınız yüzünden biz burada, tiner bağımlısı olacağız.
- Anladım... Meraklanma sen mesajın yerine iletilecektir.... Şimdi yemek vakti...
- Yemekten yemeğe bari hatırlıyoruz... Yoksa sarhoş olmamıza az kalmıştı.
- Yine de meraktan soruyorum... Hiç birinizin asık bir suratı yok. Aksine şen şakrak bir çalışma götürüyorsunuz. Burada benim anlamayacağım veya anlamakta zorlandığım ne gibi değişik şeyler oldu veya oluyor. Bunu biriniz bana izah ederse sevinirim.
- Hiçbir şey olmuyor... dedi Cengiz, iskeleden atlarken... Burada sadece, dünya görüşlerini değiştirmeye aday insanlar var....
- Ne gibi yani.... İsyan falan gibi bir şey mi?
- Öyle bir şey olsa da söylenir mi?.. Hayır, müsretih ol. Öyle bir şey yok... Sadece hayata bakış penceremiz aynı şey olmasına rağmen ayrı ayrı şey görüyorduk. Biri bize hedef gösterdi ve aynı şeyi görüyoruz. Şimdi yine de, aynı şeyde farklı noktaları görmekteyiz. Bize bunları da aydınlatıp tek noktaya yönlendiren bir kardeşimiz olduğu için, huzurluyuz, mutluyuz... İşte bu yüzden yüzümüzde tebessüm var... Hım mm, Bekir Abi doğru yolda olduğumuz hep böyle yüzümüzden belli mi olur?... dedi Cengiz.
- Evet Cengizciğim... Belli olur.


13

Öğle yemeği yenildikten sonra Yetim, kalkıp lavaboya gitti. On dakika sonra lavabodan çıktı. Etrafına bakındı. Lavabodan çıkarken yüzlerinden su damlıyordu. Yemekhanedekileri biraz süzdükten sonra, yemekhanenin kapısında bekleyen gardiyanın yanına varıp, onunla bir şeyler konuştuktan sonra gitti.
Yirmi dakika sonra Ufuk ve Cengiz resim yapılan koğuşa geldiler. Bekir yattıkları koğuşa gidip öğle namazını kılmış ve arkadaşlarına kapı önünde yetişmişti.. Resim yaptıkları koğuşa gerdiklerinde, Yetim’in yere serdiği ceketinin üzerinde ellerini açmış, başını sol omuzuna yaslamış bir halde duâ ederken buldular. Üçü de kapıda onu öylece seyrederken, Bekir, başı ile işlerine bakmalarını işaret etti. Cengiz ve Ufuk, bakışlarını Yetim’den ayırmadan ilerlerken; Bekir, ellerini açıp duâ etmeye başladı. Sonra da ellerini yüzüne sürüp, masa üzerindeki boyaların yanına vardı.
Bu arada Yetim, dûasını bitirmiş, yerdeki ceketini toplamakla meşguldü. Bekir gülümseyerek:
- Hayırlı uğurlu olsun... Allah kabul etsin yiğidim...
- Hıhh... Affedersiniz sizin geldiğinizi duymadım... dedi şaşkınlık içinde.
- Ortada bir suç yok ki, af dileyesin be oğlum...
- Bilmem... Kendi kendime dedim ki, bu dünyada ne kazandın?... Ahirette yarın ne yapacaksın?... En azından, üzerime farz olan ibadetimi bari yapayım dedim... Hayatımda ilk kez namaz kıldım. Bilmem doğru bilmem yanlış ama kıldım. Muhammed Hoca’nın namaz kılma şekli aklımdaydı... Haa... Ondan iki de dua öğrenmiştim. Bana demişti ki, bunları bilsen ve bununla secdeye varsan dahi, namazın kabul olur... Fatiha ve tahiyyat surelerini ezberletmişti. Daha sonra, ondan kalan küçük bir kitapçık vardı ve ben ondan, İhlas ve Kevser surelerini ezberledim. Malum bu sureler kısa olduğu için, ezberlemek kolay oldu.... Biliyorum bu kıldığım namaz, tam tekamüllü namaz sayılmaz, ama yinede içimden geldi ve kıldım. Muhammed Hoca’m ölmeseydi, bana dini bilgilerini hep aktaracaktı. Ama olmadı, fakat şimdi...
- Bak yiğidim... Bunları bize niye anlatırsın ki? Senin yapmış olduğun, bir insanın yaşarken yapacağı en güzel şey. Bize neden anlatırsın ki, yanlış mı, değil mi diye? Sen inandığın ve bildiğin gibi ibadetini yap. Makbul olan senin için de budur. İnandığın şekilde ibadet etmen, senin için en güzel olanıdır. Daha güzeli nedir dersen? O da; yapmış olduğun ibadetin doğrusu nedir diye okuyup, öğrenerek, sürekli yapman olacaktır. İşte en mükemmel ibadet şekli budur. Yani sürekli olan, devamlı olan. Allah sana bu yolda çok kolaylıklar sunacaktır. Sen yeter ki O’na bir adım at, O sana, on misli ile karşılık vereceğini vaadediyor. Namazın senin için hayırlara vesile olur inşallah. Allah yar ve yardımcın olsun.... Sana kısa bir menkıbe anlatayım. Allah’ın veli kullarından beri, tabiatın kucağında gezintiye çıkmış. Bir çobana rastlamış. Bu çoban ibadet etmekte imiş. Yuvarlanıp duruyor ve “Allah’ım namazımı kabul et” diyormuş. Veli, bir zaman bu çobanı izlemiş. Çoban, neden sonra durup, Veli’nin yanına gelmiş. Veli, Çobana ne yaptığını sormuş. O da, ibadet ettiğini söylemiş. Veli nasıl namaz kılması gerektiğini uzun uzun anlatmış. Veli kayığa binip oradan uzaklaşmaya başlayınca, çoban arkasından seslenip koşmaya başlamış. “Hocam, şu hareketi yaptıktan sonra ne yapmalıydım” diye bağırırken, su üzerinde koşmaktaymış. Veli, onun suya batmadan koştuğunu görünce, “Sen bildiğin gibi yap kardeşim. Senin yanlışın yok. Sen ibadetinde, bildiğin gibi yap. Benim söylediklerimi de araştır ve ibadetine ekle....” demiş... Evet, sevgili yeğenim. Sen ibadetinde sadık ol, teslimiyetçi ol, sonra da aklına takılanları sor,öğren. En iyi yolu kendin bulacaksın. Bunda hiç şüphen olmasın... Hey arkadaşlar; içimden geldi, bir ilahi söylemek istiyorum. Müsaadeniz var mı?
- O nasıl söz Bekir Abi?... dedi Yetim...
- Memnun oluruz.. dedi Ufuk ve Cengiz, Yetim’e bakarken.. Yetimi’in namaz kılması onları etkilemişti...
- Peki öyleyse Allah hepinizden razı olsun... diyerek bir iki kere öksürdü. Gırtlağını hazırlamıştı. İçinde denizlerin köpürmesi gibi, dağlardan esen serin rüzgarların verdiği bir rahatlama vardı. Yetim’i tepeden tırnağa süzdükten sonra okumaya başladı. “Tala-al Bedrû”yu okuyordu. Her mısranın ilk önce Arapçasını, sonra da Türkçe’sini “Ay doğdu üzerimize” söylüyordu... Bekir, hem okuyor hem de boya hazırlıyordu. Öyle içten ve samimi okuyordu ki, okuduğu ilahiye, bütün vücudu ile iştirak edercesine sallanıyor, kaykılıyor, titriyordu. Onun bu aşk ve şevk içindeki halini gören arkadaşları, mırıldanarak ona eşlik etmeye çalışıyorlardı. Yetim ise; yere diz çökmüş başını bir sağa bir sola sallayıp, dudaklarından devamlı Allah, Allah kelimesi dökülüyor, ellerini ileri uzatıp çekiyor, göğsünde çapraz bir halde bağlayarak, ileri geri kaykılıp duruyor. Bekir, on dakika kadar bu ilahiyi uzatarak okudu. Neden sonra ilahiyi bitirip ellerini açtı ve dua etti. Arkadaşları ona bakıyordu.... Cengiz, iskele üzerinde iken sordu.
- Bekir Abi, bi tane daha ilahi okusan...
- Ses bizde, zaman bizde, ilahi bizde, o halde daha çok okuruz... İlk önce işimizi bitirmeliyiz... Demesinler ki, onlar orada kendi zevklerine göre, zaman öldürüyorlar... Kimsenin eline koz vermeden yaşamak daha anlamlı olur. İlahi istekleriniz arasıra yerine getirilir merak etme. Hatta, türkü isteklerimiz de yerine getirilir, öyle değil mi Yetim?...
- Olur da Bekir abi, ben artık ilahi öğrenmek istiyorum... Bu konuda bana yardımcı olur musun?
- Sen iste yeter ki! Bildiğim bütün ilahileri yazıp sana veririm... dedi ve boyaları bırakıp bir duvar bitmiş ikinci duvarda çalışan Cengiz’i izledi ve... Cengiz usta,
- Buyur abi....
- Şu uç noktalar var ya. Yani, resmin uzak bölümlerinde, hafif bir bulanıklık olursa daha güzel olmaz mı? Hem oralarda bulanık renk kullanmak resme derinlik kazandıracak gibi. Yakın plandaki yerleri net ve belirgin fırça darbeleri ile pekiştirirken, koyu ve canlı renkler kullanman, gerçekten resme bir başka hava veriyor.
- Bekir Abi... Biz koskoca bir duvarı tuval olarak kullanıyoruz. Boya olarak ise, yağlı boyanın sentetiğini kullanıyoruz. Hal böyle olunca elimizdeki koskoca tuvalde çalışırken, büyük fırçalar kullanmak zorunluluğumuz var. Küçük bir tuval üzerinde çalışsam ve gerçek resim boyası olan yağlı boya kullansam, o zaman resme daha bir başka netlik verebilirim. Senin söylediklerini elbet yapmaya çalışıyorum. Ama bu iskele üzerinde hayatta iş yapmadım ki. Beni zorlayan da bu. Ufuk ve Yetim’e güvenmesem, bu iskele üzerinde bir dakika duramam. Gerçi onlar sadece iskelenin ayağını tutuyor. Beni düşerken tutacak değiller ya. Hayatımda şu meretin üzerine ilk çıktığından dolayı, resimdeki derinliği görebilmem için arasıra resme pike veya uzak mesafeden, profilden bakman gerekir. Maalesef öyle olmuyor, bir kez bakıyorum ve aklıma aldığım resim üzerinde düzeltme yapıyorum.
- Yo, yooo. Allah var, fırça darbelerin çok mükemmel.
- Bekir Abi... dedi Yetim, iskeleyi tutarken...
- Buyur yiğidim...
- Namaz hakkında bilmem gerekenleri anlatır mısın?
- Hay, hay... Günde beş vakit namaz kılınır. 1- Sabah namazı iki sünnet, iki farz olmak üzere dörttür. 2- Öğle namazı, dört sünnet, dört farz ve son iki sünnet olmak üzere on rekattır. 3- İkindi namazı, dört sünnet, dört farz olmak üzere sekiz rekattır. 4- Akşam namazı, üş farz, iki sünnet olmak üzere beş rekattır. 5- Yatsı namazı, dört sünnet, dört farz, iki sünnet ve vacip olan üç rekatlık Vitir namazı ile toplam on üç rekattır. Yani günde namaz öncesi on dört rekat sünnet, on yedi rekat farz, farz sonrası altı rekat sünnet ile toplam otuz yedi olup Vacip olan Vitir namazını da ekledik mi? Tam tamına kırk rekat namaz kılmamız gerekiyor. Ayrıca her hafta Cuma günü iki rekat Cuma namazı kılar ve iki bayramda da vacip olan ikişer rekat namaz daha kılarız. Bu bizim için kurtuluş vesilesidir. Bu kırk rekatlık namaz tam tamına bir saatte kılınır. Üstelik bunu vakitlere ayırdığın zaman, her namaz vakti için on dakika ayırmak kafi. Genelleme olarak konuşursak, Rabbim bize günde 24 altın veriyor ve karşılık olarak da sadece bir altın vermemizi istiyor. İşte, Allah’ın büyüklüğü ve azameti bu. 24’te bir. Ama biz nankör insanlar olarak ne yapıyoruz? Bu biri bile vermiyoruz. Verecek olsak, üşengeçliğimizi, yorgunluğumuzu, işimizi, hastalığımızı bahane ediyoruz. Bu bahane ile kimseyi kandırmadığımızı dahi anlamaktan aciziz. Biz ancak ve ancak kendimizi kandırmaktayız.
- Birkaç tane daha namaz vardı galiba. Muhammed Hoca söylerdi de adı aklımda kalmadı.
- Nafile namazlarından bahsediyorsun. Mescit namazı, Kuşluk namazı, Teheccüd namazı, Yolculuk namazı, Tevbe namazı, Hâcet namazı, İstihare namazı gibi nafile namazlar vardır. Bunlar mecburi yapılacak diye bir kural yok. Ama yapılması kişinin kendisine fayda sağlar. Mekruh vakitler dışında gece-gündüz namaz kılınabilir. Bu nafile namazlarda rekat sayısı önemli değildir. İstediğin kadar kılarsın. Bu nafile namazların kılınış sebebi, fazla sevap kazanmak içindir. Namaz, İslâm’ın şartlarından ikincisidir. Yüce Rabbımızın bize verdiği sonsuz nimetlere karşı bir kulluk borcudur. Namaz, dinin direği ve imanın bekçisidir. Namazsız Müslümanlık olmaz. Namaz ibadeti, insan için çok faydalar sağlar. İnsan, madde ve ruh birleşimi bir varlıktır. Maddi varlığı gıda ile ayakta tutabilir, yani yiyip içmek gibi, ruhi varlığın da manevi gıdalara ihtiyacı vardır. Ruhun gıdası ise, ibadet etmektir. Allah’ı zikretmektir. İnsan ruhu, sadece bunlarla beslenir. Kişinin Kıyamet günü ilk hesabı namazdandır. Namazı tam kılmış olanların, diğer hesapları kolaylaşacaktır. Namazdan hesabı veremeyenlerin diğer hesapları karışacaktır. Bunu Peygamber Efendimiz söylemektedir. İslâm’da Kur’an’dan sonra en güvenilir kaynak Peygamber Efendimiz (SAV)’in sözleridir. On yaşına gelen her Müslüman çocuk namaz kılmayı öğrenip, bunu hayatına uygulamakla yükümlüdür.. Haaa.. Namazın da farzları vardır. Namazın farzları onikidir. Bunların altısı namaza başlamadan önce yapılır, altısı ise namazın içinde yapılır. Namaz içinde olana rükun denir. Bunlar gayri ihtiyari yaptıklarımızdır. Yani namazın bölümleridir. Dışında olanları saymamız gerekirse: 1- Hadesten Tahâret; yani abdestsiz isek abdest almak, gusül gerekiyorsa, yıkanmak. Kısaca manevi pislikten temizlenmek. 2- Necasetten Tahâret; namaz kılacağımız yerde, üstümüzde pislik olmaması gerekir. 3- Setr-i Avret; Namazda kapatılması gereken yerlerin kapatılması. 4- İstikbâl-i Kıble; namaz kılmaya başlamadan önce Kâbe’ye yönelmek. 5- Vakit; her vakti kendi içinde kılmak. 6- Niyet; namaza başlamadan önce hangi vaktin namazı kılınıyorsa ona niyet etmek. Bu saydıklarım namazın dışında olanlar. Namazın içinde olanlara Rükûn denilmektedir. 1- İftitah tekbiri; namaza giriş ve başlama tekbiridir. Bu tekbire “Tahrimiye” de denir. 2- Kıyam; sağlığı yerinde ve ayakta durabilecek durumda olanların namazda ayakta dikilmeleridir. 3- Kıraat; namazda kıyamda iken, Kur’ân’dan bir sure ve ayet okumak. 4- Rükû; namazda eğilmek. Sağlıklı bir insanın 90 derecelik bir açı yapacak şekilde eğilmesi gerekir. 5- Sücûd; namazda secdeye varmak ve her iki secdeyi yapmak. 6- Kade-i Ahire; namazın içindeki son şart olan Kade-i Ahire’nin Türkçe anlamı; Son Oturuştur. Namazların sonunda ettahiyyatü okuyacak zaman kadar oturmaktır....
Yetim’i biraz önce namaz kılarken gördüm mutlu oldum. Ama o mutlu olmamış gibi davrandı. Eksik kıldığını ima etti. Namaza ilk başlayanlar için eksik veya fazla tabiri yoktur. Yeter ki onlar vücudunu şeklen de olsa, namaza yöneltsin. Sonra bu anlattıklarımı namaz içine tek tek yerleştirecektir. Her namaza “Allah’u Ekber” diye başlanır. Her rekatta Fatiha okunur. Yine her rekatta, Kur’an’dan sure ve ayetler okunur. Sadece farz namazlarının ilk iki rekatında, vitir ve nafile namazların her rekatında ayet ve sure okunur. Bunlar uzun ise bir kere, kısa ayet ve sure ise, üç tane okunur. Fatiha zammı sureden hep önce okunur. İlk ve son oturuşlarda ettahiyyatü okunur. Namaz bu şekilde bi tamam olur. Yetim’in rüku’da, kıyam’da, secde’de neler söylediği bunlar ile kıyasladıktan sonra kamil manaya ulaşır. Yani kendini yetiştirerek, namazı bi tamam kılar. Ve kılacak da inşallah.... Hımm epey zaman geçmiş... Şimdi gidip, abdestimizi alalım ve ikindi namazını kılalım... dedi ve abdest almaya lavaboya gitti. Sonra ceketini yere serip namaza durdu. Yetim’de aynı şeyi yaparak namaza durdu. Ufuk ve Cengiz onları öylece seyrediyordu.... Huşu içinde namazlarını kıldıktan sonra, tekrar resim işine devam edildi. Akşama doğru ikinci duvarda bitmişti. Akşam namazını Bekir, yattıkları koğuşta kıldı. Yetim ise bir türlü ortalıkta görünmüyordu. Bekir namazdan sonra kalkıp yemekhaneye gitti.


14

- Yeğenim burada niye böyle oturursun. Koğuşuna gelsene. Şimdi gardiyanlar sayım için gelirler. Hadi kalk koğuşu gidelim...
- Gidelim ama...
- Aması ne?
- Ben koğuşta namaz kılmam... Kılınmayan namazın kazası vardır diye biliyorum.....
- Bilerek kazaya bırakmak bir Müslüman’a yakışmaz. Hem o da nereden çıktı?
- Benimle şimdi dalga geçerler... dedi başını öne eğerek.
- Ne demek dalga geçerler?.. Öyle şey olur mu?...
- Sen bu insanları tanımazsın Bekir Abi... Yobaz, Molla, Takunyacı, Sakallı, Gerici v.s daha bir çok lakap takarlar. Ben sinirli bir insanım. Karşı gelirsem, başım belaya girer... Ben insanların içinde namaz kılmak istemiyorum. Tek başıma kaldığım zaman, ibadetlerimi yaparım.
- Şu andan itibaren beni çok iyi dinleyeceksin... Hayatına kimse müdahale edemez. Nasıl ki, kötü yaptığın zaman seni caydıran olmamışsa, artık iyi yaparken seni kimse caydıramaz. Şunu hayat felsefen olarak kabul et ve hayatının her anına uygula... De ki, “Kul ne der diye yaşamayacağım... Ben, Allah ne der diye yaşayacağım. Hayatımda aldığım her nefes, attığım her adım, söylediğim her söz, yaptığım her iş kısaca her anım Allah rızasına uyduğu zaman yapacağım... Kulların benim hakkımda, yaptıklarım hakkında söyledikleri beni ilgilendirmeyecek ve onlara kulağımı kapatacağım” diyerek hareket etmeyi prensip olarak kabul et. Unutma eğri olan her şeyin gölgesi de eğri olur. İslâm yolu, asla eğri olmaz. O Hakk’ın emridir. O Hakk’ın sözüdür. Bir kul için tek bir kurtuluş varsa o da; bu Hakk yolu dahilinde olmaktır. Hz. Ali (RA)’nin dediği gibi; “İnsan yok olmak için halk edildi, kalmak için değil.” Buna göre hayatını düzenlemen gerekir. Kul ya hasetlikten söyler, ya da seni sevdiği için söyler, ya senden çıkarı vardır, ya da senin yok olmanı istediği için söyler. Bu sözlere kulak verdiğin müddetçe, hep ikilem içinde kalırsın. Acaba doğru mu, yanlış mı? Bu doğru ve yanlışı kendi iradenle bulmak istersen, ilk önce imanlı ve şuurlu bir yaşantın olmalı. Senin çirkef bir yaşantın olduğu zaman, sana yol gösteren hep o çirkeflik üzerine olur. Eğer ki, hayatın, yaşantın İslâm üzerine olursa, sana hem öğüt veren olacak, hem de seni taşlayan, döven, söven olacak. Batıl yolda seninle kimse uğraşmaz. Hakk yolunda isen, şeytan sana pek çok kişiyi musallat eder. Bazen de sistemleri musallat eder. Bütün bunlara göğüs germek ve katlanmak için, İslâm’ı tam kâmil bir şekilde, anlayıp yaşayacak ve anlatacaksın. Senin bundan sonraki her halin birileri için, bir anlam ifade edecek. Onlara yol gösterecek. Onların hidayete ermesi için, senin dirayetli olup, İslâm’ı hayatına nakşetmen zorunludur. Unutma, peygamberleri göz önünde tut. Onlar Allah’ın seçilmiş kulları olmakla beraber; kimi zindanlarda yattı, kimi olmadık hakaretlere maruz kaldı, kimi en büyük dert ve yaralar içinde ah bile demeden katlandı, pek çoğu işkenceyle öldürüldü. Onlar ki; Allah’ın seçilmiş kulu idi. Ama onların başına gelen musibetlerde bir hikmet vardı. O da; bizim bunları düşünerek, aklederek, Hakk yolunda yürüyebilmeleri için bir örnek teşkil eder. Üstelik Rabbim; bir kulun ne kadar yük götüreceğini elbette bizden daha iyi bilir. İnsanın dayanma kapasitesini O daha iyi bilir. Bize kaldıramayacağımız yükü vermez... Hayatta hiçbir şeyi problem etme. Dünyayı sen yönetmiyorsun? Sen bireysel olarak kendinden sorumlusun. İleride bir aile kuracak olursan, bu sorumluluk biraz daha artacak. Unutma ki, İnsanın evveli bir damla sudan ibarettir. Sonu ise toprak olacak... Müslüman; asla kulları memnun etmek için ibadet etmez. İbadet sadece ve sadece Allah için yapılır. Nasıl ki güç; cazibesini artırıp, herkesi kendisine hayran ederse; İmanlı bir hayatta çok kişinin dikkatini çekerek, kendine hayran bırakır. Belki senin ibadet ettiğini gören pek çok kişi, yarın namaz kılmaya koşacak. Bunları çok iyi düşün. Örnek alınan olmak zorundayız. Örnek olmak içinde, Allah’ın bizden istediğini harfiyen yerine getirmek zorundayız. Dünyada yaptığımız her şekil birilerine örnek olabilir. Bu sadece o insanları nasıl yönlendirdiğimizle sınırlı kalır, hak yolu ise sevap, şeytani bir yol ise günah kazanırız. Bizzat bedenen yaptıklarımız da böyle. İyi ise sevap, kötü ise günah. Bak evladım. Dizlerim ağrımaya başladı. Malum kemiklerim beni taşıyamadığını, her zaman söylüyor. Bu kemiklerin de miadı doldu. Eeee, yenisi de satılmadığına göre, bize mezar her geçen gün bir adım daha yaklaşmakta.
- Aman Bekir Abi... O nasıl söz öyle?... dedi heyecanla başını kaldırıp Bekir’e bakarken.
- (Gülümseyerek) Niye ki. Ben gerçek olan bir şeyi söyledim. Topraktan geldik ve tekrar toprağa döneceğiz. Buna engel olacak herhangi bir güç var mı? Hayır... O halde, bana ikaz edilmekte, kâh takatten düştüğüm hatırlatılarak, kâh saçlarımın rengi değişerek, vücudumu kaplayan derideki keratinler ölüp, nokta nokta benekler oluşarak. Kısaca ölüm her zaman kendini göstererek gelir. Asla gizli olarak gelmez. Nasıl yaşarsan, öylece bir ölüm şekli ile gidersin. Ve nasıl ölürsen de, öylece dirileceksin. Evet şimdi içeri girelim. Bir köşeye çekilip ibadetimizi yapalım. Şu an itibariyle iyi ve kötü aleyhimizde konuşulan her şeye kulak tıkayalım. Duymamaya çalışalım. Bunun için içimizden devamlı Allah’ı zikredelim ki, dışarıdan kulların sesi bizi meşgul etmesin. Unutma duyacağın iyi bir söz nefsini harekete geçirip, seni etkisi altına alarak, böbürlenmene, kibirleneme, büyüklenmene neden olur. Duyacağın kötü ifadeler yine nefsini ayağa kaldırıp senin gazaba gelmene, öfkelenmene, sinirlenmene neden olacaktır. Sen bir salise dahi zikirden geri kalma. Bunu sadece kalp ve beyin aracılığı ile yap. Dilin lal olsun. Sana laf söyleyenlerin de bir yorulma süreci vardır. Senden cevap gelmediği veya karşılık bulmadığı sürece, onlar da susmak zorunda kalacak. Ne zaman ki karşılık vermeye kalkarsan, bil ki şeytan seni ikna etmiş ve esareti altına almakta. İşte tam o anda sus ve zikre devam et. Övgülere de, sövgülere de kulağını tıka. Her ikisi de seni, Hakk yolundan çıkarır. Evet, kul ne der diye yaşamak yok artık. Hayatının her zerresinde, Allah ne der diye yaşamak olmalı.... Kalk hadi içeri girelim biraz sonra kapılar kilitlenecek.
- Hıh... Tamam abi... dedi ayağa kalkarken. Yüzünde bir hüzün ifadesi vardı. Elleri titremekteydi. Göğüs kafesi inip inip kalkıyor, nefes alıp vermesi hızlı ve uzun uzun oluyordu. Bu derin nefes alıp vermeleri sayesinde, içindeki basınç düşmeye başlamıştı. Yetim, kendinde bir rahatlama hissedince aynı nefes alıp vermeleri, daha sık yaptı. Vücudu rahatlamıştı. Bu rahatlığın verdiği gevşeklik ile, yüzüne gülümseme geldi... Bekir’e sarılarak.... İyi ki sen varsın Bekir Abi... dedi.
- Kişilere asla güvenme evladım. Nihayetinde onlarda bir beşer olup çiğ süt emdi. Şeytan, onları da etki altına almasını bilir. Sen, sen ol. İlk önce kendine güven ve Hakk’a sığın. Çünkü sığınılacak en büyük kapı orasıdır. Her ne istersen yürekten iste, ama O’ndan iste. Sabır en büyük sermayen olsun... Sermayesi sabır olan batmış bir geminin yolcusu, bile karaya çıkabilir. Bizlerin burada sabretmediğimizi düşünebiliyor musun? Başımıza neler gelir? Gardiyan ve kolluk kuvvetlerinin baskıları ile, her günümüz çekilmez olur. Bizden alınan sayılı günleri, sayısız olarak bu duvarlara hapsederiz. Bizi ayakta tutan bir umuttur. Onu yitiren çok şey yitirmiş olur. Şükür ki, biz ümidimizi yitirmedik. Dimdik ayaktayız. Problemleri biriktirmek akıl kârı değil. Olmayan şeyleri de problem gibi algılamak, mantık işi değil. Bu problem olarak gördüğün şeylerin üzerine yatmaya kalkma. Problemlerin üzerinde kuluçkaya yatarsan, çok mükemmel civcivlerin olur.
- Tamam Bekir Abi... Kim ne diyor diye yaşamak yok artık. Yaşantımın her zerresinde Allah ne diyor diye hareket edeceğim. Bana bu yolda gereken her şeyi öğretmeni istiyorum. İlk önce noksansız bir şekilde ibadet etmeliyim. İnandığım dinimi çok iyi bilmeliyim. Kur’ân-ı öğrenmek değil, ezberlemek istiyorum. Bana bunları öğretebilir misin?
- Memnuniyetle evladım... Onur duyarım... Bütün bunları isterken gönlünde günah namına bir eser kalmayacak. Çünkü sen tertemiz olarak İslâm’ı yaşamaya adaysın. Sen hayatına yeni bir sayfa açtın. Rabbim senin kul hakkı haricindeki bütün günahlarını bağışlayabilir. Ama kul hakkını da bir türlü ödemeye çalışacaksın. Bundan sonra, içinde zerre kadar günah olmayacak. Günaha asla fırsat verme. Unutma; Gönülde pas bırakan günah, bünyeye musallat olmuş bir virüs gibidir; er geç kendini hissettirir.... Evet şimdi gidip namazımızı kılalım ve sana, ilk dersini verelim.
- Şu kul hakkı kafamı kurcalamakta Bekir Abi. Biliyorsun ki ben buraya çaldığım için düştüm. Üzerimde binlerce insanın kul hakkı var.
- O borçları iki türlü ödeyeceksin. Bir manevi bir şekilde ki, bol bol ibadet edip sevap kazanacaksın. İki maddi bir şekilde olacak. Aklına gelenlerin kapısını çalarak, onlara durumu izah edeceksin. Onlardan helallik dileyeceksin. Kabul etmeyenlere ise zaman isteyip tekrar ödeyeceksin. Daha da kabul etmeyen olursa, ahirete bırakmaktan başka yapacak bir şeyin yok... Sen hep ödemekle mükellef olduğunu düşünürken, bu arada senin hakkını yiyenlerde sana hesap verecekler. Onları sen düşünme. Çünkü onlar senin cehennemden kurtuluş sertifikan olabilir. Sen inandığın şekilde yaşamı kendine şiar edin. Şimdiye kadar yaşadığın şekilde inandın ve hayatını dört duvar arasına hapsettin. Artık buna son vermek zorundasın. Çünkü sen inanan birisin. İnanan insan da kul ne der diye asla düşünmez. Bilirsin, küçük köpekler vardır. Ne saldırmasını bilir, ne kovalamasını, sadece havlar. Köpek havladı diye kervan yol değiştirmez, kervan ürkmeyip yoluna devam eder. Ne zaman ki, karşına tasmalı ve iri bir köpek çıkacağını düşündün, işte o zaman çalıyı dolan ama köpeğe dalanma. Köpeğe dalanmak akıl kârı değil. Şimdi içeri girip akşam namazını kılacağız ve sana, Elifba’yı tek tek nakşetmeye çalışacağım.
- Tamam Bekir Abi... dedi ve ayağa kalktılar.
Koğuşun kapısını açıp içeri girdiklerinde, herkes el işi yapmaktaydı. Kimisi tespih yapıyor, kimisi anahtarlık, kimi cüzdan, kimi küçük maskot, kısaca herkes üretmekle meşguldü. Bekir yatağına doğru giderken Mahir’e göz ucuyla baktı. Mahir de ona bakıyordu. Bekir’in gülümsemesine Mahir, dişlerini sıkarak cevap verdi. Mahir, eline aldığı bocuklarla tespih yapmaktaydı. Yanı başında duran masanın üzerinde epey tespih vardı. Son birkaç gündür, istemese de el işi yapmak zorunda olduğunu biliyordu. Çünkü başka koğuşlarda el işi yoktu. Bütün koğuşlardan seçilip gelmiş olan bu eli becerikli insanlar, bütçelerine küçük de olsa bir katkı sağlamaktaydı. Bekir’de Hat ustasıydı. Çok iyi Kufi yazı yazıyordu. Daha eline kalem, kamış alıp, kağıt başına geçme şansı olmamıştı. Çünkü, resim fikri sayesinde hep meşgul olmuş, Cengiz’e resim yapmasında boya hazırlamayı bir görev bilmişti. Ne de olsa boyalardan çok iyi anlıyordu.
Bekir ranzasının yanına geldiğinde Yetim’de diğer taraftan dolanıp gelmişti. Yere serilen çarşaf üstünde namaza duran Bekir’in hemen arkasında Yetim’de namaza durdu. Bekir, akşam namazının farzını kılarken okuduğu sureleri, bir iki adım öteden ancak duyulacak bir ses tonuyla okuyordu.
Koğuştaki mahkumlar bu olay karşısında çok şaşırmışlardı. Çünkü Yetim’in namaz kıldığını ilk kez görüyorlardı. Hepsi de hayretler içinde idi. Ellerindeki işi bırakmışlar, bu iki insanı, hayranlıkla ve şaşkınlıkla izlemekteydiler. Kendi aralarında fısıldayarak, birbirlerine bir şeyler anlatıyorlardı. Bu arada Cengiz Sarı Ufuk’a baktı. Ufuk’un yüzünde bir hüzün vardı. Ağlamaklı bir hal içindeydi. Cengiz onun hüzünlü halini görünce, ona gülümsedi. Ufuk gayri ihtiyari gülümseyerek cevap verirken bakışlarını, namaz kılan Bekir ile Yetim’den ayırmıyor, onları hayranlıkla izliyordu.
Namaz kılan Bekir ve Yetim, tespih dûası yaparken Mahir yanlarına geldi. Onlara alaycı bir halde bakıp elindeki tespihi sert sert çekerken, Yetim’e tekme ile vurdu. Yetim, ses bile çıkarmadı. Mahir daha çok hırslanmıştı. Tekrar tekme ile vurdu ve;
- Ulan p..., İt oğlu it. Kuyruk sallayacağım derken, şimdi de yobaz mı oldun. Şuna bak şuna, sanki namaz kılmasını bilirmiş gibi bir de namaz kılmaya kalkar? Muhammed Hoca’yı hatırla aslanım... O gidince nasıl süt dökmüş bir kediye dönmüştün? Bırak bu yobaz ayaklarını, yarın yine elime düşeceksin. Ben sana hayatı zindan etmez miyim? Gericiler sizi...
- Derdin nedir ilerici.... dedi, Bekir elindeki tespihi cebine koyarken. Ve ayağa kalktı. Heybetli duruşu ile Mahir’e sanki meydan okuyordu. Mahir, onun bu heybetli halinden ürkmüştü. Bir iki adım geri çekilerek..
- Bu çocuğu da zehirledin. Gerici bozması...
- Zehirlenmek böyle ise dilerim bütün insanlık aynı zehirden içer. Senin bu çocukla alıp veremediğin nedir?... derken Yetim’de ayağa kalkmıştı. Göğsünü şişirerek, bir iki adım ilerledi ve Mahir’in karşısına dikildi. Kaşları çatılmıştı. Yüzünde sert bir ifade vardı. Yumrukları sıkılıydı. Bir ara Bekir ile göz göze geldiklerinde Yetim’in yüzünde tebessüm belirdi. Yetim, yumruğunu sıkmayı bırakıp parmaklarını gevşetti. Vücudu gerginlikten uzaklaşmıştı. Mahir’in üzerine doğru iki adım daha attığında Mahir, geriledi. Yetim, yumuşak bir ses tonuyla ama kaşları çatılmış bir halde iken:
- Bana bak Mahir.... Bir daha benim karşıma çıkıp, ikide bir beni tekmeleyerek, horlayarak, hırpalayarak, küçümseyerek kısaca bana tepeden baktığını görürsem, senin için iyi olmaz.
- Ne o lan? Sen ne zaman adam oldun da, bana kafa tutuyorsun p....? dedi Mahir...
- Ben sana edeplice konuşuyorum. Ve bu konuda seni tekrar uyarıyorum. Bir daha küfür etmeyeceksin. Ben de insanım ve benimde nefsim ve onurum var. Nefsim beni esareti altına alırsa senin için iyi sonuçlar çıkmaz. Lütfen beni rahat bırak. Bu sana bir uyarıdır.
- Sus ulan p.... dediğinde Sarı Ufuk, Mahir’in yakasını toplayarak, Mahir’i ileri doğru itti.
- Bu genç senden rica ederken, sen edepsizce kelimeler kullanıyorsun. Çok küfür eden insanın, aslında korkak olduğunu okumuştum. Bu çocuğu rahat bırak....
- Ne lan? Boya yapıyoruz derken hepiniz birden tinerci mi oldunuz. Bu cesaret size nereden geldi? Daha düne kadar süt dökmüş kedi idiniz. Hayvan sürüleri sizi adam eden benim be. Ben olmasam, hepiniz burada acınızdan ölecektiniz.
- Keşke olmasaydın da ölseydik. Sen kimsin ki bize rızık temin ediyorsun? Sen çıkarın için ananı bile pazara çıkarmaktan çekinmezsin. Senden insanlık öğrenecek değiliz. Var kabuğuna çekil ve elindeki işini yap. Yoksa asıl acından ölecek olan sen olacaksın. Bu koğuşta bir daha sesinin yüksek çıktığını görürsem...
- Naparsın, ha naparsın? Sen ateş olsan cürümün kadar yer yakarsın be komi.
- Beni duymadın galiba.... dedi ve yumruğu Mahir’in suratına patlattı... Yeter artık ulan! Bir daha kimseyi rahatsız etmeyeceksin.
- Vay anam.... dedi Mahir, eli burnunda gerileyip giderken. Üç-beş adım sonra durdu ve elinin içine baktı. Avucu kanla dolmuştu. Hemen lavaboya koştu ve su ile temizlemeye başladı. Bu arada Bekir’de yanına vardı. Ve ona yardımcı olmak amacıyla...
- Burnuna su çek, ama sakın fazla çekme. Burnunu iyice soğuk su ile temizle. Kan gelen damarın açık yeri, soğuk ile dondurulana kadar devam et.... Evet, evet işte öyle...
- Git başımdan be... dedi Mahir mırıltılı bir halde...
Bekir, yatağına doğru ilerlerken, Ufuk ile ayak üstü konuşmaya başladı.
- Burada hepimiz kardeşiz. Birbirimize sırt çevirmek, bize yakışmaz. Nihayetinde aynı havayı teneffüs ediyoruz.
- Ama Bekir hoca gördün... O adam da bir yükseklik kompleksi var. Herkese tepeden bakıp hakaret etmekte. Bizim de gururumuz var. Bu hakaretleri kaldırmaya, sindirmeye mecbur değiliz ki?
- Nasreddin Hoca’nın dediği sen de haklısın. Ama asıl haklı olan, Hakk dahilideki hareketlerdir. Gayrisi zaten haksızlıktır, zulümdür. İnsan hangi bineğe binmişse onun istikametine doğru yol alır. Hz. Ali (RA) bu konuda: “Sakın tamah bineğinden; o seni helak suyunun başına götürür..” der. Mahir arkadaşımız da yanlış binek üzerinde olduğu için, hep bela aramakta. İşin garibi bela gördüğü zaman da, kaçmakta. Kuvveti bağırmakta ve küfürde gören bir yapısı var. Oysa insandaki büyüklük, ilmi ile, ameli ile, inancı ile olur. Gayri bir büyüklük asla yoktur. Yine o (Hz. Ali) Allah’ın aslanı der ki; “Yumuşaklığın sertlik sayıldığı yerde sertlik yumuşaklıktan sayılır; çok zaman ilaç, dert olur, hastalık olur; dert de ilaç kesilir, derman verir.” Biz sertlik kullanmaktan uzak kalmaya itina ediyoruz. Mahir arkadaşımızda bundan sonra hem sertliği, hem de küfrü bırakacak sanıyorum. Çünkü, dost kazanmak kadar zor bir şey yoktur. Düşman edinmek o kadar kolay ki; karşılıklı sohbet ettiğiniz insanın hakaret ve sert davranışlarla kalbini kırıp onu kaybetmek, bir dakikada olur. Aynı kişinin kalbini kazanmak ise, bin dakikada belki olur? Arkadaşlar unutmayın ki; Her zaman kalp kıran adam, ayakkabı içindeki taşa benzer. İnsan bu taştan rahatsız olmaya, ona katlanmaya mecbur değildir. Ayakkabısını çıkarıp o taşı attığı zaman rahat edecektir. İnsan ne oldum değil, ne olacağım demek zorundadır. Kendinizi siz beğenmeyin. Bırakın sizi başkaları tarif etsin. Bu tarife göre hayatınızı yönlendirin. Ama sakın kibirlenmeyin. Çünkü kendini beğenmiş kişi, başka bir puta ihtiyaç duymaz. Kendini ilâh olarak addeder. Bu tür bir görüş ise, kişiye hiçbir şey kazandırmaz. Kişi hep kaybetmeye mahkum olur. İnsanlar kazandıklarını sandığında belki de çok şey kaybetmiştir. Onun için her adımınızı dikkatli atmalısınız. Her insanın üç kişiliği vardır; 1- Ortaya çıkardığı, 2- Sahip olduğu, sahiplendiği, kabullendiği. 3- Sahip olduğunu sandığı. İnsan, dünyada hep yanılmıştır. Ne zaman yanılmamış derseniz, ölümü hatırladığı zaman. Ölümü aklından çıkarmayan insan yanılgı içine düşmekten korkar. Çünkü; gerçek olan bir şey kalbine hakim olmuştur, o da ölüm. Bu anlayış ile yaşantısını dizayn eder. Ölümün bir son değil başlangıç olduğunu da idrak ettikten sonra, her saniyesi ile oraya hazırlanma gayreti içine girer. Bu konuda yabancı bir mütefekkir olan Frantz Fanon der ki; “Size söylemek istediğim ölümün her zaman bizimle, hep yanı başımızda olduğudur, önemli olan ondan ne zaman kaçıp kurtulacağımız değil, inandığımız fikirler için elimizden gelenin azamisini yapıp yapmadığımızdır.”
- Bekir Hoca... Din nedir? Afyon mu? Yani, bir nevi, uyuşturucu mu?... dedi Ufuk...
- Din.... Evet din; insanın Allah'a karşı içinden gelen aşk ve itimatla bağlantısıdır. Dünya hayatı nedir derseniz; Onun içinde Sevgili Peygamberimiz (SAV) der ki: “Dünya hayatı aldatıcı bir geçimlilikten başka bir şey değildir.”
- Bu sohbete ben de katılmak isterim... Esen bin Malik (RA) buyurdu ki; “Hiç şüphesiz her gün, yer on kelime ile seslenir ve der ki:”Ey Âdemoğlu, sen üstümde koşturuyorsun, fakat mutlaka içime gireceksin.
Üstümde isyân ediyorsun, fakat içimde azâb edileceksin.
Üstümde gülüyorsun, fakat içimde ağlayacaksın.
Üstümde seviniyorsun, fakat içimde üzüleceksin.
Üstümde mal topluyorsun, fakat içimde pişman olacaksın.
Üstümde haram yiyorsun, fakat içimde kurtlar seni yiyecekler.
Üstümde hilekârlık yapıyorsun, fakat içimde zelil olacaksın.
Üstümde neşeli bir şekilde yürüyorsun, fakat içimde hüzünlü olacaksın.
Üstümde ışıkta yürüyorsun, fakat içimde karanlıkların içinde kalacaksın.
Üstümde topluluk içinde dolaşıyorsun, fakat içimde yalnız başına kalacaksın.... dedi Ali...
- Allah senden razı olsun Ali kardeşim... dedi Bekir,
- Valla benim sözlerim değil... Beni çok etkilediği için aklımdan çıkmaz.
Bekir, saatine baktı... Yetim’i göz ucuyla süzdükten sonra,
- Ooo... Yatsı namazı vakti gelmiş... Arkadaşlar, sohbete doyum olmuyor ama, namazı kılıp dinlenmeliyiz... Bize müsaade... diyerek namaz kıldığı köşeye vardı. Namaza durduğunda, Yetim ‘de arkasında namaza durmuştu. Huşu içinde namaz kılmalarını seyreden mahkumlar, kendi aralarında fısıltılı bir halde konuşuyordu. Bazıları ise, yorganı başına çekmiş, hafif horlayarak uyumaktaydı. Cengiz’in yan tarafındaki ranzada yatan mahkum da, horlamaktaydı. Cengiz, işaret parmağı ile orta parmağını adamın burnunda mandal gibi yapıp bekledi. Bir süre nefessiz kalan adam, yan döndü. Yan dönmesiyle birlikte horlamayı da kesti. Cengiz, sırtüstü uzanırken, bakışlarını namaz kılan Yetim’den ayırmıyordu... Namazı kılan Bekir, Yetime yöneldi. Onun başını sıvazladı.
- Bekir abi, Allah senden razı olsun.... Sen olmasaydın ben bitmiştim. Senin sayende yeniden doğdum.
- Ben senin için hiçbir şey yapmadım. Bu yaşadıkların senin içinde varmış, ve ortamın mistikleşmesi ile seni sardı. Seni saran bu aşk da dışarı zuhur etti. Dışarı zuhur eden aşkın ışıkları da etrafı aydınlattı. Mesele bundan ibarettir... Bak yiğidim. Artık bu hal üzere daim kalmaya bak. Usanç içinde olma. Kişi sevdiği ile beraber olmaktan usanmaz. Senin sevdiğin Rabbin, olduğu müddetçe korkma. O’nun koruduğunu, O’nun sevdiğini, O’nun verdiğini, O’nun aldığını hiç kimse verip alamaz... O, daima insanlarladır. Hatta insanların içindedir. Sevgili Peygamber Efendimiz (SAV) der ki: “Her gece, Rabbimiz gecenin son üçte biri girince, dünya semasına iner ve; “Kim bana dua ediyorsa ona icabet edeyim. Kim benden bir şey istemişse onu vereyim. Kim bana istiğfarda bulunursa ona mağfirette bulunayım.” der. Allah daima verir. Hele sevdiklerine daha çok verir. Ha. Bela ve musibet de verir. Ama bunu, kullarını denemek için verir. Bela ve musibet karşısındaki davranışlarına göre mükafatlandırılacağını sakın unutma. Rabbim bana bela verdi, musibet verdi deyip, pes etmek, isyan etmek. Kâmil bir Müslüman’a asla yakışmaz. Çünkü bizler dünyada mükafat peşinde koşanlardan değiliz. Biz ebedi kalacağımız yer için hazırlamayı, borç biliyoruz. Sevgili Peygamberimiz (SAV)’in dediği gibi; “Nasıl bir hayat yaşıyorsanız öylece ölürsünüz, nasıl öldüyseniz öyle de dirilirsiniz.” İşte bu nedenledir ki; dünyada iyi bir kul olarak yaşamak zorundayız.
- Hocam... Ben geçmişimden korkmaktayım....
- Bak sevgili yeğenim.... Bu kelimeyi bir daha telaffuz etmeni yasaklıyorum. Ne kadar çok az aklına getirirsen, o kadar rahat ve huzurlu olursun. Geriye dönüp o günleri tersine çevirme imkanı hiç kimseye verilmedi. Ama ileriye bakıp, şimdiki zamanı iyi değerlendirerek, geleceği kurtaran, geçmişini de kurtarmış demektir. Saplantılar ve takıntılar içinde sakın olma. O saplantı ve takındı; şeytanın seni elde etmek için kullandığı bir yöntem. Sakın ona uyma. Onu aklına getirmeyerek, şeytanı yenmen mümkündür.
- Benim senin kadar yüksek bir iradem yok ki?
- Var. Sen farkında değilsin. Var ki, bugün alnını secdeye koymaktasın. Sakın kendini küçük görme. İnsan yaratılışı itibariyle başlı başına bir kainattır. Kainatta ne varsa, insanda mevcuttur. Demiri, bakırı, taşı, kumu, kısaca aklına gelen her şey var. O halde sen küçük bir evrensin, kainatsın. Neden kendini küçük görürsün ki? Üstelik akıl ve izan gibi hiçbir canlıda olmayan büyük özelliklerin de var. Akledebilmektesin, daha başarılı bir hayat içinse şükretmelisin... Hadi yat uyu artık...
- Peki Bekir Abi.... İyi geceler....
- Sana da yiğidim.... Sana da.... dedi ve yatağına uzandı....



15


Bekir, yatağından doğrulup etrafını kontrol ederken, koğuş loş bir ışık süzmesi altındaydı. Kapıdaki küçük pencereden içeri düşen ışık sayesinde, koğuş zifiri karanlıktan kurtuluyordu. Bekir yatağının üzerinde oturdu. Sağa sola sert hareketler yaparak, öne arkaya kaykıldı. Kollarını yukarı kaldırırken, derin derin nefes aldı. Ranzadan inmek için ayağını yere basmıştı ki, bir gölgenin varlığını gördü. Dikkatlice baktığında bu gölge ibadet eden birine aitti. Ayağa kalktı, yan tarafta bir gölge daha gördü. O da ibadet etmekteydi. Birden irkildi. Saatine baktı. Yoksa sabah namazının vakti mi geçmişti? Saate baktıktan sonra “hayır” diye mırıldandı. Ranzanın üzerine oturup, koğuşun iki yanında ibadet eden bu silueti hayranlıkla seyre daldı. İçinde derin bir serinlik hissetti. Hülyalar içinde epey yol almıştı ki, birden irkildi ve hemen kalkıp lavaboya gitti. Abdestini aldıktan sonra, koğuşun ortasında durdu. Saat takılı kolunu, kaldırıp gözüne kadar yaklaştırdı. Saate baktığında sabah namazı vaktinin girmiş olduğunu gördü. Namaz vakitlerini çok iyi takip ederdi. Günlerin uzamasını, kısalmasını da hesaba koyarak, hiç şaşmaz bir halde namazını tam saatinde kılardı.
Bekir, biraz bekledi, namaza durmadan önce kısık bir ses tonuyla, ezan okumaya başladı. İbadet eden diğer iki kişi, çömeldikleri yerden kalkıp, Bekir’in yanına geldiler. Önde Bekir, arkada bu iki insan namaza durdular. Bekir, arkalarındaki kişileri merak dahi etmiyordu. Sadece tahmin etmişti. Huşu içinde namazı kıldıklarında Bekir, başını geri çevirdiğinde, Yetim ile Mahir’i gördü. Mahir’in ibadet ettiğini görünce, vücudundaki bütün tüyler ayağa kalktı. İçine derin ve sonsuz bir serinlik hakim oldu. Ayakları sanki yerden kesilmek üzere idi. Üç insan koğuşun loş ışıklı ortamında, konuşmadan öylece bakışıyorlardı. Bekir, elini uzatarak...
- Allah kabul etsin... Senin adına mutlu oldum...
- Sağol... dedi, başını öne eğerek, dudaklarını oynatmadan konuşmaya devam etti... Gece çok korktum. Korkumun sebebi bir rüya idi. Uyuyamadım. Yetim’i uyandırıp ona derdimi, yani gördüğüm rüyayı söyledim. Sağolsun oda ibadet etmeyi önerdi. Yani sabaha kadar ben bildiğim ve becerebildiğim kadarı ile dua ettim. Yetim’de nafile namazlar kıldı. Saat ikiden beri dua etmekteyim. Kendimi çok tuhaf hissediyorum. Bana yardım edin...
- Ben ne yapabilirim ki? Acaba revire mi götürsek?... dedi Yetim’e bakarak....
- Revir falan istemem... Bana yardımınız ancak ve ancak şu şekilde olabilir. İçimde tarifi imkansız bir korku var. Aklımdan çıkmayan bu rüya yüzünden, delirmek üzereyim. Bana revir, doktor fayda etmez. Bunu biliyorum. Bana, yol gösterin. Huzur iklimine doğru götürün.
- Demek bizim öyle bir özelliğimiz de var... dedi mırıldanarak... Neyse, hele şu rüyanı bir anlat.
- Rüya ile amel olur mu?
- Rüya ile amel olunmaz diyenler de var, olur diyenlerde. Hele şu rüyanı bir anlat bakalım. Bildiğim kadarı ile iki türlü rüya vardır. 1- Rahmani. 2- Şeytani. Yüce Rabbim Kur’ân-ı Kerim’de Yusuf Sûresi, âyet 6’da şöyle buyurmaktadır. “Rabbin seni öylece (rüyada gördüğün gibi) beğenip seçecek ve sonra rüya tabirine ait bilgi verecek. Yani rüya bir geçektir. Hatta bunun için ilim diyen âlimler bile vardır. İmam Nablusi’nin bu konuda çok geniş ve külliyatlı bir eseri bulunmaktadır. Ona göre “rüya tabiri ilmi” makamı yüce ilimlerdendir. Hele rüyanı bir dinleyelim.... Biraz sesiz olalım ki diğer arkadaşlar rahatsız olmasınlar.... Gördüğün hayırdır inşallah. Hayra erişmeyi, şerden kaçınmayı arzu ederiz. Hayır bizim, şer de düşmanlarımız içindir. Hâmd âlemlerin Rabbına mahsustur... Evet seni dinliyorum.
- Rüyamda gördüklerim aynen şöyleydi: Hapis hayatım bitmiş dışarı çıkmıştım. Gidecek bir evim olmadığı için, arka sokakların birinde izbe bir yerde, hana benzer bir yer buldum. Burada sabahlamak için hancıya rica ettim. Adam, kabul etti ve beni yukarı çıkarıp, üç kişilik bir odaya götürdü. Çünkü odada üç tane kanepe vardı. Üç kişilik odada, dört kişi kalacaktık. Adam çıkıp gitti. Ben ne yapacağımı şaşırdım. Herkes yatağında yatmaktaydı. Çaresiz onları seyrederken, göz kapaklarıma da hakim olmaya çalışıyordum. Kapıyı açmaya kalktım ama açamadım. Üzerimizden kilitlenmişti. Odada tavanda asılı olan 25 voltluk kırmızı renkte bir ışık vardı. Oda hafif kızılımsı bir şekilde ışıldamaktaydı. Kapıyı açamayınca, çaresiz bir köşeye çömeldim. Öylece bir süre bekledim. Neden sonra dalmışım. Gırtlağımda bir acı ile uyandım. Gözlerimin yaşlı olduğunu fark ettim ve elimi, gözlerime götürdüm. O da ne? Başım yoktu. Ama görebiliyordum. Gırtlağıma baktım kan yoktu. Oda da yatan o üç kişi benim başım ile top oynamakta idi. Başımı yakalamak için koşturdukça onlar beni iteleyip sırt üstü yıkıyor ve gülüşüyorlardı. Derken biri demir parçası ile kollarıma vurdu ve kollarımı kopardı. Yine kan akmıyor ve acı duymuyordum. Bu seferde kollarımı almak için koşturmaya başladım. Bu arada bir diğeri, elindeki uzun saplı kılıç ile bacağıma bir darbe indirdi. Ayaklarımdan kan gelmemişti . acı da duymuyordum. Beni öylece bırakıp gittiler. Başımı görüyordum ama ona gidecek ayaklarım yoktu. Yuvarlanarak vardım. Bu seferde alıp başımı takacak kollarım yoktu... Neden sonra altımdan, sağımdan, solumdan kanlar akmaya başladı. Benim uzuvlarımdan olan kol ve başımdan da aynı kanlar akmaktaydı. İşte böyle bir rüya gördüm. Kan ter içinde uyanmışım. Hemen Yetim’i uyandırdım ve ondan uyumamasını istedim. Çünkü çok korkuyordum.
- Bak sevgili kardeşim. Ben rüya tabirini iyi yapamam. Sadece akledebildiğim kadarı ile yorum yapmaya çalışacağım. Bildiğim kadarıyla rüyalar iki ayrılır. Batıl – şeytani rüya ve doğru rüya. Batıl rüya yedi kısma ayrılır, doğru rüya ise beş kısma. Rüyanın en sahihi müjdeleyici rüyadır. İlk önce senin rüyan hangi sınıfa dahil ona bir bakalım. Evet... Rüyada acı duymak, günâhtan pişman olmaya delalet eder. Sen acı duymadığına göre kötü kazanca doğru gitmekte olduğuna delalet eder. Çünkü emek vermeden kazanmak isteğin ortaya çıkıyor. Gördüğün kırmızı rengin tek bir anlamı vardır, alçaklık ve rezalet üzere hayat yaşadığını gösterir. Gözyaşı görmek ise ferahlık demektir. Ağlamadan göz yaşı gördüğüne göre çevrende çok iyi bir kariyer edineceksin. Ama bu kariyer, kızıl renkten kurtulmanla olabilecek. Kan akması ise, haram mala veyahut kişinin işlediği günahlara delalet eder. O kişi çok mal-mülk sahibi olacaktır ama, haram yoldan ayrılması ona daha çok kazandıracaktır. Kanın çıkması, uğursuzluk ve şiddettir. Kan, yalan haberin de belirtisidir. Zira kan, yalanla tabir edilir. Başının bedenden ayrılması ise, reisliğinin gittiğine delalettir. Başın kesilerek bedenden bir başkası tarafından ayrılması ise, Allah yolunda baş vereceğinin delilidir. Baş vücutta olan azanın en şereflisidir. Bundan dolayı baş, riyasete, ana, babaya, hocaya, terbiyeciye ve melik bir şeyden reise delalet eder. Başının kendisinden ayrıldığını gören kimsenin geçimi ve hayatını devam ettirdiği sermayesi elinden gider. Boynunun vurularak başının ayrıldığını gören kimse, eğer köle ise azad olur. Üzüntü ve keder ise üzüntüsü ve kederi dağılır. Bazen de büyük bir mala erişir. Eğer boynunu vuran kimseyi tanırsa, o kişinin elinden çok hayra nail olur... Peki boynunu vuran kimseyi gördün mü?
- Evet hocam... Gördüm... Aha şu veletti boynumu vuran... dedi hüzünlü bir ifade ile.
- Demek ki, Yetim seni çok seviyor. Sen yine onun elinden merhamet bulacak ve onunla gururlanacak ve en yakın dostun o olacak.
- ..... Doğrudur.... Evet, hocam seni dinliyorum....
- Başının senden ayrılmasının bir başka anlamı daha var. Kötü düşünceler seni terk etmiştir. Başın ile top oynanıp, senin peşinde koşturman ise, geçmiş günahlarını terk etmek istemeyişinden kaynaklanıyor. Oysa odadaki o kişi, sana günahların dönmesini engellemeye çalışmaktadır. Artık terk ettiğin günahların sana dönmesine izin verilmemektedir. Yani biran önce günahları terk edip sevap işleyecek hale gelmen gerekir. Eğer o başını yakalasaydın, günahlar içinde gark olup, helak olacaksın manası çıkar. Rüyada gördüğün kollar ise, seni seven iki dostun sayesinde kurtuluşa ereceğinin belirtisidir. Bu iki kişiden çok faydalanacaksın. Onlar sayesinde itibarın artacak, maddi kazanç kapın çoğalacak. Yakın dostların sayesinde çok güçlü olacaksın. Kan akmasını unutma. Eğer dostlarına ihanet eder, onları dinlemezsen, helak olup gideceksin manası çıkıyor. Rüyanda ayaklarının kesildiğini görmek ise, batıl ve şeytani şeylerden uzaklaştığındır. Elindeki işine sadık kalarak, büyüyeceksin demektir. Senin uzuvlarınla top oynanması ise, yaşadığın hayat şeklinden bir başka hayata geçtiğin için seninle dalga geçilecek. Sen bunlara ses çıkarmayıp duymazlıktan gelirsen, mükafatın büyük olacak. Yok karşı gelirsen, kan akacak ve her şeyin yalan üzerine bina edilecek manası çıkar. Bacakların senden ayrılması ise, mal ve mülk sahibi olacaksın. Uzun ve hayırlı bir ömrün olacak. Ayaklarının senden ayrı olması, seni kötü yola götürmeyecek anlamına gelir.... Bu rüya sana, yeni bir hayat çizgisi önermekte. Akıl der ki; bu gidişi değiştir ki, ömrün hayırlı ve uzun olsun. Ben rüyanı bu şekilde tabir etmekteyim. Hayat çizgini yeniden belirlemek sana kalmış. Ya çirkef bir hayat yaşayıp, ömrünü hep dört duvar arasında geçireceksin, ya da, sana gösterilen uyarılara uyacaksın. Seçim senin...
- Ben kısa ve öz olarak öleceğim anlamı çıkarmıştım. Yani paramparça olacağımdan korkmuştum.
- Ölüm haktır. Ölüm şekli ne olursa olsun, ruh bundan rahatsız olmaz. Şöyle de diyebiliriz. Sen burada dururken, ceketine eziyet edilse, sen rahatsızlık duyar mısın?
- Yoo... Duymam...
- İşte, bedende ruhumuzun maddi giysisidir. Nasıl ki, elbisen kirli ve pis olduğu zaman sen horlanıp, küçümseniyorsan, bedenin de kirli ve pis olursa, öylece değerlendirileceksin. Ruhun güzelliği bedene yansır. Nasıl ki, senin temizliği sevmen elbiselerine yansıyorsa, bedenin temizliği de, ruhuna yansır.
- Hocam... Bir insan 12 saat içinde değişebilir mi?.... Yooo. Söylemeyin. Değişebileceğini ben bizzat yaşamaktayım. Hayat felsefem tamamen değişti. Hele sizin açıklamalarınız ile bir başka boyuta geldi.... Ben size söz veriyorum....
- Bana söz vermek gibi bir yükümlülüğün yok. Sen Allah’ın kulusun. O’na zaten biz yaratılmadan önce bezmi âlemde söz verdik. Şimdi sana düşen, o söze sadık kalıp, Hakk emri dahilinde bir hayat yaşaman olacaktır.
Mahir, ellerini açıp alçak bir ses tonuyla dua etmeye başladı....
- Allah’ım... Bir daha senin hoşuna gitmeyen hiçbir şeyi istemeyeceğim, sevmeyeceğim, övmeyeceğim, yapmayacağım. Bana bu konuda yardım et. Sen benim için ne hayırlısı ise onu bana nasip et... Yaratmış olduğun mahlukatı Sen’in rızan için seveceğim. Benden onlara asla zarar gelmeyecek. Sana söz veriyorum. Eğer ben, sözümden dönersem beni ıslah et. Bana yardımlarını esirgeme Allah’ım.... dedi ve ellerini yüzüne götürüp yüzünü sıvazladı. Bekir’e bakarak.... Hocam, ben Allah’a layık bir kul olmak istiyorum. Bu konuda sizden yardım bekliyorum. Ben, bu konuda bilmem gereken her şeyi öğrenmek istiyorum. Bana yardım ederseniz sevinirim. Benden bu yardımları esirgemeyeceğinizi umuyorum. Biliyorum ki, sizleri çok üzdüm, horladım. Beni affedin. Bana doğru yolu bulmamda yardımcı olun...
- Gönlümüzde, insanlara karşı asla kin yoktur. Biz affetme mercisi değiliz. Bize yaptıkların ise, bizim kendi imtihanımızdı. Biz ona sabrederek, mükafatını Allah’tan istedik. Aramızda asla bir husumet olmadı, saymaktayız.
- Bu ne büyük bir anlayış, ne güzel bir inanış şekli?...
- Bizim dinimiz bunu emretmektedir. Yaratılmışı hor görmeyiz, yaratandan ötürü...... Evet şimdi abdest alıp, resim çalışmalarına gitmemiz gerek. Bana müsaade beyler.... dedi ve abdest almak için lavaboya gitti.
Bekir, tuvaletten çıkıp orta yerde biraz gezindikten sonra, abdest almak için lavaboya vardı. Bu arada onun abdest alışını, merakla takip eden bir çift göz vardı, bu gözler Mahir’e aitti. Mahir, Bekir’in abdest alışını takip ederken, Yetim’de tuvalete girmekteydi. Bekir, abdestini aldıktan sonra Mahir’e tuvaleti gösterdi. Mahir, anlamıştı. Yetim Abdest alırken, Mahir tuvalete girdi.
Bekir, Mahir’in de abdest almasını bekledi. Koğuşta derin bir sessizlik vardı. Bu sıralarda, gözlerini ovalayarak Cengiz yatağından kalktı. Lavaboya doğru giderken Bekir’i gördü.
- Hayrola Bekir Ağa?... Haaa.. Özür dilerim namaza kalktın galiba... Bugün resim yapacağımı sanmıyorum... Kendimi bir garip hissediyorum. Bugün dinlenelim mi?
- Nasıl istersen... Usta sensin...
- Pöhh... dedi, lavaboya doğru ilerlerken....
O gün koğuş bir başka atmosfer içindeydi. Öğle namazı vakti yaklaşana kadar herkes el işi ile meşgul olmuştu. Öğle namazını kılmak için Bekir, yere serdiği çarşafın üzerinde namaza durdu. Onun namaza durduğunu gören Yetim ve Mahir hemen arkasında cemaat oldular. Böylelikle, Bekir imam oldu, Yetim ve Mahir cemaat oluşturarak namaza durdular. Bu arada mahkumlar Mahir’i namaz kılarken görünce, hemen yanında ve alt ranzadaki arkadaşını dürtüklemeyerek, namaz kılanları işaret ediyordu.. Meraklı ve şaşkın bakışlar bu namaz kılan insanlar üzerine çevrilmişti. Fısıltılı konuşmalar koğuşu uğultulu hale getirmekteydi. Namaz kılanlar ise bunları duymayacak kadar huşu içinde ibadet etmekteydi. Farz namazı bitince, tespih duasına geçildiğinde, Bekir, Mahir ve Yetim’e karşı döndü. Öylece otururken, koğuşun tamamının merakla onları izlediğini fark etti. Başını öne eğen Bekir, tespih duasından sonra ellerini kaldırarak, “amin” dedi. Koğuşta çok kişi de buna katılmıştı. Mırıldanarak söyleyenler olduğu gibi, kalben söyleyenlerde vardı. Bekir, ilk önce duayı mırıldandı, sonra baktı ki, eşlik etmek isteyenler var, yüksek sesle söylemeye başladı.
- Ey büyük Allah’ım. Sen her şeye kadirsin. Ellerimizi açıp kapına geldik. Ellerimizi boş çevirme, bizleri dünyada rezil ve rüsva eyleme. Bize Hakk emri dahilinde yaşamak, nasip eyle. Biliyoruz ki, çok günahkârız. Sen Kur’an-ı Kerim’de mü’min suresi âyet 60’ta buyurursun ki; Ve kale Rabbüküm-üd’uniy estecib leküm. İnnelleziyne yestebirûne an ibadetiy se-yedhulûne cehenneme dâhiriyn. Yani: Bana ibadet edin de, sizi sevaplandırayım, (veya, bana dua edin de, size icabet edeyim) bana ibadet (veya dua) etmekten kibirlenenler, yakında hor ve hakir olarak cehenneme gireceklerdir. Buyurmaktasın. Bizleri cehennem ateşine giren akılsız kullarından eyleme. Bize anlama, affetme, bağışlama, sevme, sabretme gibi ulviyet anahtarlarını ver. Yine Mü’min Suresi, 97 ayette buyurduğun gibi;Rabbi e’ûzü bike min hemezât’iş-şeytâni ve e’ûzü bike rabbi en yahdurun Yani: Yâ Rabbi! Şeytanların vesvesesinden Sana sığınırım. Yâ Rabb! Onların, yanımda bulunmalarından da Sana sığınırım. Yine Senin veli kullarından biri şöyle niyaz etmektedir; Allahummeğfir lenê zünübenê zulmenâ ve hezlenê ve ciddenê ve amdenê ve hataenê ve küllü zêlike indenâ Yani: “Allah’ım! Günahlarımızı, zulüm ve aşırılıklarımızı, şakamızı, ciddiyetimizi, kasıtlarımızı ve hatalarımızı af buyur.” İtiraf ediyorum ki bu kusurların hepsi bizde vardır. Bizleri doğru yoldan ayırma. El açıp kapına geldik, dualarımızı ve ibadetlerimizi kabul buyur. Bugünümüzü dünden, yarınımızı bugünden daha hayırlı kıl. Ezelin ve ebedin sahibi Sensin. Geleceğin ve geçmişin sahibi Sensin. Senin haberin olmadan bir karınca bir ayak ileri gitmeye kudret yetiremez. Sen ne yerde ne göktesin. Sen, her şeyin özüne vakıf olup, özdesin. Sana mekan istinat etmek, Sana inanmışlıkta noksanlıktır. Bizi noksan ibadet edenlerden eyleme. Bize kuvvet ver. Sabır ver. Sebat ver. Anlayış ver. Bize akletme şuuru ver. Yine veli kullarından birinin diliyle Sana yalvarıyoruz: Süb’hâl-müneffisi an külli medyûn sübhâne’l-müferrici an külli mescûn süb’hâne’lâlimi bi külli meknûn Süb’hâne men ceale hazâinehü beyne’l-kâfi ven’nûn ve izâ kadâ emren fe innemâ yek ûlü lehû kün fe yekûn fe sübhâne’l-lezi bi yedihi melekûtü külli şey’in ve ileyhi terce’ün Yani: Her borçluyu sıkıntıdan kurtaran, her kederlinin gönlünü sevindiren, her tutukluyu kurtaran, bütün gizli şeyleri bilen, bütün hazinelerini lâhzada açabilecek duruma getiren dilediği şeye “ol” deyince oluveren, her şey yed-i kudretinde bulunan ve en sonunda O’na döneceğimiz Cenâb-ı Hakk’a hamd-ü senâ olsun. Bütün tespih ve duâlarımız O’na mahsustur.... el-Fatiha demeden önce sizlere bir dua öğreteceğim. Sevgili Peygamberimiz (SAV). Yahya Muaz (RA)’a derki. Ey Muaz; Her namazdan sonra şu duayı mutlaka oku. Allâhümme eınni alâ zikrike ve şükrike ve hüsni ibâdik: Manası: Allah’ım, Seni zikretmek, Sana şükretmek ve Sana güzel bir şekilde ibadet edebilmek hususunda bana yardım et...” Sevgili Peygamberimiz madem böyle diyor, bize düşende bu duayı ezberlemek olmalı. Allah’ım! Bize akıl fikir ihsan eyle. Bizleri kutlu yolun yolcularından eyle, Sen her şeye kadirsin.. el-fatihaaa... dedi uzatarak. Koğuştaki herkes duâya amin dedi.
Namaz sonrası koğuşta Mahir’i kutlayanlar oldu. Mahir, bu ilgi karşısında şaşkındı. O sanıyordu ki, alaya alınacak, dalga geçilecek, horlanacak sanıyordu. Ama öyle olmadı. Mahir hem şaşkın hem de, mutluydu. Sevilmek, sevecen yüzlü insanlarla sohbet etmek hayatında hiç olmamıştı. Onunla konuşanlar ya ondan korkmuş zoraki olarak gülümsemiş ya da, onu sevmediği için somurtkan bir tavır ile karşısına geçmişti. Oysa şimdi, onun karşısındakilerin hepsi, güler yüzlü, sevecen ve şaşkınlık içindeydi. Bu ilgi karşısında utanıyordu. Koğuşta çok kişiyi dövmüş, çok kişiye sövmüştü. Birden başını sallayarak, aklına gelen şeylere tövbe etti. Ali, ranzasından inenlerden en sonuncusu idi. Mahir ve Bekir’in karşısında dikilmişti.
- Sen büyük adamsın be Bekir ağa... Şu adamı nasıl doğru yola getirdin bilmem ama, sana helal olsun. Gerçekten büyük adamsın....
- Haşa, haşa... Ben hiçbir şey yapmadım... O, Mahir’in içinde varmış ki zuhur etti.
- Onun içinde her şey vardı!!!.... dedi kinayeli bir şekilde...
- Önemli olan şu anki var olan. O artık bir daha eski Mahir olmayacak. Sabah, Rabbim’e dua ve niyazlarda bulunarak söz verdi. O sizden, geçmişini hatırlatmayacak kadar anlayış bekliyor.
- Ona geçmişi hatırlatmak zaten işimize gelmez. Şeytan belki ona tekrar musallat olur. Aman Allah göstermesin.... Allah onu bu hal üzerine daim kılsın... Umarız hep yükseklerde olana değer verir. Bilindiği gibi insanlar dünyada çabuk yükselenlere değer verirler. Halbuki hiçbir şey toz ve tüy kadar çabuk yükselmez. Biz onun bu halini devamlı görmek isteriz. İnsan, uçurumun kenarına varmadan kanatlanmazmış. Artık Mahir kardeşimizde uçmaya başlamıştır.... Ey millet.... dedi yüksek bir ses tonuyla... Biz kimi bekliyoruz? Şu dört duvar arasında aklımız ne zaman başımıza gelecek? Bakın o katı kalpli Mahir kardeşimiz, katılığı bir kenara atarak, tüy kadar hafifliği seçmiş, ayakları yerden kesilmekte. Biz neyi bekliyoruz? Bugünden tezi yok nazik alınlarımızı, secdeye koyma vakti gelmiştir. Şu Sarı Oğlan’ın son zamanlardaki halini hiç fark eden oldu mu bilmem? Ama ben fark ettim. Bekir Ağa geldiğinden beri koğuşta çok şey değişti. Hem madden, hem manen, hem fizikman, hem de çevremiz ile ilgili çok şey. Bütün bunlar bir hafta içinde oldu. Neden? Çünkü bize unuttuğumuz şeyleri, yapmamız gereken şeyleri hem anlattı, hem de kendisi, yılmadan, yıkılmadan icra etti. İşte böyle bir ortamdan feyz alan, kim olursa olsun, Hakk yolunda yürümeye başlar. Şu Yetim... Alnı secde nedir bilmezdi. Şu Mahir alnı secde nedir bilmezdi.... Bekir Ağaaa... dedi uzatarak.... Bu kodese düşeli bir hafta oldu. Bir Cuma günü öğleden sonra buraya düştünüz. Şimdi içerde geçirmek zorunda olduğunuz ilk Cuma’nız yarın başlıyor. Dün, siz resim yaparken arkadaşlarla kendi aramızda konuştuk. Bize imam olsanız da bu koğuşta Cuma namazımızı kılsak diyoruz.
- Bakın arkadaşlar... Ben emrinizdeyim. Size her zaman namaz kıldırmayı, bildiğim her şeyi anlatmayı seve seve kabul ederim. Yalnız bir şartım var.... Mehd-ü sena içinde olmayın. Yani beni övmeyin. Benim de bir nefsim var. Bu övgüler nefsimi harekete geçirebilir. Beni eleştirin, beni doğru söylemeye ve doğruya teşvik edin. Çünkü sizleri hep doğru üzere görmek, inanmış her insanın isteğidir... Cuma namazına gelince... Onu burada kılacağız....
- Bekir ağa.... dedi Cangat.... Müdürden izin almak falan yok mu?
- Ben müdürden izin alırım Bekir Abi... dedi Mahir, ayağa fırlayarak...
- Hayır... Bunu ne burada, ne bir başka yerde sakın yapmayın. Bir Müslüman, izin alarak ibadet etmez. Gerekiyorsa, kazaya bırakır ama asla kul karşısına geçip, Allah’a kulluk görevimi ifa edeceğim bana izin verin diyemez. Bu İslâm’ın özüne ters. İslâm kula kul olmayı değil, Allah’a kul olmayı öğütlemektedir. O müdüründe Allah’a ibadet etmeye ihtiyacı var. Allah’a kulluk etmemize mani olacak hiçbir şey yoktur. Zaman bizde en bol olan şey, mekan bizde var olan şey, meşguliyet engel olur düşüncesi, bize sökmez. Çünkü biz dünyadaki kazanma meşguliyetini, oyalanma, vakit geçirme olarak algılamaktayız. Sevgili kardeşim Cangat, durum bu minval üzere... saatine bakarak.... Epey zaman geçmiş. Gardiyanlar şimdi gelir. Yemekten sonra, daha çok konuşma fırsatımız olacak...
Yemekten sonra tekrar koğuşa toplanan mahkumlar, soru yağmuru altında Bekir’i epey yordular. İkindi namazı için kalkan Bekir’in arkasında cemaat olarak, Yetim ve Mahir vardı. Namaz sonrası yine sohbet ve yine akşam namazı, namaz sonrası yemek, yemekten sonra tekrar sohbet. Bekir, bir an olsun durmuyor, bildiklerini hep anlatıyordu. Mahkumlar ise can kulağı ile onu dinliyor, hepsinin bir ortak isteği ortaya çıkıyordu. Arapça öğrenmek, bu sayede Kur’ân-ı okumak istiyorlardı.



16
Koğuşun ortasında elini arkasında dolanırken.
- Şu mükemmelliğe bakın. Görünüş bir harika. İnsan isterse neler yapabiliyor, işte kanıtı. Koskoca tabiatı odaya resmedebiliyor. İnsana bu kadar beceri ihsan eden Rabbim’in önünde secdeye varmamak, akıl kârı değil. Şeyh G A L İ B Terci-i Bend’inde der ki: Mûm isem şem’ine pervane kılup eyle kabul. Âb isem gevher-i yek-dâne kılup eyle kabul. Senf isem Kâbe vü kâşâne kılup eyle kabul. (Karıncaysam, beni mumuna pervane yapıp kabul eyle; su isem, eşi menendi olmayan bir inci yap; taş isem Kâbe ve köşk hâline sok da kabul eyle) Bir başka mısrada da der ki: Müstaid kıl yoğuse lutfuna isti’dâdım. Sana güçlük mü var ey şâh-ı kerem-mu’tâdım. (Lütfuna ulaşmaya bende mahâret yoksa, bu kâbiliyeti bana ihsan et. Ey mu’tâdı iyilik, kerem ve ihsan olan pâdişâhım, sana güçlük mü var.)... dedi Bekir, bakışlarını resimden almadan.
- İnsan istesin yeter ki. Allah ona yardım eder... Üç-beş gün önce şu duvarlar kirden, yazılardan görünmüyordu. Evet, eline sağlık Cengiz kardeşim. Gerçekten çok güzel bir manzara oldu... dedi Ufuk.
- Ufuk kardeşim, resim daha bitmedi ki.. Son bir duvar kaldı. Ondan sonra rötuş gerektiren bazı yerler olacak, değişmesi gereken yerler olacak veya eklenmesi gereken yerlerde olacak. Üstelik bu resmi koruma altına almak için, duvar ve tavan da dahil bir yol bulmalıyız. Gerçi ateşte yanmayan, kuruduğu zaman çelik kadar sert olabilen, şeffaf bir cila var ama, çok pahalı.
- Merak etme be Cengizciğim... Bunca emek verip, insanların korumasına terk etmek, gaflet olur. Maddeyi maddeye korutmalı ki, insan zarar vermede zorlansın. Şu yeryüzüne bir bak. Sadece insan eli değmemiş yerlerde mükemmel bir atmosfer var. Gayrisine insan eli değdiği için, yozlaştı, bozuldu, kazanma hırsı içine giren gerek şahıslar, gerekse devletler, dünyayı talan ettiler. Dünyada yer altı zenginliklerini bile koltukları uğruna, başka devletlere peşkeş çeken nice lider bozması, nice hain ruhlu yöneticiler var. Bunlar saraylarda kuş tüyü yataklarda yatıp, dünyanın bir ucundan havyar siparişi veren, atmaca ve şahinleri kafeslerde hapsederek eğittiğini sanan ve bunları, uçakla bir başka ülkeye gönderip oradan bırakıldığında, saraya geleceğine dair bahisler oynayan soytarılar var. Biz dünyaya eğlenmeye değil, elenmeye geldik. Yani bir imtihan yaşayacağız ve bu imtihan neticesinde başarılı olanlara mükafat, olamayanlara ceza verilecek. Dünyaya esir olan azad olmaz. İnsana hayat verilmemiştir, kiralanmıştır. Hayat, ölümü tanıyabilmek için verilen bir izin de diyebiliriz..
- Ağzından bal damlıyor be Bekir abi... dedi Yetim, yerleri silerken.... Ben senin, öyle güzel rüya tabiri yaptığını görünce, sana olan hayranlığım daha da arttı.
- Bildiğimi sandığım hiçbir şey benim eserim değil. Benim icadım değildir. Benim bildiğim bir şey yok sevgili Yetimciğim. Sadece Allah’ın sevgili kullarından öğrendiklerimi, duyduklarımı söylemekteyim. Yoksa şu garip kulun ilmi ne ki, iradesi o olsun. Bu koğuşta bulunmamızın nedeni malum. Ben, resim yapmayı bildiğim için söylemedim ki; sadece resim bilen bir arkadaşımızın varlığı sayesinde bir fikir ortaya attık. Ve o fikir gereği buradayız. Senin ve benim resme bir katkımız yok. Sadece resmi Cengiz yapmakta. Bu koğuşta yapılmış olunan resmin, en ince ayrıntısı bile bize bir kazançtır. İnsanın her zerrede bile iyilik aramasında fayda olduğunu biliyorum. Bu koğuşlara Allah kimseyi düşürmesin. Düşenlere de, Allah sabır versin. Bu koğuşa yapılan resim de, buraya düşen Allah’ın kullarına, moral olsun. Onları sıkıntılı ve hüzünlü hallerinden kurtarması için önerdik. Sağolsun Cengiz kardeşimin hünerli elleri sayesinde, duvara güzel bir manzara nakşedildi. .
- Ben bu resmin, tarihi bir değeri olacağına, hatta bir antika değer taşıyacağına inanıyorum. O nedenle resim bittikten sonra, Cengiz’in dediği gibi komple koruma altına almalıyız.
- Çok pahalı olur ama... dedi Cengiz.
- Olsun be yiğitlerim... Olsun.... Siz orasını merak etmeyin.... Ben de yaptığım Kufi yazılarımı böyle bir madde ile boyayıp korumaya alıyorum. Herhalde duvardaki resim için de geçerli olur.
- Ateşe dayanıklı mı?
- Hıhhı... Dayanıklı, birkaç kez denedik, ateşin etkisi olmadı. Ondan sonra hep onu kullandım.
- Çok pahalı mı?
- Önemli değil Cengiz...
- Diyorum ki, arkadaşlar arasında para toplayalım. Zaten bu boyaların parasını hep sen ödedin.
- Bu malzemelere giden para, merak etmeyin helal paradır. Hırdavatçı bir kardeşim var. Birkaç tane inşaatı var. Kısaca müteahhitlik yapmakta. Bu kardeşim, çok dindar olup, kul hakkına riayet etmekte çok mahir. Her sene, malının zekatını toplatıp, fakir ve yardıma muhtaç olanlara verir. Hayır ve hasenat işlerinden de geri kalmaz. Sağ olsun, bir kere onu aradım, hemen kabul etti. Merak etmeyin, bu koruyucu verniğide bulur.
- Demek zekat verebilen insanlar var ha?... dedi Yetim...
- Var... Var güzelim... Hem de pek çok var. Bu dünya onlar ve nur yüzlü ihtiyarların hatta, dilleri lisan bilmeyen sabilerin, yüzü suyu hürmetine var. Onlar sayesinde helak olmuyoruz. Rabbim, insanlardan ümidini kesmediğini göstermek için, bir yenisinin dünyaya gelmesine izin veriyor. Her beşik içindekine sorarmış: Nereden? Her kefen de içindekine sorarmış: Nereye? Nereden geldik, nereye gideceğiz? İşte bu soruları yanıtlamasını bilen her kul, soruların gereğini yerine getirir. Yani, baki kalacağı mekana hazırlık yapar.
- Bekir Abi.... dedi Ufuk, iskeleye dayanmış bir halde iken... Dünyada neden hep Müslümanların topraklarında kan akıyor? Bir Hıristiyan ülkede bu denli göz yaşı aksa kıyamet kopar.
- Soruna en güzel cevabı, Bosna Hersekli bir şarkıcı vermekte... Şarkısında der ki; “Ben bir Müslüman olmasaydım, en güzel hayat şeklini yaşardım. Kimse benimle uğraşmazdı. Ben bir Müslüman olmasaydım, beni kimse dövmez ve sövmezdi. Ben bir Müslüman olmasaydım, milletime kimse katliam yapmazdı.....” diyor. Daha devamı var da aklıma gelmiyor.. ben sadece aklımda kalanı söyledim.
- Ne demek bu?.. Müslüman olmak yaşama hakkından mahrum kalmak mı?... Ben sanıyordum ki, bizim yoldaşlar, horlanıp hırpalanmakta. Onlar zindanda çürümekte.
- Şu an burada ideolojik düşünceler yüzünden yatan iki kişi var. Biri sen biri ben. Dünyada hiçbir zaman ideolojik düşünceler savunan kişiler ceza almamıştır. Bu ideolojik düşünceleri, savunmak, karşı tarafa benimsetmek için kuvvet kullanmadığı müddetçe, kimseyi cezalandıramazsınız. İnsan özgür iradesi ile düşünmek zorundadır. Düşüncesinden dolayı insanı suçlamak, akıl kârı değildir. Sadece benim ülkeme has olan bir olgudur bu. Kişinin kılık kıyafetini, şeklini şemailini değiştirmekle, o kişiyi düzeltebileceğini sanma gafleti hakim. Yine dünyaya bak ve gör ki, sizin ideoloji savaşınızda fazla horlanma, aşağılanma yok. Biz hapislere düşerek, hapislerde medrese eğitimi alarak, daha güçlenmiş olarak çıkma şansına sahip olduk. Nice büyük İslâm âlimi de böyle olmuştur. Biz ideolojik fikir taşımamaktayız. Bize öyle bakılmakta. Biz Hakkın emrinden başkasını yalan saymaktayız. Sistemler ve kanunlar uymakla yükümlü olduğumuz devlet nizamıdır. Ama bizim hayat nizamımız böyle değil. Hayat nizamımız, hep en iyisini yapmak ve yapmaya teşvik etmek, hiçbir kulu incitmemek, ibadetlerini aksatmamak üzerine bina edilmiş Hak kelamı ve emridir. İşte biz buna uyacağız dediğimiz zaman, ideolojik sınıfa dahil ediliyoruz. Veya ayrı bir sınıf olarak algılanıyoruz. Biz içeceğiz, eğleneceğiz, zevki-safa peşinde koşacağız, dünyalıklar için her şeyi mubah karşılayacağız anlayışı içinde olsaydık, zaten diğer gruplardan yani, batıllardan olurduk.
- Ama siz sistemi ele geçirmeniz halinde Şeriat kanunlarını getireceksiniz... dedi Ufuk.
- Sistemi ele geçirmek. Bu kelime ne kadar da banal bir kelime.. Bu düşünce çok sığ. Akıl ile, hatta mantık ile izah etmekte bile zorlanır insan. Kimse, kimsenin sistemini ele geçirmeye kalkmıyor. Bu bazı hüsnü kuruntu içindeki, bürokrat zihniyetinin evhamıdır. Halkın günlük yaşayışına bakıp sistemi tarif etme gayreti içine girerseniz, kopukluğu görürsünüz. Keza ekonomik anlayış da aynı, yukarıda dört bürokrat, kağıt üzerinde hesaplarla ekonomi varsayımı yapar. Oysa halkın, ekonomi anlayışı başka. O günün öğününde, midesine gireceği, günün önüne çıkardığı masrafları karşılayabilecek maddiyatı, haftalık, aylık, yıllık giderlerini karşılayabilecek sistemi aramakta. Çocuklarının okul öncesi ve sonrası üzerine bindireceği masrafları düşünmeye zorlanırken, yukarıda, yapılan hesaplar onu alakadar etmez. Yukarıya gelen insanlardan o aş ve iş beklemiş, sosyal yaşantısı iyi bir hayat beklemiş. Yıllarca yukarı gelenler ne yapmış, çalmış, çırpmış, çaldırmış, aldırmış... Yani ülkeyi peşkeş çekmiş. Sonunda da yaptığı işlere masa başında ekonomi adına kılıflar uydurmuş. Realitesi böyle olmamalıydı sistemin. Sistem, ilk önce varlığını borçlu olduğu halkını mutlu etmeliydi. Neden ABD, bir ülkede mahsur kalan veya bir haksızlığa uğradığına inandığı vatandaşını çok hızlı bir şekilde savunmaya koşuyor. Çünkü, halkı her şeyi demektir. Halkı olmadığı zaman o da olmayacak. Benim ülkemde ne yapılıyor, bir başka ülkenin zindanlarında, bir başka ülkelerin kapılarında çile çekerken, onun gözü dışarıdan gelecek vatandaşındaki dövizin peşinde. Bir zamanların Fransa’sında, Müslüman bir kadın kılık kıyafeti yüzünden taciz edilir. Bu olayı duyan Kanuni, Fransa üzerine sefer hazırlığına başlar. Fransa, üzerine Osmanlı askerini çekmemek için, Kanuni’den özür diler. O da tacize uğrayan kadından özür dilenmesini şart koşar. İşte sistem anlayışı budur. Despotça kararları, kolluk kuvvetlerine gönderdiği talimatlarla uygulamak sistem olamaz. Olmamalı da. Böyle sistem olmaz ki? Bir hademenin veya bir kapıcının eline üç-beş kuruş sıkıştırıldığında, her işin ve müşkülatının çözüldüğü, bir bürokratın selamı ile, en iyi işe yerleştirildiği bir sistem mi en iyi sistem? Rüşvetle-torpille işe yerleşen kamu görevlisinin seni küfür derecesinde azarlaması caiz, senin onu eleştirmen dahi memura hakaret sayılmakta. Ve ceza gerektirmekte. Bu mu sistem? Sistemin yaşama şekli zoraki olamaz. Sistem, kendini sevdirdiği müddetçe yaşar. Sistem, tebaasını mutlu ettiği sürece ayakta kalır. Baş tacı edilir. Gönüllere girmenin yegane sermayesi, sevgidir. Oraya maddi yolla girilmesi imkansızdır. Girildiği sanılıyorsa da, karşılığını çok ağır bir şekilde ödeyecektir. Kusurunu kendisine söylenmeyen kişi, ayıbını da hüner sanırmış. Kolluk güçlerini kullanarak, halkına baskı uygulayan bir sistem mi, huzur kaynağıdır, yoksa; vicdanlara hakim, gönüllere sevgi dolduran bir ortam mı? Huzuru kavgada değil de karşılıklı konuşma ve uzlaşmada arayan bir sistem, bu millet ve vatan için faydalı olur. Adına ne derseniz deyin. Önemli olan insanı insan olarak algılayan, insanları fikirleri için, kılık-kıyafetleri için yargılayan, sorgulayan horlayan, aşağılayan bir sistem başarılı olamaz. Yıkılmaya doğru gün be gün kayar. Madem ki, iyi olduğunu söylüyoruz, o halde iyilik fışkırmalı her bir tarafından. Ayrım yapmadan hizmeti şiar edinmeli. Sempatisi olana bir başka, antipatisi olana bir başka davranmamalı. Aynı çatı altındaki bir aileyi düşünün. Hepsi aynı babanın evlatları olsun. Günümüz tabiriyle, biri solcu, biri sağcı, biri yağcı, biri, sosyalist, biri İslâmcı, biri hippi, biri hırsız v.s yetişmişse, bunda suç kimin? Elbet ki, o aile reisinindir. Hepsinin de aynı olma ihtimali, yani aynı düşünme ihtimali olasılığı zaten yok. Elbet ayrı ayrı düşünecek. Aynı eğitimleri almış olsalar bile, ayrı düşüneceklerdi. Baba, tutup da hoşuna gidenlere sempati ile yakalaşırken, diğerlerine bir başka çehre ile yaklaşması, evde ikilik temelinin atılmasına neden olur. Biri babayı severken, diğeri babanın ayağının kaymasından haz duyacaktır. Çünkü sevilmemiştir, horlanmıştır. Babaya düşen görev ikilik çıkarmak olmamalıydı. Bu ülkede baba adı verilen, ana adı verilenlerde idareci oldu. Gerçekte kurdukları sistem veya devraldıkları sistem, söylem olarak halkın gönlünü fethetmek olup, eylem olarak çıkarcı, bencil, şakşakçılara ülkenin kaymaklarını ikram etmek olmuştur. Halk ne zaman bilinçlendi, işte onlar tarih oldu. Çünkü okuyan bir toplum ilerisini görme veya tahmin etme şansına sahipti. Eski dönemin iktidarları halkı hep cahil, kültürsüz bırakmış, sen iyisin diyerek, onların gururunu ayağa kaldırmış, sonra da onun elinden oyu alıp, bir başka mercie hizmet etmiştir.
Benim düşmanım çok kültürlü olsun. Onunla uzlaşacağım bir nokta mutlaka vardır. Cahil insanın, inat damarları çok çabuk gerilir. Fazla zorlarsan kopar ve ortalık kan revan olur. Oysa kültürlü hele hele de imanlı bir insanda bu yoktur. Anlayış ve kavrayış yeteneği sayesinde ikna kabiliyeti, kendini gösterir. Sistem, insan yetiştirmekle geleceği kurtarır. Sistem, okuma isteyenlerin haklarını elinden alarak, yükselmek isteyenlerin önüne engeller koyarak büyümez. Sistem, akıl ve izan sahibi insanlarla çalışmazsa, akılsız ve yalakaların eline düşer ve onların oyuncağı olur. Kardeşler arasındaki anlaşmazlıkları çözeyim derken, büyük uçurumlar oluşturur. Sonrası da herkes için hüsrandır. Sistem, kendi düşmanını koynunda beslediği için cezasını da kendi adamları vermek zorunda kalır. Bilindiği gibi gemiyi ilk önce fareler terk eder. İşte öyle bir zor ortam oluştuğunda da, bu çıkarcı ve yalaka grup sistemi ilk terk edenler olacaktır. Buna inanın çünkü bu böyle olacaktır. Sistem, kendi kendini hançerlemektedir.
- Bekir hoca.... Anladığım kadarı ile sen, devlet düşmanısın. Devletçiliğe karşısın gibi geliyor bana. Anlattıklarından o çıkıyor....
- Bak Ufukçuğum.... Okuyup uygulamamak, tarlayı sürüp tohum atmamaya benzer. Benim öğrendiğim hayat felsefesinde, insana yatırımın en büyük yatırım olduğu kabul edilmiştir. Ben, orada da zerre kadar bir hata görsem eleştirmekten geri durmam. Hz. Ömer (RA) bile, beni eğri gördüğünüz zaman kılıçlarınızla beni düzeltin demiştir. İşte sistem budur. Eleştirmek, daha iyinin bulunması için yapılan en güzel düzeltme takozudur. Yokuş aşağı gitmek kolaydır, ama manzara tepeden seyredilir. Ben, bulunduğum yerden aşağısını daha rahat gözetmeyebilmekteyim. Çünkü bulunduğum tepe, her şeye hakim bir konumunda. Nereye dönersem döneyim, insanlar arasındaki, doğru ve yanlışı kavrayıp algılayabiliyor ve ona göre değer yargılarımı ortaya koyabiliyorum. Ben, ibadet ederken bir başka, dışarıda bir başka, Müslüman’la Müslüman, kafirle kafir, v.s bulunduğu ortama çok çabuk uyum sağlayan bukalemun türü insanları sevmem ve eleştirmekten de geri kalmam. Yalnız eleştirmeyeceğim, tek bir söz var. O’da kâinatı Yaratan Rabbim’in sözleri. Ve onun elçi olarak dünyaya, insanlığın kurtuluşu için gönderdiği Peygamberlerin sözlerini, sonra icma-ı ümmet, kıyası fukaha’nın sözlerini eleştirmem. Çünkü, onları eleştirmeye ne gücüm, ne de ilmim yeterlidir. Kur’ân ve Sünneti eleştirecek kadar derin ilim de, kimsede yoktur. Ulema, umera ve fakihlerin sözlerini eleştirmek için, ya onlardan üstün ilim derecesine ereceksin, ya da seviyesine varacaksın. Nihayetinde yorum farkı çıkar sadece. Çünkü onlarında anlatış hedefleri aynıdır. Sonradan gelenlerin ki de aynı olacaktır. Hakk yolunu eleştirecek seviyede de ilim yoktur. Sistem işte budur. Bu sistemi hayatına uygulayan kazanır. Umulur ki, toplum tamamen uygulasın. Devletler uygulasın. İşte o zaman da olmaz. Şu an olmadığı gibi. İleride belki olacak, vaad edilenler bize öyle algılama şansı veriyor.
- Ben cevabımı tam alamadım... Dünyadaki zulüm neden sadece Müslümanlara var demiştim? Şimdi ise, o soruma ilaveten diyorum ki; sen şeriat düzeni mi istiyorsun?
- Geçen gün de sordun. Belli ki, sana anlatmakta yetersiz kalmışım. Seni aydınlatmak için tekrar ve tekrar anlatmaktan haz duyarım. İlk önce şu kelimenin söyleniş tarzı yanlış. Sert bir ses tonuyla, ima ederek, alaya alarak, küçümseyerek, hakir görerek “şeriat” denmesi hoşuma gitmiyor. Şeriatın lügat itibariyle; altı tane manası var. 1- Yol, geniş yol, doğru yol. 2- Kaynak. 3- Allah’ın kulları için koyduğu din, din. 4- İlâhi kanun, dinin amel ile ilgili hükümlerinin bütünü. 5- Dinin zahiri ve dünya ile ilgili hükümlerinin tamamı. 6 İslâmiyet’in kitap halindeki kanunu, Kur’ân-ı Kerim 3. ayetine ve hadislere dayanan İslam hukuku... manası taşımakta. Dikkatlice bakıldığı zaman, bu altı mana; Allah’ın kulları için verdiği bir yaşam biçimini anlatmakta, Günümüzde bu kavramların tek bir gerçeği dahi, dil ile ikrar edilse neredeyse suç sayılmakta. Herkes dini vecibelerini yaşamakta serbesttir. Bunu görmeyen gözler tarih boyu geriye baksın. Günümüzdeki yaşantıya bakmasın. Günümüzdeki dünyada bütün Müslümanlara karşı bir cepheleşme var. Çünkü cepheleşen her grup ve milletin, savunduğu, inandığı bütün değerler eskimekte. Taraftar bulamamakta. Veya alışmış olduğu batıl yaşamın, engelleyicisi olarak sadece ve sadece İslâm’ı görmesinden dolayıdır. Dünyadaki bütün Müslümanlar, çile içinde olmalı ki, bu asalak sürüleri rahatça yaşayabilsin. Müslümanlar, hep horlansın ki, onu yaşantısından engelleyecek zümre kalmasın. İnsanlığı uyarmaya çalışan âlimleri de baskı altına alarak, onlara bin bir türlü işkenceyi reva görürler. Müslümanlar ne kadar kendi dertleri ile iştigal eder, onlara çözüm ararsa dünya düzenine karışma şansıda o kadar azalacaktır. Tarihlere bakıldığı zaman görülür ki dünya; sadece ve sadece İslâm’i hayat düzeninde mutlu olabilmiş, zalim sultanlardan kurtulup, adil sultanlar idaresi altında huzurlu yaşamlar sürmüştür. Bugün Batı denilen medeniyetin, temeline inildiği zaman, şu an dünyada kullanılmasına izin verilmeyen veya adı yasaklanan İslâm âlimlerinin eserleri ile, pek çok şey icat edilmiştir. İlminden tutun da tıbbına kadar her şey, İslâm alimlerinden çalınmıştır. Bugün dünyanın doğru bildiği ilim ve irfan sahiplerinin pek çoğu hırsızdır. Bir başkasının eserini çalarak, kendi çalışmasıymış gibi dünyaya lanse etmiş ve kendi adını dünya tarihine yazdırmıştır. Ama gerçekler balçıkla sıvanmaz. Bu e sahtekârlıklar elbet ortaya çıkacak ve biri çıkıp belgeleyerek dökecektir. İşte o zaman dünyanın bilmiş olduğu tarih kavramı, aniden tersine dönecek. Gerçek tarihler gün ışığına çıkacak. Bu seferde ne kadar hain, zalim, hırsız, arsız insan varsa müfredatına almak zorunda kalacak. İşte bu gerçek tarih dünyayı aydınlatacak. Şu an sahtekâr bir dünya düzeni kuran, arsız, hırsız, katil bir ABD’nin varlığı, gerçek tarih bilinci ile ortadan kalkacaktır. Günümüz dünyasında, dünya jandarmalığı, dünya bekçisi gibi palavraların, nutukların kısaca sahtekârlıkların, cirit attığı bir düzen oluştu. Haklı olan haksız ilan edildi. Haksız olan haklı ilan edildi. Çünkü dünyayı elde etmek ve yönetmek eskisi gibi zor değil. Ülke basınını ve medyasını besleyip ortaya akbabalar sürdüğünüz müddetçe, dünya bir anda elinizin altında demektir. Eline geçen kuvvetlerde istediğin iktidarı, hükümeti, kurma ve devirme şansına sahip olursun. Sen yeter ki, it beslemesini bil. Sende var olduğunu duyan pek çok it, sana kuyruk sallayarak gelecektir.
- Allah aşkına ne dersin be Bekir hoca?. Yani, bu ilimler İslâm alimlerinindi de, neden icraata geçirip, bu güzel başarının altına adını yazdırmadılar? Pasteur, Newton, Edison, Pascal, vs şu hippokrat üzerine yemin yapılırken insan, gururlanıyor. Çünkü onun sayesinde dünyada, tıp mesleği doğmuş... Biraz insaf gerek?
- Haklısın, insaf gerek.... Böyle bir eleştiri yerine ben deseydim ki, falan İslâm alimi beçeriksiz, cahil, hırsızdır, bir başkasının eserini çalmış deseydim, toplum olarak bize enjekte edilenler yüzünden hemen inanırdık. Çünkü; şuur altımıza kadar kötüyü değil, yönlendirilerek, hedef gösterilerek biri için, ne öğretilmişse onu demişiz. Atamızın maymun olduğu tezi ilk okul kitaplarına kadar girmiş, müfredatımız bunu baş tacı edip, kamu kurum ve kuruluşlarının görsel ve yazılı basını, dünya reddetmiş olduğu halde, halen Darvin Teorisi’ni savunan yazılar yazmakta. Bunları ders vermekten sıkılmayan prof ve dekanlar var.
Şimdi sorularına aklım erdiği, bildiğim kadar ile açıklık getirmeye çalışacağım?... Uy anam,... dedi, elinin tersi ile yüzündeki boyaları silerken.
- Hayrola Bekir Abi.... derken de heyecandan eli ayağı titriyordu Yetim’in.
- Gözüme boya gitti....
- Dur abi, şu temiz bez ile temizleyeyim....
- Yetim... Sen bana bir tas soğuk su getir....
Yetim’in getirdiği suyu avucu içe döken Bekir, gözlerini suyun içinde açıp kapayarak, birkaç kez aynı işlemi yaptı. Sonra başını yukarı kaldırıp, gözlerini tavanda biraz dolaştırdı....
- İnsanın hangi uzvu rahatsız olursa, canı orada olurmuş.... Hım mm... Cuma Namazı’na üç saat var.. O zamana kadar biraz daha dırdır etmekle oyalanalım... Evet nerede kalmıştık?... Ha! Bu İslâm âlimleri hakkında konuşuyorduk. Batı alimlerinin pek çoğu İslâm âlimlerinin eserlerini çalarak, kopyalayarak veya yararlanarak, bugünkü seviyesine gelmiştir. İstersen bunu sana örneklerle anlatayım.
* Cabir bin Hayyan: Batıda GEBER adıyla tanındı. Kimya ve simyadan başka, mantık, felsefe, fizik, mekanik ve tıbba dair yüzlerce eser verdi. Böylelikle Batılı bilim adamlarını çok etkiledi. O ilk defa atomun parçalanabileceğini söyleyen insandır. İkinci hicri asırda yaşamış büyük bir âlimdir. Hemen asr-ı saâdetten sonra kimya ilmine ait incelemeleriyle bilinen Câbir bin Hayyan muazzam bir insandır. Atom nazariyesini ortaya koymuştur. Câbir b. Hayyan bugün bize kimya derslerinde okutulan Lavoisier prensiplerini koymuştur. Geylâsak prensibini koymuştur. Newton prensibini koymuştur.
Avrupalılar Câbir b. Hayyan’ın kitabını 14. asırda tercüme etmişlerdir. Ama ancak 16. asırda ne olduğunu anlamışlar ve böylece lavoisier prensibi ortaya çıkmıştır. 17. asırda öbür söylediğini anlamışlar, Geylâsak prensibi ortaya çıkmış. Ve 19. asırda câzibe prensibini anlamışlar, böylece Newton prensibi ortaya çıkmıştır. Ama bunları Câbir b. Hayyan on asır önce ortaya koymuştur. Câbir b. Hayyan bütün ilim tarihinde ilk defa lâboratuar kuran ilim adamıdır. İlk defa müşahede ve deney metodunu ilme getiren insandır. Hattâ kendi lâboratuarında ilk sun’i hücreyi yapmış insandır ki Avrupalı bugün dahi halâ onun seviyesine ulaşamamıştır. Câbir b. Hayyan Hicri 2. asırda kimya ilmini bu noktaya getiren insandır. Bugün Almanya’da Câbir b. Hayyan’ın eserleri üzerinde doktora çalışmaları yapılıyor.
Cabir bin Hayyan’ın Jhon Dalton, Enrich Fermi ve Albert Einstein’dan bin sene önce atom üzerinde çalışmalar yaparak ilk defa atomu tarif edip atom bombasının şiddetinden bahsetmiş ve bu gücün çok büyük bir felaket olabileceğini anlatmıştır. Batı bunu duyar duymaz, bu konu üzerine çalışmalar ve araştırmalar yapan, gelmiş geçmiş bütün dünya alimlerini incelemeye almış. Onların çalışmalarını alıp geliştirerek, atom bombalarını yapıp bir başka milleti katletme yoluna gitmişler. Hep büyük görünmek için, insanı ve insanlığın tarihini tarumar etmişlerdir. İşte aradaki fark burada idi, bugün var olan şeylerin dün düşünce aşamasındaki çok şeyin altında, İslâm âlimlerinin emekleri yatmaktadır. Onlar insanlığa hizmet etmek için, kötü amaçlı olabilecek hiçbir fikri desteklememiş, elindeki çalışmasının ileride ne gibi felaketlere varacağını hesap ederek, bazen de çalışmalarından vazgeçmişlerdir.
* 850’li yıllarda yaşamış olup Harzem’de dünyaya gelen Harizmi; İlk cebir kitabını yazan kişidir. Astronomi ile de yakından ilgilenen bu alim, devrinin en ünlü şahsiyetlerinden biridir. Harizmi’ Cebir ve geometriyi ilk defa Astronomiye uygulayarak yeni Astronomi tabloları hazırlamıştır, bu eserleri Batı dillerine çeviren batının sahtekârları, onlardan çok yönlü yararlanmasını bilmiştir. Diyebilirsin ki, batı çaldı çırptı yaptı. Peki bu kadar derin ilme vakıf olan ilim adamları vardı da, neden teknolojik kazanımlar, Batı yerine İslâm ülkelerinde olmadı? Doğrudur. Bunda, çevresel ve çıkarsal olaylar var. Devrin sultanı veya idarecileri, bir ilim adamının çok sevildiğini görüp, kendisine ilgi olmadığından dolayı, alime kızıp cezalandırmış. Böyle pek çok alim var. Haset bir ruh yapısı içinde olan idarecilerimiz olduğu gibi, alim ve sanatkârlara önem veren sultanlarda çoğunluktadır. Dünyanın bir numaralı devi nasıl olduk sanıyorsunuz? Biz ki, yıllarca -630 sene- sahabe döneminden sonra en mükemmel idare şekli ile toplumu idare etmişiz. Dünya bu sistemin işleyiş şekline hayran iken ben de onun sakat düzenine hayran olacağım. Bu mu sence mantık. Herkes kendi görüş açısından olayı değerlendirmeli. Sonuçta İslâm bir medeniyet olup, çağlara yön verdiği gibi geleceğe de yön verecek yegane, sistemdir. Gayrisini aramak boşuna. İlmin her alanında bir dahimiz olmuştur.
* 900’lü yıllarda yaşamış Türkistan’ın Farab bölgesinde doğmuş bir İslâm alimi olan Farabi – Asıl adı Abu Nasr Muhammet, doğum yerinden dolayı Farabi adıyla bilinir – Devrinin bütün ilimlerine vakıftı. Kendinden sonra gelen İbn-i Sina ve İbni Rüşt gibi insanları görüşleri ile yönlendirmiş ve etkilemişti. Evet, o da ölümünden sonra kıymet bulmuş şahsiyetlerden biridir. Batı’da Ortaçağ filozofları ve ilim adamları onun eserlerine ilgi gösterdi ve üzerinde çalıştılar. Günümüzde hava basıncını keşfedenin Farabi olmasına rağmen, Toricelli olduğuna herkes inandırılmış durumda.
* Yine 980’li yıllarda yaşamış İslâm bilgini Biruni, Batı Harzem’in başkenti olan Kas’da doğdu. Aristo felsefesine karşı çıkmıştır. Bu değerli İslâm âliminin eserleri, batı dillerine çevrilmiş olup yıllarca batı okullarında ders kitabı olarak okutulmuştur. Astronomi, matematik, tabiat bilimleri, coğrafya ve tarih konularında pek çok eser vermiştir. Yerçekimi, dünyanın hem kendi ekseni, hem de güneş etrafında döndüğünü, dünyanın yuvarlak olduğunu delillerle ispat edip dünyanın dönüş hızını hesaplayanın Biruni olmuş, bu konularda Muhyiddin Arâbi Ebu’l-heysem gibi bilginlerin de eserlerinin bulunmasına rağmen Newton ve Galile’nin bunları sahiplenmiştir. Üstelikte dramatize edilerek dünya okul müfredatına sokulmuştur. Sahte kahramanların yanlış hayat hikayeleri, gençliğe öğretilmiştir. Yine, gök cisimlerinin elips yörüngede hareket ettiğine dair fikrin Biruni’nin fikri olmasına rağmen Kepler’e mal edilmiştir. Yine Biruni: dünyanın yuvarlak olduğunu, hem ekseni hem de güneşin etrafında döndüğünü Kopernik’ten tam 500 sene önce ispat eden büyük Müslüman alimidir. O zamanın Batısı’nı iyi tetkik ettiğimiz zaman görürüz ki, bağnaz, tutucu, yobaz, ilim ve irfana iyi gözle bakmayan, ilim irfan yolundakileri ezip yok eden bir düzen vardır. Böyle bir düzen, İslâm âleminde hiçbir zaman olmamıştır. İslâm âlimlerinin de pek çoğu hapislerde çürümüş olduğu akla gelebilir. Doğrudur. İnsana bakış açısını değiştiren, hükümdar ve idareciler olduğu için, İslâm âlimleri de zindanlara atılmış, o değerli alimlerde orasını medrese olarak kullanmıştır.
* Verem mikrobunu buldu diyerek kendisine Nobel Tıp Ödülü verilen R. Koch’tan yüz elli yıl önce verem mikrobunun Kambur Vesim tarafından bulunmuştur. Yine Fatih’in de hocası olan Akşemseddin Hazretleri; bulaşıcı hastalıkların mikroplar yoluyla geçtiğini ispatlamış ve bu konuda aşılar üretmeye çalışmıştır. Akşemseddin Hazretleri; mikrobu Louis Pasteur’den yüz sene önce keşfetmiş olmasına rağmen, bugün mikrobu bulan olarak Pasteur’un adı müfredatta bile vardır.
* İbn-i Yunus, Newton’dan yedi yüz elli yıl önce fizik ve astronomide oldukça önemli olan sarkacı keşfetmiştir.
*Dünyadaki ilk havacılık çalışmasının öncüsü olarak Wright Kardeşler gösterilmesine rağmen, onlardan 1023 yıl önce Endülüslü büyük âlim İbn-i Firnas’ın tüy ve kumaş gibi malzemeleri kullanarak ilk uçuş aletini icat ederek uçuş denemesini başarıyla gerçekleştirmiştir.
* İbnu’n-Nefis, ilk defa kan dolaşımını bulmasına rağmen XVI. Yüzyılda Michael Servitus ve W. Hervey’e paye çıkarılmış, onlara ödüller verilmiştir.. Bunların hayat şekillerini incelediğiniz zaman, amaçlarına ulaşmak için, İslâm âlimlerinin kitaplarını su gibi içmek gerektiğini fark etmişlerdir.
* Bilgisayar mantığını ortaya atarak onun ilk mucidi Cezeri olmasına rağmen günümüzde Charles Babage’ye mal edilmekte. Batı İslâm alimlerinin eserlerini sahiplenip, üzerinde çalışmalar yapıp geliştirirken de, eserini çaldığı, başarısını borçlu olduğu o âlimleri anmadığı gibi, her defasında da kötüleyerek, hafızalara kötü imaj bırakmaya çalışmıştır. Bu düşünceleri bugün bile devam etmektedir. İşin garibi, o değerli âlimlerin evladına dahi, ceddine küfür ettirmeyi başarmıştır Batı. Teknolojik yatırımlarla, elde ettiği korkunç katliam silahlarını denemek içinde, yine İslâm ülkelerinin vatandaşlarını, halkını kobay olarak kullanmakta. İşte İslâm ile Batı arasındaki fark bu. İslâm anlayışında, kula hizmet etmeyen, kul menfaatine olmayan, kul için zararlı hiçbir çalışmayı desteklememiş, hatta, bu işle iştigal edenleri ve destekleyenleri engelleme yoluna gitmişlerdir. İlimde gayeyi çok iyi bilip yaşantılarına analiz eden İslâm alimleri, amacın, Allah rızasına vakıf olunması olduğu fikri ile hareket etmiştir. Riyakârlık ve sahtekârlık İslâm alimlerinde zerre kadar görülmemektedir. Batı ilk önceleri bu insanların eserlerini alırken, onların kişilikleri ile ilgilenmiş. Bu eserleri alıp, bu işe yatkın ruhlu insanlara verilerek, öğrenmesi sağlanmış. Öyle ki, İslâm alimlerini eserleri, Batı’da ders kitapları olarak okutulmuştur. Mesela bunlardan biri olan Battani: Batıda Albatenius veya Albategni adıyla tanınmaktadır. Astronomiyle ilgili El-Zic adlı eseri İslâm âleminde olduğu kadar batıda da ilgiyle karşılandı. Batı dillerine de çevrilen eserde güneşin çeşitli hareketleri, mevsimlerin süresi, ay ve diğer gezegenlerin hareketleri, ayın görünme şartları v.s. astronomik olaylar hakkında bilgiler vardır.
Battani, dünyanın en meşhur 20 astronomundan biri, trigonometrinin mucidi, sinüs, kosinüs , tanjant ve kotanjant tariflerini ilk defa ortaya atıp, bir yılı 365 gün, 5 saat, 46 dakika, 22 saniye olarak hesaplayan Müslüman bir bilgindir.
* Dünyada ilk kağıt fabrikası, Abbasi vezirlerinden İbn-i Fazıl tarafından kurulmuştur. Ama bunu sahiplenen yine batı olmuştur. Burada dikkat edildi ise, sesi yüksek çıkan ve sahiplenmesini bilen toplumlar kazanımlar içinde olmuş. Hatta çıkarlarını hesapladıkları her işe el atmışlar. Onlar için dünyada insan hayatı kadar ucuz bir şey olmamış.
Kısa olarak bazı alimlere değinmem gerekirse; mesela: İbn-i Şatır’dan güneş teorisini kıpa tıp kopya eden Kopernik olmuş. Hacendi’nin integral’i bulmasına rağmen, Fransız Fermat’ın sahiplendiğini görmekteyiz. Kimyada kantitaf metodun Ebû’l-Kâsım el-Kaşi tarafından bulunduğunu günümüzde ise altında Blanck ve Lovasler’ imzalarını görmekteyiz.
Batı’da hak sahiplerinin hakkı hep yenmiş midir? Derseniz, hayır. Yukarıda saydıklarıma bakarak, Batı hakkında kötümser düşünmeyin. Çünkü onlar o gün çaldı, bugün çaldıklarının bedellerini çok ağır olarak ödemektedir. Öyle ki oluşturdukları dev canavar (hırs) kendilerini yiyip bitirmeye başladı. Sistemlerini çökertecek ve sonunda insanlığın yaratılışı gayesi olan, Hakk yola döneceklerdir. Batılı kaynakları incelediğimiz zaman görürüz ki, başarılı insanın hakkını verenlerde var. Onlara övgüler yağdırarak, insanlığa hizmetinden dolayı sevinenler de var. Mesela; batılı kaynakların “Çağın doruğuna ulaşmış Müslüman mühendis” diye tarif ettikleri “Ebu’l İz el-Cezeri’nin (1136 – 1206), kendisinden tam 800 yıl sonra ortaya çıkacak olan sibernetik bilimini ve otomasyon teknolojisini bularak böylesine sistemler kurulabileceğini tespit edip, inşa ettiği makinelerle de bunu ispatlamış bir İslâm âlimi olduğu övülmektedir.
İbn-i SİNA; İslâm âleminde yetişen meşhur felsefeci ve tıp âlimidir. Batı dünyasında Avicenne adıyla tanındı. 980 (H. 371)’de Buhârâ yakınlarındaki Afşan’da doğdu. 1037 (H. 428) yılında elli yedi yaşında iken vefat etti. Fevkalâde bir zekâ, hareketli ve de çok kuvvetli bir hâfızaya sâhip olan İbn-i Sinâ, on yaşında Kur’an-ı Kerim’i ezberledi. On sekiz yaşına kadar devrinin bütün ilimlerini öğrendi. Tıp ilmini Ebû Mansûr Hasan Kameri ve Yahyâ bin İsâ adlı şahıslardan öğrendi. Önce Aristo’nun daha sonra Fârâbi’nin felsefi fikirlerini inceleyerek etkisinde kaldı.
İbn-i Sinâ, yirmi yaşında iken babası, bir müddet sonra da hâmisi Sâmâni hükümdârı Nûh bin Nasr öldü. Buhârâ’da kargaşalıklar çıkması üzerine, İbn-i Sinâ oradan ayrılmak zorunda kaldı. Harzem’e giderek, Harzemşâh Ali bin Me’mûn’un sarayına ve mektebine yerleşti. Hayatının son kısımlarını seyâhatle geçirdi. Barsak hastalığına, daha sonra da sara hastalığına tutuldu. Hemedân’da öldü. Kabri oradadır. İbn-i Sinâ; tıp, matematik, mantık, felsefe, astronomi, fizik, Kimya ve edebiyat ilimlerinde söz sahibiydi. En meşhur olduğu ilim sâhası tıptı. Tıp mütehassısı olarak önceleri tıp ilminde yer alan pek çok metodu değiştirdi ve birçok keşifler yaparak tıp dalında büyük hizmetleri oldu. İşte bu değerli İslâm aliminin eserleri Batı’nın tıp okullarında ders kitabı olarak okutuldu. Bugün bile onun eriştiği noktaya erişebileni yoktur. Benim ülkemde ise, Hippokrat yemini yapan doktorlarımız, İbn-i Sina gibi bir şahsı çok iyi öğrendiği zaman daha başarılı olacaktır.
Evet Şeriat bu demektir. İşte insanlar buna düşman olduklarını çok geç öğrenecektir. Zaten batıda ve dünyanın bir başka yerinde, insanlar okuyup öğrendikleri zaman İslam’a koşarken, Müslüman olduğunu söyleyen pek çok zavallıda, öğrenmediği bilmediği, dinine düşman olmaktadır.
Şu an dünyanın pek çok yerinde ve özelliklede İslam ülkelerinin hapishanelerinde, İslâm alimleri ya susturulmuş, ya da hapishanelere tıkılarak, işkence edilmiştir. Bu tür alimlerin en çok ezildiği ülke Mısır’dır. Dünyada eşi benzeri bulunmayacak kadar bilgili, kültürlü, ilim irfan sahibi bir kadından korkup onu hapislerde çürütmüştür. Geçenlerde 88 yaşında ölen bu kadının adı Zeyneb Gazali’dir. Gerçek künyesi ise; Zeyneb Muhammed el-Gazali el-Cubeyli’dir. Bu kadın Mısır zindanlarında çürüdü. Neden zindana girdi derseniz, inancından dolayı. İslami çalışmalardan taviz vermediği için hapsedildi, işkence edildi. Zindanda pek çok işkence görmesine rağmen, inancından taviz vermedi. Dünyada yayınlandığında yankı uyandıran, “Zindan Hatıraları” adlı eseri neşretti. Yani hapsetmek dahi çözüm olmadı. Bu şu anlama gelmektedir. Güneş balçıkla sıvazlanamayacağına göre, İnanmış insanlara ne kadar baskı yaparsanız o kadar çok taraftar toplayacağınız bir gerçek. Mazlum konumunda kim olursa olsun, bir başkasında yardım görür. Zalimler asla yardımcı bulamaz ve bulamayacaklardır.
İslâm sistemi dünyadaki pek çok ilklerin merkezidir. Gerek maddi, gerekse manevi sahada bu böyledir. Dünyayı bir han olarak algılayan Müslümanlar, dünyada başına gelecek veya gelmesi muhtemel olaylara da, bir imtihan vesilesi ile bakar. İslâm ahlakıyla yetişmiş Müslüman âlimler, bu dünya için çok şey yapmışlardır. Bugün olmasa da, hak elbet bir gün yerine ulaşır.
Cihana yüzlerce medeni eser veren bir sanatkâr olarak tarihe geçen Osmanlı mimarı. Koca Sinan diye de anılmakta olan, büyük üstat Mimar Sinan’ın eserlerine, benzer demiyorum, eş demiyorum, yakın demiyorum velhasıl onun verdiği ihtişamı verecek, kısaca Mimar Sinan’ın eserlerindeki orijinalliğe yakın eser verecek bir insan daha yetişmiş mi? Hayır....
Mimar Sinan, 1490’da Kayseri’nin Ağırnas köyünde doğmuş. Yavuz Sultan Selim zamanında İstanbul’a getirilmiş burada iyi bir eğitim ve öğretim gördükten sonra, Acemi oğlanlar kışlasına verilmiş. Acemi Oğlanlar ocağındaki gençler çok sıkı bir askerlik eğitiminin yanında, genellikle büyük inşaatlarda hizmet ederlerdi. Mimar Sinan’da neccârlık (marangozluk) mesleğini öğrendi. Ve devlet hizmetine alındı. Bir çok savaşa katıldı. Van Gölü’ nü geçmek için üç gemi inşa etti. 1538 Kara Buğdan seferinde kısa sürede inşa ettiği köprü kendisine ün kazandırdı sefer sırasında mimarbaşının ölümü üzerine, Osmanlının 4. mimarbaşı oldu. Mimarbaşı olduktan sonra verdiği üç büyük eser, onun sanatının gelişmesini gösteren basamaklardır. Süleymaniye Camii, Mimar Sinan’ın İstanbul’daki en muhteşem eserdir. Kendi tabiriyle kalfalık döneminde yapılmıştır. Mimar Sinan’ın en güzel eseri, seksen yaşında ve ustalık eserim diye takdim ettiği Edirne’deki Selimiye Camii’dir. Türk mimarisinin yetiştirdiği, İslâm âleminin en büyük mimar ve mühendisi Mimar Sinan’ın eserlerinin büyük bir kısmı İstanbul’dadır. Elli yıl içinde 336’sı İstanbul’da olmak üzere 477 yapı inşa etti. Bunların yarısı günümüze ulaşamamıştır. 204 tanesi orijinal şeklini korumaktadır. Mimar Sinan 1538’de hacca gitti. 8 Nisan 1588 yılında da İstanbul’da vefat etti. Süleymaniye Camii’nin yanındaki kendi yaptığı mütevazı ve sade türbeye defnedildi. Her bakımdan parlak bir devirde yetişen Mimar Sinan, Osmanlı mimarisinin zirvesini temsil eder. Dünya bir Mimar Sinan yetiştirmiş mi bana söyleyin?
Bir başka dahimiz, şu meşhur dünya haritasını hazırlayan Piri Reis, sizce bu isim ne ifade etmeli? Evet, eğer ki bir insana secde edilmesi gerekiyorsa, Peygamberlerden sonra gelen secde edilecek şahıslar içinde yer alırdı.
Tam adı Muhiddin Piri ( doğumu 1470, Gelibolu – ölümü 1554, Kahire, Mısır) , yaptığı dünya haritaları ve yazdığı denizcilik kitabıyla tanınan Osmanlı denizcisidir.
Amcası ünlü denizci Kemal Reis’in yanında yetişti. 1478-93 arasında onunla birlikte Akdeniz’in batı kıyılarında korsanlık yaptı. 1500-02 arasında Venedik’e karşı yapılan sefere ilk kez savaş gemisi kaptanı olarak katıldı ve büyük başarı gösterdi. Kemal Reis’in ölümünden (1511) sonra bir süre Gelibolu’ya çekildi. Mısır’ın fethi (1517) sırasında Osmanlı donanmasında komutan olarak bulundu. Çizdiği ilk dünya haritasını 1517’de Mısır’da I. Selim’e sundu. Gelibolu’ya dönerek denizcilik kitabı üzerinde çalışmaya başladı. 1522’de Rodos seferine katıldı. 1524’te Mısır’a gönderilen Sadrazam Pargalı İbrahim Paşa’ya kılavuzluk etti. 1521’de tamamladığı ve İbrahim Paşa’nın önerisiyle genişleterek yeniden düzenlediği Kitab-ı Bahriye adlı eseri, 1525’te I. Süleyman’a (Kanuni) sundu. 1528’de ikinci bir dünya haritası çizdi.
Bu tarihten sonra güney denizlerinde görev yapan Piri Reis 1547’de Süveyş’teki Osmanlı Donanması komutanlığına (Hint kaptanlığı) getirildi. Başarılarını çekemeyen Basra beylerbeyi Kubad Paşa tarafından donanmayı Basra’da terk etmekle suçlandı. Gönderilen ferman üzerine Kahire’de idam edildi... Evet gördüğünüz gibi, başarı çekilemiyor. Haset biri çıkar ve böyle dahi birini, gammazlayarak katline sebep olur.
Ünlü Osmanlı amirali ve bilim adamı Piri Reis ile, sadece İslâm âleminde değil, tüm dünyada haritacılık en yüksek derecesine erişmiştir. Büyük bir coğrafyacı ve matematikçi olan Piri Reis, sadece gezip gördüğü ülke ve kıtalarının çok önceden, bugünkü haritacıların ancak, erişebildiği doğruluk ve mükemmellikle çizmekle kalmamış, hiç görmediği Güney ve Kuzey Amerika kıtalarını da aynı mükemmellik ve titizlikle çizebilmiştir. Akılları durduracak kadar mükemel olan bu haritaları, Piri Reis’in nasıl çizebildiği kesinlikle ortaya konmamıştır. Hele aynı mükemmellikle, sadece Aristo zamanında bir kere gördüğü farz edilen ve ondan bu tarafa her zaman buzullarla kaplı bulunan Antartika kıtasını da, 1513 senesinde çizmiştir. Amerikan ve Rus denizci ve araştırmacıları Antartika’nın varlığını ancak tam üç yüz sene sonra, yani 1820 yıllarında fark edebildiler. Piri Reis’in deniz coğrafyasına ait ünlü eseri “ Kitab-ı Bahriyye” de bir çok harita mevcuttur....
Evet bu arada da epey zaman geçti.... Oooo, saat yaklaşmış. Şimdi gidip abdest alarak, koğuşta Cuma namazını eda edelim arkadaşlar...
- Sonra anlatmaya devam edecek misin Bekir Abi?
- Siz sıkılmadığınız müddetçe, neden olmasın...



17

- Hım mm... Sen bir dahisin be Cengiz... Aman Allah’ım hiç bu gözle bakmamıştım...
- Hangi göz Bekir abi?... dedi Yetim resmi incelerken...
- Alıcı göz... Yani, beğenerek veya arayış içinde incelemek anlamındaki göz.... Çok güzel oldu, eline sağlık. Allah senin her işini en güzel şekilde sonuçlandırsın.
- Sağol Bekir Ağa.... Evet bugün birkaç rötuşluk yer var. Oraları da tamamladıktan sonra, vernik işine geçelim. Gerçi verniklemek, iki saatte biter... Sahi Bekir Ağa, beğenmediğiniz, ilave edilmesi gereken yerler var mı? Ufuk , Yetim siz de bir şeyler söyleyin..
- Biz ne anlarız?... Trene bakar gibi bakmaktayız... dedi Ufuk...
- Haşa öyle yorumlar insana yakışmaz... Bir ilave veya bir çıkarma yapılmalı demek zor mu?
- Anladığım bir şey olsa olur derim. Ben resimden ne anlarım?
- Peki Yetim senin düşüncelerin nedir?
- Benim mi?... dedi karnını ileri doğru çıkarıp tekrar içine çekerken, bir zaman duvardaki resmi inceledi... Evet, işte şuraya çeşme yapılsa, o çeşmenin alt tarafına da, üç beş ağaç yapsan, aha şuraya da bir saman yığını, ne güzel olur. İlk bakışta ben burayı, harman yeri olarak algıladım. Öyle olunca da, eksik olarak gözüme, çeşme ve ağaç takıldı. İşte bu ağaç şuurunu resme dahi işlemekte zorlanıyoruz. Bence tabiat sevgimiz yok da ondan... Cengiz’in suratının asıldığını fark edince... Cengiz abimin, suratını bir garip gördüm. Ben onu kastetmediğimi bilmeli. Ne olurdu, şurada bir pınar veya çeşme olsa, etrafında da ağaçlar. İnsan manen de olsa, o ağaçların gölgesinde oturup dinlenebilir. Öyle değil mi Bekir Abi.?
- Hı hı.... derken dalgın dalgın resme bakıyordu.... Cengiz usta,
- Buyur abi...
- Şu köşeyi görüyor musun?
- Evet....
- Orada bir eksiklik hissediyorum... Mesela, duvar ile tavan bütünlük arz etmiyor... Sanki bir kopukluk var gibi. İnsan birden başka bir resmin başlangıcına geçer gibi... Bunu düzeltmenin yolu yok mu?
- Hı mm... Var elbet... Aha, şu tabandan tavana kadar uzayan yan yana iki tane kavak ağacı yaparız, Yetim’in dediği gibi üç beş de küçük söğüt ağacı yapıp yanına da bir çeşme yaptık mı, bütünlük tamam olur.
- Seni yormayalım...
- Öyle şey olur mu? Semer ne zaman yük olarak görülmüş ki?
- Haşa... Böyle bir deyim o güzel ağzına yakışmıyor... Evet orasını Cuma Namazı’ndan sonra yaparsın. Yetim, şu gardiyanları çağır da koğuşumuza gidip namazımızı kılalım.
Yetim, kapıya yakın bir yerde olan, düğmeye bastı. İki dakika sonra kapı gıcırdayarak açıldı. Kapıyı açan gardiyan, gayri ihtiyari bir halde başını içeri uzatıp bakındı. Sonra Yetim’e dönerek:
- Ne var Yetim?...
- Koğuşumuza gitmemiz gerekiyor... Malum bugün Cuma...
- Namaz mı kılacağını söylüyorsun?
- Niye olamaz mı?.... Hadi arkadaşlar gidelim...
Dört insan kapıdan sıra ile çıktılar... Yan taraftaki koğuşa giderlerken, diğer mahkumların bakışları üzerlerinde idi. Tabi ki sadece mahkumlar bakmıyordu. Gardiyanlar da şaşkın ve garipseyerek bakıyordu.
- Bekir abi, Gardiyanlar bize bir garip bakıyor.... Sonra bir şey demesinler?... dedi Cengiz.
- Cengiz abiciğim, bilmez misin ki, onların görevi şüphelenmek.... diyerek Yetim cevap verdi..
- Kul ne der diye yaşayan insan, hayat çizgisini yanlış götürür. Önemli olan Allah’ın ne dediğidir. Kulun hakir gördüğünü, Allah zelilde eder vezirde. Allah’ın hakir gördüğünü kul kurtaramaz. Şu garip bir halde, bize bakan insanların, hem dünya hem de ahiret garantileri varda biz mi haberdar değiliz? Babadan oğula bir miras yöntemi varda biz mi bilmiyoruz? Gerçekler böyle demiyor... Orada müsavilik kaim.
Bu konuşmalar sırasında koğuşa gelmişlerdi. Koğuşun kapısını gardiyan açtığında, koğuşun içinde herkes, ayakta idi. Yere battaniyeler serilmişti. Kıble duvarına, beyaz çarşaf monte edilmişti. Sol tarafa bir masa konulmuş ve masanın yan tarafına da küçük tabure konulmuştu. Burası hocanın vaaz edeceği yerdi. Sol tarafta da hutbe için duvara boş ranza dayanmıştı. Koğuş içindeki bütün ranzalar bir kenara çekilmişti.
Bekir ve arkadaşları bu ortamı şaşkın bir halde izlemeye devam etti. Gardiyan da olaya şahit olmuş, şaşkın bir halde seyrediyordu. Bu arada dışarıda bir düdük sesi duyunca hemen kapıyı kapatan gardiyanlar oradan uzaklaştı.
Koğuşta bulunan 17 kişi yere serilen battaniye üzerinde namaza durdu. Beyaz çarşaftan kendilerinin diktikleri cüppeyi, Bekir’e giydirdiler. Bekir imametliğin yanında, müezzinliği de üstlenmişti. Çünkü, koğuşta ona müezzinlik yapacak kadar, dini bilgiye sahip kimse yoktu.
Bekir, Cuma hutbesi olarak kardeşliği, arkadaşlığı, dostluğu birlik ve beraberliği, ayrıca Müslüman bir insanın bilgili olmak zorunluluğunu işlemekteydi.
Bekir, her anlattığını yürekten anlatmaktaydı... Ranzanın üzerine beyaz çarşaftan yapılmış cüppe ile öyle hararetli anlatıyordu ki, kapı üzerinde bulunan küçük pencereden, hapishane müdürünün baktığını görmemişti. Müdür, battaniye üzerine diz çökmüş olup, can kulağı ile Bekir’i dinleyen mahkumları tek tek süzdükten sonra, Bekir’e bakışlarını yöneltmişti. Bekir ise hararetli bir halde anlatıyordu:
“ Sevgili kardeşlerim... Dünya; ilelebet kalacağımız bir yer olarak verilmedi. Bize, ilelebet lâzım olan tek yer, ahiret hayatıdır. İnsan, akledip, düşünüp neden yaratıldığını bilmek zorundadır. Ölüm bir haksa, ki, öyledir, öyleyse bu dünya için çalmak, çırpmak, almak, kaçmak, vurmak, kırmakla ne kazanacağını umuyor şu aciz insan? Bir an öfkesine sahip olamayıp, neden elini pisliğe bulaştırır? Demem o ki; bu dünya için yaptığımız her şey yalandır. Eğer dünya hayatı güzel olsaydı, Hz. Muhammed (SAV) ki, kainatı onun yüzü suyu hürmetine yaratmıştır Allah (cc). Yüz küsur nebi ve peygamber gönderen Cenab-ı Allah (cc), her peygamber ve nebisine dünya hayatının yalan olduğu ve ondan sakınmaları gerektiğini söylemiş. İnsanlara da bunu anlatmalarını emretmiş. Biz neyiz ki? Bize söylenen gerçekleri kabul etmeyerek, cüzi aklımızla dünyaya bel bağlayıp, yapmayın denileni yaparak, gelecek hayatımızı karartıyoruz? Haşa, bizde büyük bir kudret var da biz mi bilmiyoruz? İstediğimiz an ölümü durdurabilecek, istediğimiz an cezalardan kurtulacak kadar kudretimiz mi var? Dostlar... Bizler aciz bir kuluz...
Şu bir gerçek ki, her şeye mazeret üretmekte mahir olan bir yapıya sahibiz. Başımıza gelen felaketlerden dolayı daima birini suçlamak ihtiyacını duyarız. Oysa asıl suçlu, inanış şeklimizdeki çarpıklık, yaşayış şeklindeki dengesizlik demeyiz. Çünkü bunları kabul edecek kadar erdem ve kişilik sahibi olmak, çok zordur. Dünyayı biz idare ediyormuşuz gibi bir anlayışa ve alışkanlığa sahibiz. Yahu, benden önce nasıl yürümüşse, benim zamanımda da öyle olacak ve benden sonrada aynı minval üzere gidecek, diyemiyoruz.. Ziya Paşa’nın şu mısrası bu duruma çok uygun düşmekte. Der ki; Asiyab-ı devleti bir har da olsa döndürür.. Yani; Devletin değirmenini bir eşek de olsa döndürür. İşte bu nedenle, biz dünya için koşuşturmaktan bir an önce kurtulmalıyız. Sakın bundan şu mânâyı çıkarmaya kalkmayın... Elimizi ılıktan soğuğa vurmayarak, yan gelip yatalım... anlayışı çıkmasın. Biz emek vermekle mükellefiz. Sahiplenme adına hareket etmek, bizi helaka götürür. Diz çöküp yaşamak ta Müslüman’a yakışmaz. Yani; ayakta ölmek, diz çöküp yaşamaktan daha iyidir diyerek, çalışacağız, emek vereceğiz ve de tevekkül edeceğiz. Ne olacak? Demeyeceğiz. Çünkü olacakların anahtarı Rabbimin elinde. O anahtar senin davranışlarına göre, açılıp kapanmaktadır. Yani o anahtarı senin hallerin çevirmekte. Öyleyse bize düşen bir gerçek var. O da; bizi yaratan Allah adına, birlik, kardeşlik, dayanışma, yardımlaşma içinde el ele, hır gür çıkarmadan yaşamak zorunluluğu var.... Bütün bunları yerine getirmenin de sadece sabırla olacağını unutmayın. Unutmayın ki; Sevinç kapısının anahtarı sabırdır.... Hep iyi olmak zorundayız. Bize taş atana gül sunmak bizim güzel hasletimizdir. Çünkü büyük önder Hz. Muhammed (SAV), kendisine taş atana, şefkat elini uzatmıştır. Biz madem o kutlu yolun rehberine tabi olduk, öyleyse bize taş atan ele gül uzatacağız. Evet, bu davranış şekli, insan olarak nefsimize ağır gelebilir. Kaldırmayabiliriz. Unutmayın ki; İyilik insanları birbirine bağlayan altın zincirdir. İşte bu zincir halkası, bir kere ele geçti mi, kimse bırakmaz. O nedenle biz iyilik yapmakla mükellef bir yapıda olmak zorundayız.
Kötülerle arkadaşlık edersek, ya onların kurbanı olur ya da onlara uyarız. İyilerle arkadaşlık edersek onların faziletlerini taklit etmek veya her gün kusurlarımızın bazılarını azaltmak suretiyle, tekâmül ederiz. Hani meşhur bir atasözümüz vardır ya; “Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” diye. İşte iyi hal üzerine olan biri olduğunuz zaman, etrafınızdaki dostlarınız da o fikri yapıda olacaktır. Eğer ki, eğri yolu seçen insanlarla dost olursanız, nihayeti işte burası olur. Buraya suç işleyerek düşmeyin. Buraya sizi çekemeyenler tarafından, size istinat edilen şeyler yüzünden düşün. Düşün diyorum, çünkü; bu halde ancak ve ancak yılda beş on kişi içeri girer. Sakın nefsime uydum, şeytana uydum, mecbur kaldım, nefsi müdafaa gibi şeyler yüzünden buralara düşmemeye bakın. Öyle bir millet olun ki, hakimler, avukatlar, yargıçlar, müdürler, gardiyanlar, işsiz kalsın. Boş duvarlara konuşup dursunlar. Adalet dağıtmakla yükümlü olan kurumdaki görevliler işsizlikten pineklesin. Tavla oynasın veya sana tabi olsun. Benim yüreğimdeki dünya düzeni işte budur. Ceza müessesi denilen yer, ceza verecek suçlu insan bulamasın. İçinizden şöyle dediğinizi duyar gibiyim. Biz ne kadar iyi olsak da çevremiz kötü. İnsan doğuştan iyidir. Onu kötü yapan, çevre ve cemiyettir demektesiniz. Bunda haklı olabilirsiniz. Ama ağaç yaş iken eğilir. Siz boş olduğunuz müddetçe, yaşınız kaç olursa olsun, hep eğilmek zorunda kalırsınız. O nedenle dimağlarınızı, hayat felsefenizle doldurmak zorundasınız. Dolu dimağ, eğilmeyi kabul etmez. Eğmez de. Sadece ve sadece Rabbine karşı sorumlu olduğu için eğilir. Kul önünde el bağlayıp eğilme alçaklığına düşmez. Hiçbir şey insan kadar yükselemez ve onun kadar alçalamaz. Müslüman çok okumakla yükümlüdür. Hele hele inanmış olduğu yolun kitabını bilmek her Müslüman’a farzdır. Ne kadar çok okursanız o kadar çok öğrenir ve de güç kazanmış olup, yaşamınızın denetimini ve yönetimini kendi elinize alırsınız. Bir başka kul asla sizi yönetemez, yönlendiremez.
Bize yol gösteren ilim adamlarının hayatlarına bir bakın. Çok şey göreceksiniz. Çok şey... İşte onlar, bildiklerini bizlere ulaştırmak için, dakikasını, saniyesini bizler için harcamıştır. Bunlardan sadece birini size anlatacağım. Büyük alim İbn-i Cevzi’nin, tedris, telif ve fetva ile dolu yaşadığı ömrünün tek anını bile boşa geçirmeyip, bazısı yirmi cildi bulan 340’dan fazla eser vererek, kitap yazmadık hiçbir ilim dalı bırakmamıştır. Ve yazmış olduğu eserlerin toplamı ömrünün günlerine bölündüğünde bir güne dört defter (forma) düşmektedir.
İbn-i Cevzi’nin, bu ilimlerle içli dışlı geçen ömrü boyunca, bıraktığı birbirinden kıymetli eserleri yazarken kullandığı kalemlerin yontulmasından ortaya çıkan talaşları biriktirmiş, bu talaşların vefatında gasıl suyunun ısıtılmasında kullanılmasını vasiyet etmiştir.
Bu büyük alimin vefatında vasiyeti yerine getirilerek biriktirdiği talaşlar gasıl suyunu ısıtmaya kafi gelmiştir. İşte bu yolun yolcusu olmak bu denli güzel olmaktadır. Bu denli fedakâr olmaktır.Yaşamının her zerresini, insanlığa hizmete adamak kadar güzel bir haslet hangi anlayışta, hangi dinde vardır?
Sıkıldığınızı görür gibiyim... dedi hararetli sözlerden sonra, cemaat “hayır anlamında” başını sallayınca, devam etti.... Unutmayın insan beş vakit namaz kılmakla yükümlüdür. Bu beş vakit namaz demek, günde beş kere Rabbi’ne müracaat etmek, O’na derdini açmak. Bir nevi sohbet etmek anlamı çıkar. Düşünün günde beş kere Allah’ın huzuruna varan biri nasıl olurda, yalan söyler, çalar, çırpar, kem sözler söyler, kısaca insanı alçaltan hiçbir şey yapamaz. Çünkü insanlık ulviyet demektir. Sen, sana verilen ulviyeti alçaltmak kadar adi bir yaratılışta olmamalısın.... Dikkat buyurun, biraz sıkılmış olabilirsiniz ama, Cuma mü’minlerin dertleştiği, sorunların çözüldüğü bir yer olmalıdır. Cuma günün de Müslüman bir milletin veya yörenin, sorunlarının tartışıldığı, çözüm arandığı, bir nevi ortak kalkınma temellerinin atıldığı, meclis toplantısı gibidir. Burada toplumsal olaylara çözüm aranır. Sadece kürsüde ve hutbede hocanın anlattıklarına amin diyerek geçiştirmek, mantık işi değildir. Burada kafana takılan her sorunun yanıtını bulmak zorundasın. Çünkü; peygamber efendimiz mescitleri, insanlarla istişare etmek, onlarla sohbet etmek, onlarla dertleşmek için, en mükemmel okul mantığı ile kurdurmuştur. İbadet etmek elbet insana farz. İnsan ibadetini bulunduğu her ortamda yapmakla mükelleftir... Burada olduğu gibi... İslâm sığ, bağnaz bir din anlayışına asla izin vermez. Yaratılanı hoş görür Yaratan’dan ötürü.
- Bekir Hoca... Allah senden razı olsun... Ben sanırdım ki, camilerde susup, hocanın anlattıklarını dinleyip, amin demekle yükümlüyüz... Ben bu söylediklerinizi ilk defa duyuyorum. Dilencilik niye var?
- Bak Ufuk kardeşim... Bağnaz bir yapıda olmamak, sırf insanların kafasını karıştırmak, insanların ibadet aşkını köreltmek, yani kısaca kasten içinden çıkılması zor olan sorular sorarak, imam efendiyi cematin önünde zorda bırakmak amacıyla soru sorup da ortalığı karıştırma sevdasına düşülmesin diye, camilerde fazla soru sorulmaz olmuş. Bu da art niyetli insanların yüzünden alınmış bir karardır. Gerçi ortada öyle bir karar falan da yoktur. Sadece, imamların inisiyatifi vardır. Cami; mü’minlerin dertleştiği, sorunlarına çözüm bulduğu yer olarak algılanmalı. Bundan yine yanlış anlaşma çıkmasın. Camilerin dilenmenin mekanı anlamı çıkarmak çok yanlış. Aslında orada yapılan duygu sömürüleri ile birileri bundan menfaat sağlıyorsa, çok büyük vebal altında kaldığını çok geç anlayacaktır. Ki, o zaman da iş işten geçmiş olacak.. İslam’da dilenmek yoktur. Gerçek mağdur olanı ilk önce akrabaları kollamakla, sonra komşuları, sonra mahallesi, köyü veya kasabası, daha sonra da bütün İslâm ümmetinin koruyup kollaması gerekir. Günümüzde her şeyin istismarı yapıldığı gibi bu dilenmenin de istismarı yapılmaktadır. Hatta bunu bir kazanç kapısı görecek kadar alçalan, ruhsuz ve şuursuz insanlar vardır. Gerçek ihtiyaç sahibi el açacak kadar aşağılık bir harekete geçmez. Sen onu her hareketinden anlar ve yardımını gizli yaparsın. İslâm’da, zekat müessesi vardır. İşte bu müessese gerçekten çalışmış olsaydı, hiçbir kimse el açıp bir başkasından yardım istemezdi. Art niyetli insanlar bu dilencililiği, bir meslek olarak algılayamazdı. Ama mevzuat hazretlerinin yanlış ürünleri, yanlış sistemi sayesinde toplum bir kargaşa içerisine doğru sürüklenmekte. Dünyadaki her zor müşkilin tek bir çözüm sistemi vardır. Birincisi sabır, ikincisi tevekkül, üçüncüsü çalışıp emek vermek. Hiçbir Allah’ın kuluna gökten servet yağmaz. Bırakın serveti, bir lokma gıda bile yağmaz. Çünkü bu insanın yaratılış fıtratına uygun düşmez. Eğer böyle bir sistem olmuş olsaydı, bir madenci yerin 200-300 metre altında, bunaltıcı bir ortam içinde çalışarak, kazanma derdine düşmezdi. Veya bir başka insan, alın teri dökerek, güç ve emek sarf ederek, hatta ve hatta, canını tehlikeye atarak, çalışmazdı. Ağzını havaya açıp, gökten gelecek gıdasını beklerdi. Emek verilmeyen yerde gülmek yanlış olur. Verdiğin bu emek Hakk’ın rızasına uygunsa – malum hırsızda çalmak için emek verir – onun mükafatı sana yeter. Mühim olan Allah rızasına uygun iş yapmak.
-Hocam.... Bizlerin Cennet yüzü görme şansı yok. Senin anlattıklarına göre bu mana çıkıyor. Çünkü bizler, bu halimizle halkın ve sistemin gözünde suçlu isek, mahşer-i âlada bizim suçumuz daha büyük olacak. Böyle baktığımız zaman, bize Cennet çok uzak gibi.... dedi Cangat....
- İnsan, bir şeyin başında kabullenmişse, sonuna kadar onu düzeltmekte zorlanır veya düzeltmeye uğraşmaz. Siz siz olun sakın böyle bir şeyi kafanıza sokmayın. Bilmediğiniz bir konuda teslimiyetçi olmayın. Zaman ve müsait ortam kollayarak, araştırıp öğrenin. Öğrenme, aşkı her insana verilmiştir. Bu sonradan öğrenilir diye bir kuralı yok. Yani, bu alışkanlık sonra edinilir demek, bir bahane üretme yöntemidir. Şeytana anahtar verip, benim gönül kapımı sen kullan manasına gelir. Sakın böyle bir hal içinde olmayın. Cennet ve Cehennem meselesine gelince: İnsanoğlu dünya denen bu âlemde, üzerine farz olan görevleri yaparsa Cennet’e, yok yapmaz, yaptırmaz, yapanı engeller ve yapılmasını sevmez ise, sonu hüsrandır. Yani Cehennem. Bundan kurtuluş var mı? Malum, burada olan arkadaşların hepsi, bir suç işlediği için hapsedildi. Dünyadaki suçun, şu dört duvar arasına sıkıştırılmış şekli olan cezalandırma, mahşerdeki cezalandırma yanında, altındır, zümrüttür, yakuttur. Orada insan cezalandırılırsa, ceza çekeceği tek bir mekan vardır. O da, ateşlerin hakimiyeti altındaki Cehennem. Buradan uzak durmanın, buraya düşmemenin tek bir yolu var, nefes aldığınız müddetçe, tövbe kapılarının açık tutulduğu müddetçe, size kurtuluş şansı verilmiş demektir. Suç işleyip de ceza görmemek de mantığa sığmıyor. Onun için, verilecek cezadan hafif bir yolla kurtulmak insanın hal ve hareketlerine bağlıdır. Orada da iyi hal durumu var mı yok mu bilmem. Ama oraya varmadan önce iyi hal üzere olmanın gerekli olduğuna inanmaktayım.
- Biz suçluyuz.... Bunu kabul ediyoruz... Yani bize, Cennet’e gitme ışığı görünmüyor ki?
- Ben size, bize, ona, şuna, buna kısaca hiç kimseye diyemem ki Cennet’e gidemezsin. Gitmeyeceksin.! Ya da gideceksin. Böyle bir deyim, İslâm’ın özüne terstir. İslâm, mağfiret ve af üzerinedir. Öyle bir an olur ki, İslâm’ın en büyük düşmanı, bir hal ve vaziyet değişikliği ile aniden döner ve İslâm’ın en sevilen lideri olur. Malum böyle bir lider var. O ki, adalet kavramı ile özdeşmiş bir isimdir. Evet, bu isim Hz. Ömer (RA). Bir gün önce Hz. Muhammed (SAV)’in en büyük düşmanlarından olacaksın, bir hal ve vaziyet değişikliği ile İslâm’ın ikici halifesi olabilecek kadar, iman sahibi olacaksın. Bu hangi dinde var? Evet,.. Maalesef, bir başka dinde yok. Bu sadece İslâm’a has bir olgudur. Kim bilir belki içinizden biri yarının, en ünlü lideri olacak... Tebessüm ettiğinizi görmekteyim... Bu size mantıklı gelmeyebilir. Ben, bunları söylerken geçmişe bakmaktayım. Zindana atılan Hz. Yusuf (AS)’ın Mısır’ın sultanı olması, bir ışık vermiyor mu? Bu tür örnekleri çoğaltmak mümkündür. Önemli olan örneklerin var olması ve onların kurtuluş yönteminin biz insanlara bir ışık vermesidir. Bu kurtuluşun yegana sermayesi sabırdan geçer. Sabrı besleyen en büyük güç kaynağı da, iman etmek, tevekkül etmek, kısaca Yaratan’a teslim olmakla mümkündür...
Cangat kardeşimin sorusu: Hem Günah işle, hem Cennete git. Bu nasıl olur?demişti galiba...
Olur... Olur. Yeter ki kâinatın sahibine inan ve güven. Teslim ol yeter. Bu konuda şahsi fikirlerimi söylemeyeceğim. Bu belki sizi yanıltır. Size İslâm dininin temel direği olan Hz. Peygamber Efendimiz (SAV)’in bir hadisini; Heysemi’nin Mecmeu’z-Zevaid’inden naklederek cevaplamak istiyorum: O büyük insan der ki: “Kul bir günah işler, bu günah onu Cennet’e götürür” deyince etrafındaki o güzin-i mübin sahabeler şaşırır. Ve hemen sorarlar. Bu nasıl olur Ya Resullullah? ... O da şöyle tarif eder... “Günah işleyip, tövbe ederek ve günahtan kaçınarak, gözlerini Allah’ın dergahına diker. Netice de o insan, Cennet’e gider...”
- Nasıl yaşamalıyız ki, bu söylediklerine vakıf olalım?
- Bunu en iyi şu ifadelerle anlatabilirim. Abddullah İbni Ömer (RA) diyor ki; Bir gün Resûlü Ekrem (SAV) iki omuzumu birden tuttu ve bana şunları söyledi: “Allah’ı görüyormuşçasına ibadet et! Dünyada bir garip gibi yaşa veya yolcu gibi. Hatta kendini ölmüş bil! Abdullah! Yarın sana iyi mi kötü mü deneceğini bilemezsin.” Bu söz üzerine Abdullah İbni Ömer (RA) o ki Hz. Ömer’in oğludur... Bizlere şöyle bir nasihatte bulunmaktadır. “Akşamı ettiğinde sabahı bekleme! Sağlıklı günlerinde, hastalanacağın vakit için, hayatın boyunca da öleceğin zaman için tedbir alın.” Müslüman, iyi insan olmakla mükelleftir. İyi insan olmanın kuralları Allah’ın ipine sımsıkı sarılmakla mümkündür. Sen öyle bir hayat yaşa ki, ölümüne mezarcılar bile ağlasın. En uzaktaki seni tanımayan insan bile, evlad-ı iyaline seni örnek göstersin. Bu örnek gösterme iki türlüdür. Biri aman ha onun gibi olmayın, onun yaptıkları size ders olsun, siz sakın ona uymayın, v.s gibi sözler olup, bir başkasının kötülük olarak sizin yaptıklarınızı, gelecek nesle veya sevdiği birine nasihat etmesidir. İkinci örnek ise; sizin her halinizi sevdiği bir insanda görme arzusu ile, dostlarına, yakınlarına, zürriyetine doğruluk, dürüstlük, inanmışlık kavramını sizin yaşantınızı örnek göstermektir. Bu denli mükemmel olmanın şartı dediğim gibi sadece ve sadece Allah’a yakınlaşan, O’na ibadet eden, O’na secde etmeyi bir görev bilen insanda, iyi hal daim olur. Siz, siz olun; aslınızla övünmeyin. Aslınız, bir topraktır. Ve er geç oraya gideceksiniz. Onun için şunları kendinize bir ilke edinin: Çok şeyi unutun, bu unutacaklarınız şunlar olmalı:Unut!Yaptığın iyiliği unut...Yaptığın kötülükleri unut. Sana yapılan övgüleri, sövgüleri unut.
Ama şunu hiçbir zaman unutma! Allah’ın seni her an, her saniye gözettiğini. Allah, senin içinden geçirdiklerini bile bilmekte olduğunu sakın unutma. Ve ona göre hareket ederek, Allah’ı hoşnut etmeye çalış.
Allah’a ibadet ederken şunları kafana koy. Kini unut, garezi unut, sevgiyi unut, dostu unut, canını unut, her şeyi unut. Sadece Hakk’ın önünde secdede olduğunu, onunla istişarede bulunurken, dünyayı unut. Takva sahibi insan helak olmaz. Her insan bir talebedir. Bunun yaşı yoktur. Hz. Peygamber Efendimiz (SAV) buyurmaktadır ki; Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz, ilim öğrenmek farzdır.... Sevgili dostlarım, sizlere İslâm üzere bir hayat diliyorum.... dedikten sonra hutbesini bitirdi.
Bekir, ranza üzerinden inmeye çalışırken, Yetim ayağa kalktı ve Cuma namazı için gamet getirmeye başladı. Öyle yanık bir ses ile okuyordu ki, onun aşk ve şevkle okuduğunu gören duygulanmaktaydı.
Tabii onun bu haline, hapishane müdürü de kapı üzerindeki pencereden vâkıf olmuştu. Buğulu gözlerle koğuş içini seyreden müdür, bir zaman daha o manzarayı seyretti. Dudakları mırıldanırken, yüzünde acı bir gerginlik belirmeye başladı. Gözleri küçülüp, yanaklarına doğru iki damla yaş indi... Elinin tersi ile yanaklarındaki göz yaşını sildikten sonra, yanında bulunan gardiyanlara bir şeyler söyleyip gitti.
Namaz bittikten sonra Bekir, Yetim, Cengiz ve Sarı Ufuk resim yaptıkları koğuşa gitmek için gardiyanı çağırdılar. Gardiyan kapıyı açtı. Bekir’i eliyle durdurup, diğerlerine gitmesi için izin verdi.
- Müdür bey sizi çağırıyor.... dedi.
Bunu duyan Yetim, hemen ileri atıldı... Ve gür bir ses tonuyla, bağırarak....
- Bizim ibadet etme hakkımız yok mu ulan?... Bekir Abimi namaz kıldırdığı için cezalandıracak olursanız, bu dünyayı başınıza yıkmazsam, bana da Yetim demesinler...
Bekir eliyle gardiyana durmasını işaret ederek, Yetim’in yanına geldi. Onun başını okşayarak:
- Sakın ola benim başıma gelen herhangi bir olaydan dolayı, kendini heder etme. Bunu sakın ama sakın yapma. Kul, kul için can feda etmez. Hem korkma bana bir şey olmaz. Bu davranışın kardeşlik adına, dostluk adına mükemmel, ama benim için değmez. Yani ben, buna layık değilim. Bir daha seni bu denli hararetli, keskin sözlü, sinirli bir hal üzere görmek istemiyorum. Hadi siz gidip resmi tamamlayın... Ben çok geçmeden gelirim.... Hadi, resmi tamamlayın siz.... dedi, eliyle Yetim’i iterken...
Yetim, başını öne eğmiş bir halde gitti ve koğuşa girdiklerinde yine bağırarak...
- Ben biliyorum.... şimdi Bekir Abimi, hırpalayacaklar. Niye bu insanlara namaz kıldırdın diye ona ceza verecekler. Olamaaz ya... Bir Müslüman ülkede, insanlara dinini öğrettin diye ceza vermek, akıl kârı değil. Madem dinimizi gereği gibi yaşayamayacağız, neden kimliklerimize kadar İslâm yazdılar ki? Neden her yere camiler dikip içine devlet eliyle kadrolu imam koydular? Bizden istenilen bir İslâm modeli mi var. Yoksa, Allah’ın bize layık gördüğü, yapılmasını şart koştuğu kurallar harici bir Müslümanlık mı var? Olmaz bu, bu Müslümanlara yapılan eziyeti, gavur bile yapmaz. Bu ülkede din adına konuşan herkes, fişlenmekte, derin gücün bizden istediği bir devlet sistemi var ve bu sistem, o derin güce hizmet etmekte. Öyle ya, bilinçli, meraklı bir millet veya toplum, o derinlere hizmet eden sistemi yıkacak. Onların korkusu da bu olduğu için, gerek hapiste, gerek okulda, gerek işte, gerek tatilde kısaca nerede olursa olsun, insanları ispiyonlayacak, onları fişletecek, beyinsizler yumağı içinde yaşıyormuşuz da haberimiz yok. ... Tövbe tövbe... Sinirlenmem gerekiyor. Sinirlenince böyle sapık supuk kelimelere dur diyemiyorum.... Ver Cengiz usta şu fırçayı da ben, sinirimi fırçadan alayım bari....




18

- Selamünaleyküm sayın müdür...
- Aleykümselam... Bekir hoca...
- Bildiğiniz gibi ben hoca falan değilim. Sadece dinini bilen bir Müslüman’ım...
- Sıradan bir Müslüman, senin kadar dinini bilecekse, imamlar daha çok bilecek demektir.
- Orasını bilmem... Benim üzerime farz olan şeyleri yapmam ve tabii olduğum dini bilip, dört dörtlük yaşamaya çalışmaktır. İmam, benden çok bilmeli ki, beni aydınlatabilsin doğrudur. Bu yolun öğreticileri elbet çok bilecek ki, zorlandığımız yerde bana yardımcı olsun. İlimde irfanda yarış böyle olmak zorundadır.
- Sen sanki ilahiyat okumuş gibi biliyorsun?
- Hıhh.. Nerede o yüksek dereceye nail olmak.. Ben sadece söylediğin kurumun ismi olan “İ” harfinin üstündeki noktanın onda biri kadar bile bilsem, ne mutlu bana.... Bir Müslüman olarak bilmem gereken şey, dinimin benden ne istediğidir. Benim dinim, bir başka canlıdan mal çal, onları öldür, onları toptan katlet, onların ırzı namusu ile oyna, onlara bu dünyayı zindan et, hepsini asilimle eyle, yani kendine benzemesi için baskı yap demiyor. Benim dinim şefkat dinidir. Bırak insanları, bir canlıyı bile incitmekten haya etmemizi emrediyor. Yaratılanı severiz, Yaratan’dan ötürü prensibine sarılmışız. Nerede olursak olalım, elimize aldığımız işi ciddiyet ile kabul edip hayatımıza uygularız. Biz lüzumsuz konuşmayıp, insanlığın kurtuluşu için, alın teri akıtmayı, efor sarf ederek, gece gündüz çalışmayı da bir ibadet şekli olarak algılamışızdır. İnsanları fikrinden dolayı, zikrinden dolayı, ibadetinden dolayı, anlayışından dolayı, yaşayışından dolayı velhasıl biz insanı eleştirmekten yana değiliz. Biz insanlara yaşantımızla, davranışımızla örnek olmayı seçmiş, Hakk yolunda yürüyen naçiz bir varlığız. Bu yolda ilerlerken, her türlü zorluğun Hakk’tan geldiğini bir imtihan olarak algılayarak, katlanmasını hatta, severek katlanmasını bilen bir anlayışa sahibiz. İlim ve kültür illa ki okullarda verilmez. Hayat okullarda öğrenilmez. Hayat yaşayarak, tecrübe edinilerek öğrenilir. Pratiği olmayan okullardaki teorik öğrenilen bilgiler, eninde sonunda körelmeye mahkumdur. İnsan öğrendiğini hayatına uygulayarak başarılı olur..... dedi ve Müdürün gülümsemesi üzerine sustu..
- Bekir Ağa... Niye sustun ki?
- Bilmem... Herhalde fazla konuştum, içimdeki ses öyle bir ikazda bulundu. Buraya geliş sebebim?
- Evet, buraya geliş sebebin, çok güzel şeyler yapmandan dolayıdır. Bugün buraya gelişinizin haftası doluyor. Bir Cuma öğleden sonra geldiniz, işte bir Cuma öğleden sonra burada bulunmaktasınız. Sizde gizli bir güç görmekteyim... Ne bileyim, Yetim gibi bir hırsızı, beş vakit namaz kılmaya özendirdiniz. Size bir hafta boyunca eziyet eden Mahir gibi biri namaza durdu. Sarı Ufuk denilen şahıs ki, kendisi ateizmin koyu savunucusu iken şimdi namaza yönelmek üzere, kısaca koğuştakilere, bugün itibariyle saf tutmayı başaran biri olarak, sizdeki gizli bir gücün varlığına inanmak gerek. Bunun başka bir izahını göremiyorum. Bir resim olayı çıkardınız, fikirleri, zikirleri ayrı bu insanlarla kolektif çalışma ortamı oluşturdunuz. Sizin konuşmalarınız bu insanlara çok şey vermiş olmalı ki, size saygı duyulsun?...
- Ben hiçbir kimseye bir şey vermiyorum. Sadece yaşamam gerektiği şekilde yaşamaktan zevk alan biriyim. Öğrendiklerimi şahsi çabalarımla okuyarak, alim bilinen hocaların önünde diz çökerek öğrendim. İcazetli, bir kurumdan diploma almışlığım yok. Keşke olsaydı. Öğrendiklerimi, bir başka insanlara bir metot dahilinde anlatmaktan, Allah’ın hizmetkârı olmaktan şeref duyardım. Gerçi öğrendiklerim ve bildiklerim dahilinde o güzel yolda ilerlemekteyim. Bunda Rabbim kusurlarımdan dolayı beni ve inananları bağışlasın.
- Senin mıknatıs gibi çekiş özelliğinin arkasında, vakur tavrın var. Yani, hem vakur hem mütevazı oluşun, bir de çevrene yaydığın elektriğin çekim özelliği ile insanlar etkilenmekte. İşte bu nedenle sen, başarılısın. Sana vurana sen gül uzatıyorsun. Ama gerektiğinde de gücünü sadece saldırgana gösterecek kadar da, başarılısın. Şu Mahir’e gösterdiğin güç gösterisi gibi. Yani neyi nasıl yapman gerektiğini çok iyi biliyorsun. İşte seni sen yapan da budur. Bir haftada 17 kişinin yaşam şeklini değiştirecek kadar bilgili, hoşgörülü hale sahip olmak, her kulun yapacağı bir şey değildir.
- Saygıdeğer müdürüm.... Bediüzzaman Hazretleri der ki; Bir ulü’l-emrin (idarecinin) makamındaki ciddiyeti kibir, mahviyeti tevazudur. Yani idareci makamının izzetini muhafaza edecek tavırlar içinde olmalı, vakarını koruması gerek. Evinde ise, aile fertlerine vakar ile yaklaşırsa zarar eder. Onun için evinde, mütevazı davranmalıdır. İşte siz bu kuralı çok iyi uyguladınız ki, bugün bu hapishanede idareci konumundasınız. Size acizane bir nasihatte bulunmak istiyorum. Bilen veya bu yolda uğraşan birine siz, siz olun fazla övgü sıralamayın. O insanın gururunu okşamayın. Bunu yapacaksanız da birkaç kez söyleyin ama ısrarcı olmayın. Tabii bu kişiden kişiye değişen bir hal durumudur. İlmi baş tacı eden insana övgü az, eleştiri çok, ilimsiz, cahil pozisyonundaki birine de, övgü çok eleştiri az olmalı. Olmalı ki, insanların nefsin emrine girmeleri zorlaşsın. Nefs denen olgu, fazla övgü sonucu kibirle kardeş olur. İlim sahibi eleştirildikçe, daha mükemmelini aramak zorunda olduğunu anlar, cahil ise övgü aldıkça daha iyi yapma zorunluluğunu hafızasına kazır. Ben ilim yolunda koşan, dirsek çürüten biri olmamakla birlikte, bu yolu ve yola gidenleri seven biriyim. Bana da övgü ile değil, sövgü ile değil... Allah rızası için eleştiri ile yaklaşın, hatta en kalabalık ortamlarda bile benim nefsimi, ayaklar altına alacak şekilde davranın. Nefsime beni kul köle etmeyin.
- Ben size yinede teşekkürü bir borç biliyor, size yapmanız gereken bazı öneriler sunmak istiyorum. Başta şu Yetim’i, doğru çizgide daim kılacak bir çalışma içinde olmanızı istiyorum. Hapishane demek, suçlulara ceza çektirilen yer değil, bir daha hata yapmamalarının öğretildiği bir yer olmalı. Bu benim hayat felsefemdir. Şimdiye kadar bulunduğum hapishanelerde hep bunu amaçladım ve bu uğurda mücadele ettim. Ve bu amaç için çalışmaya devam edeceğim. Ben isterim ki, bir kez buraya düşen insan bir daha buraya düşmesin. Bunun biraz imkansız olduğunun da bilincindeyim. İnsan buraya düşmüşse, hele bir de birisine kinleşmişse o insan dışarı çıktığında sadece ve sadece intikam duygusu ile hareket etmekte. Bir başkası ise dışarıya uyum sağlayamadığı için tekrar suça yönelmektedir. Gerçi bu insanın suça yönelmesinde en büyük etken, toplumun o kişiye bakış açısıyla orantılı. İnsanlar mahkum damgasını ömür boyu alnında taşımak zorunda kalıyor. Fakat sizin gibi değerli insanlar sayesinde çok şeyin değişeceğine inanmaktayım. En azından buradan kurtulan insan, iman şuuru ile hareket etmiş olacağından, suça yönelmeyecek. Olaylar ve hadisler karşısında sabredip, oradan uzaklaşarak, belayı bertaraf edecektir. Pek azı sabır durumunu koruyamayıp, olayın içine dalabilir. Ama en azından bu sadece münferit bir olay olarak kalır. Ben bir idareci olarak burada çalışan insanların, zamanlarını meşgul edecek ve bu meşguliyetlerinden kazanabilecekleri bir sistem ancak kurabildim. Bir kimsenin gönül dünyasına girecek kadar da kendimi bilgili görmüyorum. Bu mahkumların burada edindiği meslek sayesinde dışarı çıkınca, iş hayatına atılma şansı var. Maddi yönden biraz desteklendiği zaman, bu insanlar topluma kazandırılabilir. Devletin amacı, toplumu koruyup kollamak olmalı. Kendine düşman edinen bir devlet sistemi, ayakta kalamaz. Evet Bekir Efendi... Bir kader mahkumu olarak sizde burada bulunmaktaydınız. İçimden iyi ki buradasınız demek geliyor ama, bu söylenilmesi istenilmeyen bir kelimedir.
- Ben neyim ki efendi?... Sizin gibi sıradan bir kulum. Ne eksiğim, ne de fazlam var....
- Eksiğini bilmem ama, burada bulunan insanlardan fazlan var. En azından dini bilgileri yerinde ve zamanında kullanmasını biliyorsun. Bu sayede çok şey değişti. Biz bunca zaman bunları akledemedik. Yani dini bilgileri yüksek bir ilim adamı, psikolojik kariyeri yüksek bir danışman, v.s gibi insanların burada zorunlu ders adı altında günde iki saat ders düşünseydik, burasını bir mektep olarak kullanma şansımız olurdu. Biz buraları ıslah yeri olarak değil, süreleri tamamlaması için insanları, hapsederek, üç öğün besleyerek bir görev ifa ettiğimizi sanmaktayız. Aslında bu çok yanlış bir anlayış biçimi. Biz ölünceye kadar öğrenmek zorunda isek, burada dahi öğrenilebileceğini sizin sayenizde gördük. Bir hafta gibi bir zamanda çok şeyin değiştiğini fark ettik. Size bir sürprizim var...
- Hayırdır inşallah...
- Hayır... Sizin temyize giden davanız düşmüş. Yani çok kısa bir zaman sonra buradan çıkacaksınız. Belki de bugün çıkabileceksiniz.
- Adalet tecellisi diye buna denir işte... Bir iftira bizim nerelere kadar gelmemize neden oldu. Nefsim adına kurtulacağım için sevinmekteyim. Ama içeride olan diğer kardeşlerim için üzülmekteyim.
- İşte bu nedenle sizi çağırdım.... Ben derim ki, siz dışarı çıkınca, en azından haftada bir kere olsun buraya gelip, gönüllü olarak bu insanlara ders verseniz. Bu gün, özellikle Cuma Namazı saati olursa daha bir makbule geçer düşüncesindeyim. Siz ne dersiniz?
- Yapacağım iş, Rabbim’in hoşuna gidecekse seve seve yaparım. Hz. Ömer (RA) “ Zaman sana biriktirmediğini ve ummadığını getirir.” der... Şu kodese ceza çekmek için gel, yanlış anlaşıldığın ortaya çıksın. Sonrada burada görev teklif edilsin. Yani dışarı gitme, içeride kal denilsin. Kurtuluyorum diye sevinmem gerekirken, kodesten çıkmamamı isteyen birileri olsun... Rabbim ne kadar büyük...
- Bekir efendi biz sadece senin hayat felsefenden dolayı, buradaki insanlara ders vermeni istedik. Eğer burada bulunmak bir hapis hayatı ise, biz görevliler, ömür boyu hapse mahkumuz demektir. Nice insanlar gelip gitmiştir. Ama bizler halen bu dört duvar arasındayız. Sanki bizim yaşantımızda bir değişiklik mi var?
Bekir, başını öne eğdi. Yüreğindeki çarpıntı dışardan belli olacak sanıyordu. Bu nedenle, heyecanını gizlemek adına, kendini sıkıyordu. Yüzünde mutlu bir tebessüm vardı. Müdür, başından geçen olayları anlatıyorken, Bekir onu sadece dinlemekle yetiniyordu. Bekir masanın üzerinde duran ve ilk beş-altıncı sayfasının arasında kalem olan “Namaz Hocası” adlı kitap gözüne ilişti. Müdür, Bekir’in kitaba baktığını görünce eline alarak:
- Bak... Bak... Senin sayende ben bile, dinimi öğrenmeye çalışmaktayım.
- Allah daim eylesin. Sizin adınıza sevindim efendi. Benim buraya her hafta gelip ders vermemi istiyorsunuz... elinin biri arkasında biri ise çenesinde içeride dolanmaya başladı. Bir an durup düşündükten sonra... Kabul be... Fakat bunu hiç kimse bilmeyecek. Yani dışarıdan biri bu olayı duymayacak. İçerdeki mahkum arkadaşlar da, kimseye söylemeyecek. Bunu neden istediğime gelince, size zarar gelmesini istemem. Biz her olaya bir kulp takmakta mahir bir milletiz. Yapmayız ama, yapana da engel olmayı bir görev biliriz. Böyle bir ruh halimiz var. İşte o nedenle kimse duymamalı. Benim buraya gelip gitmem sorun değil.
- Bugün eşyalarınızı toplayabilirsiniz... Azat kağıdınız geldi...
- İşte bugün çıkmamı istemeyin. Çünkü, elimizdeki eserin, insan üzerindeki tesirini merak ediyorum. Bunu görmem lâzım. Ayrıca arkadaşlar, koğuşa taşınmalı ve ben onlarla tek tek vedalaşmalıyım... Yani bana bir – iki gün izin verin.
- Burası sizin emir ve görüşleriniz doğrultusundadır. Siz neyi nasıl uygun görürseniz, öyle olsun.
- Bakın sevgili müdür efendi... Her zaman söyledim. Ve tekrar söylüyorum. Ben bir beşerim. Benim de şaşma lüksüm var. Sizin için iyi olmayan bir şeyi yaptığınızın farkında değilsiniz. O nedir derseniz? Burayı bir mahkuma, teslim etme teşebbüsünüz, size çok pahalıya malolur. Bunu bir kez söylediniz bir daha söylemeyin. Çünkü, yalancı dünya sistemi münafıklık üzerine yürümektedir. Zarar görmenizi istemem.... Şimdi izin verirseniz, arkadaşların yanına dönmek zorundayım.....
- Müsaade sizin... Buyurun Bekir efendi... dedi eliyle kapıyı saygılı bir halde gösterirken....





19

- Yüreğim ağzıma geldi be Bekir abi.... dedi heyecanlı bir halde, ellerini döşünde bağlayan Yetim.
- Hayrola nedeni nedir?
- Elbet ki sen... Sandım ki, namaz kıldırdığından dolayı seni cezalandıracaklar.
- Cezahanede ceza çeken birine, ikinci bir ceza vermek neyi değiştirir? Adam zaten ceza çekmek için gelmiş, varsın üç beş cezayı da aynı anda çeksin. Ne çıkar?
- Öyle deme Bekir abi.... Size kalkacak her el benim yüreğimde derin yaralar açar.... Sahi müdür seni niye çağırdı?
- Önemli değil.... Hım mm... dedi resmi incelerken... Gördüğüm kadarıyla vernikleme de bitince, resim tamam olacak... Gerçekten çok güzel oldu. Eline sağlık Cengizciğim....
- Önemli değil.... Sahi Bekir abi, içimize bir şüphe düştü... Müdür seni neden çağırmış?
- Hım mm, benim tahliyemi bildirmek için...
Koğuşta herkes şaşırmıştı. Koğuştaki insanların tepesinden buzlu su dökülmüş gibi, bir durum oluştu. Hepsi şok içinde iken Yetim, yerdeki boş boya kutusuna tekme ile vurdu. Kutu içinde kalan boyadan sıçrayan damlalar, duvardaki resme yapıştı. Bunu fark eden Cengiz hemen elindeki bez ile boyaları sildi. Resme boya yapıştığını geç fark eden Yetim, elini döşüne koyarak, Cengizden özür diledi. Sinirli ve asabi bir ruh haliyle koğuş ortasında dolanırken, mırıldanamaya başladı..
- Biliyordum, ben biliyordum.. Seni bir başka yere gönderecek bunlar....
- Yetim, yeğenim... Çok çabuk sinirlenmektesin... Öyle bir şey yok. Ben her Cuma yine buraya geleceğim. Bizim dava avukatı, kararı temyize götürmüştü, Yargıtay davayı berat ettirmiş. Müdür bunu haber vermek için çağırmış. Ayrıca benden size her hafta Cuma namazını kıldırmamı, daha sonra da sohbet etmemi istedi. Bende kabul ettim....
- Ne zaman gideceksin abi.... dedi Yetim, dili ve dişi arasından çıkan mırıltılı bir ifade ile. Üzgün hali gözden kaçmıyordu, yine mırıltılı bir halde... Koğuş tekrar eski sisteme dönecek desenize? Benim neden şansım yok? Muhammed Hoca’mı buldum, işte dünyamı değiştirecek adam dedim ve onun önünde diz çöküp, dinimi öğrenmeye başlamıştım ki, Hocam, Hakk’ın rahmetine kavuştu... Şimdi ise, Bekir Abi gibi değerli bir şahsiyet sayesinde koğuşta değişmeyen hiçbir şey kalmadı. O buradan gidince, yine eski halimize dönmemizden korkarım. Yine koğuş ağalığı türeyecek, yine ezilen ben olacağım... Bu ne kötü bir şans yahu? Geç bulup çabuk kaybetmek benim alın yazım mı?
- Yeğenim hele biraz dur... Çok çabuk kendini kaybediyorsun. Bu senin için hiçte iyi değil. Dedim ya, her Cuma, namaz kıldırmaya buraya geleceğim. Evet buradan kurtuldum, Allah hepinizi kurtarsın. Ama unutmayın ki, Müslüman her bulunduğu ortama uyan değil, her ortamı kendine uyduran olmalı. Benim şahsımda sizler, ateşlenmeye hazır bir bomba gibiydiniz. Ben sadece fitili ateşledim. Artık o fitil sayesinde, hepiniz bir imam olabilecek seviyeye gelebilirsiniz. Siz yeter ki adımlarınızı atmadan önce, düşünmeyi ihmal etmeyin. Her hareketinizi Allah rızasına uygun bir biçimde yapmaya azami gayret göstermeniz, sizlerin menfaati icabınadır. Yetim, yeğenim... Müdür beyde özellikle seni düşünmekte. Sende saklı olan bir cevher sezmekteyim. Buradaki bütün kardeşlerim, dışarı çıktığında mutlaka bana uğrasın. Onlara dışarıda güzel bir hayat vaat etme şansım yok. Ama, bu uğurda sizlerle birlikte hareket etmeye söz veriyorum. Sizlerin her türlü sorunlarınızla yakından ilgilenmeyi, kendime bir görev addetmekteyim.... Evet Cengiz kardeşim... Ben derim ki, yerleri de vernik ile boyasak mı?
- Hıh... dedi, dalgın bir halde iken...
- Yerlerde vernik olabilir mi dedim...
- Yerler olmaz be hocam... İnsanların ayağı kayıp düşme ihtimali var. Kalorifer peteklerine kadar her yeri zaten vernikledik. Bence yerleri verniklemeye gerek yok...
- Siz bilirsiniz... O halde müdür beyi çağırıp, resmi gösterebiliriz. Ha.... bir de kamera getirtelim ki, bu güzel manzarayı kaydederek, ölümsüzleştirelim. İleride o kaset veya CD’ye aldığımız resimleri, çeşitli yerlere göndererek, güzel bir reklam yapmış oluruz. Hapishanenin de ne reklamı olacak demeyin. Biz buraya insanların suç işleyip gelmesi için reklam yapmayacağız. Buradaki insanların boş oturmadıklarını, boş insan olmadıklarını, alın yazısı gereği buraya düştüğünü, onların hakir görülmeye, horlanmaya değil, korunup kollanmaya, sahip çıkılmaya, ellerinin becerikli olduğunu bütün dünyaya göstermek için, resmi kaydedip reklam yapmalıyız. Buraya düşen insan, çalışıp geleceğini burada biriktirdikleri ile hazırlama şansına sahip olmalı. Olmalı ki, cezası bitince, güneş görmüş karpuz gibi buz kesilmeye. Bilmem anlatabildim mi?
- Haklısın abi... Ben gardiyana söyleyeyim de, müdüre haber versin... diyerek kapıya doğru giden Yetim, düğmeye bastı kapı açılınca, gardiyana sert bir ses tonuyla... Müdürüne söyle, resim bitti...
- Hayrola Yetim, sol tarafından mı kalktın? Bu ne sinir öyle?
- Yok bi şey.... Sen işine bak....
Kapının üstündeki pencere, gıcırdayarak yüzüne kapandığında, geriye dönmeden öylece bekledi. Kapının arka kısmına kadar resim işlenmişti. Yetim, resme elini dokunup, dalgın bir hale büründü.. Kapının arkasına yapılan resim odayla bütünlük arz ediyordu. İçerden bakan bir kişi kapı kapandığı zaman, kapı ile duvar arasındaki farkı bulması imkansızdı. Kapını arka yüzü de duvara ait olduğundan resmin bir parçası da kapı üstüne işlenmişti. Sadece bunu belli etmek için kapının, iki yanına kavak ağacı yapılmış, bu iki kavak ağacı arasında çiftliklerde olan çit kapısı yapılarak, kapının yine kapı olarak işlev görmesine yardımcı olunmuştu. Kapı üzerindeki resim, bir bahçeye veya bir çiftliğe girişi andıran, resimle monte edilmişti.
- Bak yeğenim... Hz. Ali (RA) der ki: “Zenginliklerin en büyüğü, akıldır.” Sen akıllı bir insansın. Sana, uyman gereken kuralları maddeler halinde sıralayacağım. Bu kurallar sayesinde sen çok ileriye gideceksin.
- Bekir abi... Bende ki bu şansızlık nedir?. Ben niye böyle bahtsız biriyim?
- Sakın bir daha başına gelmiş ve gelecek olaylara karşı sitemkâr olma. Başına gelen veya geldiğini sandığın her olay senin bir imtihanındır. Bunlara katlanarak, bunları yaşayarak, isyan etmeyerek mükafat elde edebilirsin. İsyan edip asi konumunda olduğun zaman, imtihanın daha da zorlaşır. Allah (cc) sevdiği kullarını devamlı imtihana tabi tutar. Bu imtihanlar sayesinde, uyanık olmaları, isyan etmemeleri, tevekkül etmeleri sağlanmış olur. Aklı selim insan, her olaydan ders alır. Kendine bir paye çıkarır. Unutma ki; Öfkenin başı cinnet, sonu nedamettir. Hz. Ali (RA)’in hoşuma giden bir sözü vardır. Bu söz aklımdan hiç çıkmaz. Özellikle de, şu dünya sevgisi ağır bastığı zamanlar aklıma hakim olan bu söz, şöyledir. “Dünya yılan gibidir. Cildi yumuşak fakat zehri öldürücüdür.”
- Ben senin yaptıklarının binde birini yapsam, senin düşündüklerinin binde birini düşünebilsem, bu yalan dünyada ne isterim Bekir abi?... dedi ve ayağa kalkıp Bekir’e doğru geldi.
- Bak yeğenim!... Dünyada gördüğün, duyduğun, bildiğin ne kadar alim ve ilim adamı varsa; bunlar, doğuştan böyle gelmediler. Bunlar, yaşamları boyunca hep öğrenme merakı içinde oldular ve öğrenmek için hep çalıştılar. Yılmadılar, yıkılmadılar sonunda başardılar. İşte onun için onlar üstün bir düşünce sistemine sahip görünmektedir. Beni gözünde o kadar büyütme. Ben, sıradan bir insan nasılsa, ben de öyleyim. Bir zamanlar bende senin gibi arayış içinde kaldım. İçim içimi kemirirken, bir büyüğüm hep okumamı, araştırmamı tavsiye etti. İşte o günden buyana bunu hayat felsefesi olarak kabul ettim. Bunca zaman içinde bir başkasına yol gösterecek, ana haritada kafamda oluştu elbet. Şimdi bunları sizlere anlatacağım. Hatta bunları ilk önce kağıda yazmanızı, daha sonra da hafızanıza kazımanızı isteyeceğim. Size ömür boyu gerekli bu sözlerin sahibi ben değilim. Bazıları hadis, bazıları Aşer-i mübeşereden (yani yaşarken Cennetle müjdelenen ilk on kişiden, ashaptan), bazıları değerli İslâm alimlerinin sözleridir. Bu sözler yaşanmış olup deneyler sonucu ortaya çıktığı için, büyük bir dayanak ve sığınak olarak algılamak gerek:
Unutmayın ki, üç şey devamlı sessizdir. Düşünce, kader ve mezar... Her şeyi, her olayı düşünün, başınıza gelen olayları veya şahit olduklarınızın kader olduğunu, dünyada bugün var olanın yarın yok olacağını düşünün. Hiç kimsenin bu dünyadan maddi anlamda bir şey götüremeyeceğini, insanın yanında günah ve sevaplarının yazılı olduğu defteri olacağını unutmayın. Sevimli Müslüman olmak hiç de zor değil. Gülümsemek çok şey ifade eder. Hz. Peygamber (SAV) buyurmakta ki; Mü’min’in Mü’min’e tebessümü sadakadır. Müslüman asla lüzumsuz konuşmaz. İnsanın yüzüne karşı tatlı konuşup, arkasından kuyusunu kazan kişi, süt içine dökülmüş zehire benzer... Dille ikrar ettiğiniz kalben tasdik olmadıkça samimi olamazsınız. İçiniz bir başka dışınız bir başka olmamalı. Bu tür ikilem içinde olanın hayattaki başarı şansı sıfırdır.
Düşmanını her zaman yanı başında, dostunu daima uzakta bil. Çünkü insanın en büyük düşmanı, kendisidir. Bir insan, kendisine yaptığı kötülüğü bir başkasına yapma kudretini asla bulamaz. Haramdan ve şeytandan uzak kalmak için, yanı başına devamlı bir güvenlik dikse, şeytan o güvenliği ve insanı da atlatacak kadar kurnazdır. Bu nedenle, güvenlik kuvvetleri, kişilerin kalbine yerleştirilmelidir. Oraya yerleşebilecek yegane güvenlik kuvveti ise Allah (cc) sevgisidir. İşte bu nedenle bizler dinimizi tam manasıyla öğrenip, hayatımızın her anına nakşetmeliyiz. İslâm bir bütündür. İslâm’ın bütünlüğünü bir şuur halinde daima zihnimizde ve kalbimizde yaşatıp korumadıkça, en cüzi bir hususun dahi izahını yapamayız.
Sevgili yeğenim... Yetim’i işaret ederek... Bir çocuk kendini korumayı ancak serbest kaldığı zaman öğrenebilir....Sen hayatı tek başına öğrenmek zorundasın. Şu geride kalan bir haftada en büyük değişiklik sende oldu. Çünkü sen himayesiz yaşayamayacağını düşünüp, sığınacak bir liman aramaktaydın. Bunu başardın sanıyordum. Düşünüyordum ki, hayatın gerçeklerini göğüslemeye hazır. Şimdiki tavırlarında şunu gördüm, sen hâla sığınacak bir liman aramaktasın. Oysa en büyük liman Allah (cc)’tır. O’na sığınmanı beklerim ve isterim. Bir daha bir kulu koruyucu ve kollayıcı olarak görme. Görmediğin gibi de kendini o mevkie de asla getirme. Yani bir başkasına emreden, onu emri dahilinde kontrol edip, köle gibi kullanan da olma. Çünkü bundan en çok, sen muzdarip oldun. Sen sana yapılmasını istemediğin şeyleri bir başkasına sakın yapma. Sen hırs deryasına çabuk dalmaktasın. Bu senin için hayra işaret değil. Bu huyundan vazgeç. Çok yaprak az meyve: Bu doğa yasasıdır. Çok söz ve az iş, bu da insanın hatasıdır... Kendini kontrol altında tutman için sana bir yol göstereceğim. Dilinin altına bir taş koy. Bu küçük bir oltu tespihi taşı olabilir. İlk zamanlarda ağzında iki tane olursa, her soruya cevap veremezsin. Sadece düşünüp, kafa yorarsın. Çene yormazsın. Kafa yorduğun zaman sorunun gerçek cevabına ulaşırsın. Yok ulaşamazsan, cevabını araştırma dürtülerin seni harekete geçirecektir. İşte ağzındaki taşlar sayesinde, düşünmeye ve araştırmaya yöneleceksin. Bu tür bir davranış, seni sadece dinleyen, sadece uygulayan, sadece anlayış gösteren biri gibi lanse edecektir. İşte o zaman her bildiğini söylemeyecek, fakat her söylediğini mutlaka analiz ederek, tartarak söylemek zorunda kalacaksın. Unutma ki galip gelmenin tek bir şartı vardır. Hayat yarışında koşarken, kimseden yardım almadan finişe varmak zorundasın. Bu yüzden başkasından yardım bekleme. Şu an sen hayat yarışına hazırlandığın için pek çok kişinin tecrübesinden faydalanma şansına sahipsin. Piste çıkıp koşmaya başladığın zaman sana yardım eden olmayacak. Ne öğreneceksen, yola çıkmadan önce öğrenmelisin. Yol içinde durup, şurada ne yapmam gerek deme şansın yok. Kural ve kaideleri iyi bilip, hafızana yerleştirdiğin zaman, yolda kalmayacaksın.
Baskı altında tutulan en nazik insanlar bile, öfkelerine hakim olamazlar. Olaylara fazla şahit olma ki, nefsini kabartmasın. Nefsin devamlı toprak ile tabanın arasında kalsın. Mümkünse oradan, 1 cm bile olsa yukarı çıkarma. Hz. Ali (RA) der ki: “Sana yapılmasını, başına gelmesini istemediğin şeyi başkası için de isteme.” Eğer bir başkasını düzetmek istiyorsan, kendi yaşantına bak. İlk önce kendini düzelt ki, karşı taraf seni kendine örnek almaya çalışsın. Cebir yoluyla insanlık asla düzelmez.
- Ben, sizleri tanıdıktan sonra hem korkuyor, hem de dünyaya kafa tutacak kadar kendimi cesur saymaktayım. Bekir abi, kendimi korkak gibi görüyorum, çünkü dünyada yaratılmış ne kadar canlı varsa, benim yüzümden incinecek, veya ben bilmeden onları inciteceğim diye korkuyorum. Dünyaya kafa tutacak kadar da kendimi cesur saymaktayım. Nasıl olsa Hakk’tan geldik Hakk’ka gideceğiz diyebiliyorum. Böyle düşündüğüm zaman beni hiçbir şey korkutmuyor. Her korkunun arkasında mutlaka bir ölüm sebebi vardır. İnsan canım acıyacak diye korkmaz. Can ve ten acısı en fazla iki-üç saat sonra geçer. Ölümün bir son değil, aksine bir kurtuluş olduğunu siz değerli insanlardan öğrendikten sonra, hayata bakış açım değişti. Ama, bana bu tür dünya görüşünü veren sizlerinde yanımda en fazla bir-iki hafta kalmaları, sonra da yine yalnızlığa düşmem de beni korkutuyor.
- Korkular senin kafanda ürettiğin evhamlardır. Bunları yenmen Allah’ın ipine sarılmanla olacaktır. İşte sen bundan sonra bir başka boyuta geçebileceksin. Sen insanların örnek aldığı biri olman için, hayatının her zerresine imanı nakşetmek zorundasın. Bu zorunluluğun seni, sen yapacaktır. Unutma sakın... Şimdi şuraları bir toplayıp temizleyelim. Biraz sonra müdür gelir. Bugün koğuşu da buraya taşımalıyız. Yatağımızda uzanıp yatarken, resme bakıp hülyalara dalmanın zevkine varmalıyız...

20

- Dikkat et, her karesini kameraya çek. Bir zerresini dahi es geçme...
- Tamam müdürüm... Ama bilmiş olun ki, çok güzel bir çalışma olmuş... Bunun gazetemizde baş sayfa haberi olarak verileceğinden eminim... Bu güzel çalışmaya alkış tutmak gerek.
Kameraman, duvarları resmederken, ilerlememekte ısrar ediyordu. Her kareyi resmederken, bazen daha yakın çekime giriyordu. Müdür ise kameramanın yanında, durmadan anlatıyor, resmi yapanları övüp duruyordu. Birden kameramanın omuzuna eliyle dokunarak, yan yana durmuş olan Cengiz, Bekir, Sarı Ufuk ve Yetim’i göstererek...
- İşte bu muhteşem eseri icra eden heyet.... Lütfen bunları da çek....
Kameranın kendisine yöneldiğini fark eden Bekir, bakışlarını ayaklarına kaydırdı. Kameraman bu insanları tepeden tırnağa süzerek çekim yapıyordu. Bekir sıkılmıştı, onun başı eğik olarak, beklediğini gören müdür.
- Şimdi resme kaldığın yerden devam edebilirsin... diyerek kameranın insanların üzerinden çekilmesini sağladı, resme bakarak... Ben şaheser diye buna derim...
- Sayın müdürüm bu resim neden yapıldı?... dedi kameraman çekimi yaparken..
- Neden mi?. Malumunuz olduğu üzere boyadan yapıldı. Hem de bildiğin sentetik yağlı boyadan.
- Ben onu sormadım. Resim yapma fikri nereden doğdu?
- Evet, bu koğuşta kalan 17 arkadaş, el işi yaparak hem zamanlarını değerlendiriyor, hem de aldıkları ücret ile, gerek ailelerine, gerekse kendilerine bir harçlık kazanmaktadır.. Bu insanların, çalışırken hareket etme imkanları yok. Bedenlerini dinlendirmek için ara sıra ayağa kalkabilme şansı her zaman var. Ama ruhen dinlenme şansı yok. İşte bu nedenle, Bekir kardeşimin önerisi, Cengiz kardeşimin mahareti ve Ufuk ile Yetim kardeşimin yardımıyla bu resmi yaptırdık. İnsan el işi yaparken resme bakıp, hayaller kurma şansına sahip olabilecek. Kendini bedenen burada bırakırken, ruhen mutlu olacağı ortama bu resim sayesinde sürükleme şansı yakalayacak. İşte resmin amacı bu.
- Peki öbür koğuşlara düşünüyor musunuz?
- Etki ve tepki meselesini bilirsiniz. Şu an bu resim, dünyada kodes duvarlarına yapılan tek bir örnektir. Tepkiler ve etkiler neticesinde sadece buradaki koğuşlar değil, ülkenin tamamındaki koğuşlara da resim yapılabilir. Neden olmasın? Gaye insana ve insanlığa hizmet etmek değil midir?
- Hapishanenin duvarlarında resim.... Hım mm... İnsanlar bunu başka amaçlı da ele alabilir. Siz tabiatı duvara resmetmişsiniz. Bir başkası da tutar müstehcen resim yapacağım derse, ne yapmak gerekir?
- Müstehcenlik, insanların nefsini azdırmak içindir. İnsanları inandığı yoldan çıkarmak içindir. Kısaca şeytanın en büyük silahlarından biridir. İmanlı ve şuurlu bir kimse asla şeytanının oyuncağı olmak istemez. Buraya düşmüş bir insan dünyadaki bazı şeylerden mahrum kalmaktadır. Bunu hepimiz biliyoruz. Ama asıl mahrumiyet, Hakk’ın rahmetinden uzaklaşma olur. Bizler ilk önce yapıp sonra göz yaşı akıtanlardan olmak istemeyiz.
Öğle yemeğine kadar, koğuş duvarlarına yapılan resim, filme alındı.
Yemekten sonra herkes koğuşuna gidip toplanmaya başladı. Bekir’deki hazırlık dışarı çıkmak için yapılırken, koğuştaki diğer 16 altı kişi, resim yapılan koğuşa taşınmak için toparlanıyordu. Bekir valizini hazırlarken, kitapları ranzanın üzerine diziyordu. Yetim onun hazırlanmasını hüzün dolu bakışlarla izliyor, gözleri kısılmış, benzi soluk bir halde ranzasının üzerinde oturmaktaydı. Bekir, valizin kapağını kapattığında, bakışlarını Yetim’e kaydırdı. Bir zaman onu seyretti. Sonra, yanına varıp diz çöktü. Yetim’in çenesinden tutup başını yukarı doğru kaldırdı. Gözlerindeki yaşı parmağıyla silerken...
- İnsana sakın bağlanma.... Sen çok iyi bir gençsin. Ama bu huyun hoşuma gitmiyor. Sadakat, sevgi, dostluk tamam, gönlünde kişileri İlâh mertebesine çıkaracak kadar sevmen yanlış. Gönlündeki en büyük sevgi Allah (cc) sevgisi olmalı. Gördüğün hiçbir şeyin güzelliği baki değildir. Mal da evlat da fanidir. Ebedi olan Allah’tır. Çok temiz bir kalbin var. İşte bu nedenle herkese inanabilmektesin. İyiyi ve kötüyü ayırt etmekte zorlandığın zaman, hayatın çekilmez olur. Senin en büyük sermayen; iradeni bir başkasının istediği gibi değil, Allah’ın istediği gibi kullanmanla mümkündür. Şu kitapları alıp okuyacaksın. Her hafta geldiğimde, kızmazsan bu kitaplardan sana soru soracağım, onlarda kafana takılanları işaretle ve ben gelince, o işaretlediğin cümleler üzerinde konuşalım. Bu kitapları bu koğuşta herkese okutmaya çalış. Mümkünse, bir kütüphane yapmaya çalışın. İçinin kitaplarını ben dolduracağım. İlk önce sen Kur’an-ı Kerim’i okumaya çalış. Sana vereceğim kitap ve öğrenme tekniği ile çok kısa zamanda, Kur’an-ı rahat bir şekilde okuyacaksın. Hatta Kur’an-ı hatmederek, hafız bile olacaksın. Sen yeter ki boş verme. İslam, zor bir din değil. Aksine insan fıtratına göre dizayn edilmiştir. Kısaca İslâm yaşanırlılık üzerine kurulmuştur.
- Ben bu Arapça’yı okuyup anlayacağım? Bu işte bir terslik var.! Arapça öğrenmek kim, ben kim? Adamlar yıllarca okuyorlar da öğrenemiyor, ben bir iki ay içinde mi okuyup öğreneceğim?
- Evet... Yıllarca okuyanların amaçları başka. Üzerinde çalıştıkları konunun her şeyine vakıf olmak için okumaktadır. Sen Arapça’nın tarihini, gramerini, şivelerini, öğrenecek değilsin. Sen ilk önce Kur’an-ı anlamak için dili ve o dilinin söylenişini öğreneceksin. Kur’an dili, her insanın çok çabuk öğrenmesine uygundur. Bildiğin gibi o zorlayıcı değil, kolaylaştırıcı olan Allah’ın sözleridir.
- Ben şöyle biliyordum, Kur’an-ı okuyabilmek için siyer, fıkıh, hadis, kelam, belagat mı neydi?
- Bunları bilmen Kur’an-ı bilmen anlamına gelmez.
- Yani ben şimdi Kur’an-ı öğrenebilecek miyim.?
- Hem de yetmiş gün tam manasıyla üzerine düştüğün ve verilen dersleri yerine getirdiğin zaman, Kur’an-ı yediden yetmişe herkes öğrenebilir. Yetmiş gün sonunda Kur’an’ın herhangi bir sayfasını açtığında çok rahat bir şekilde okuyabilir. Sonraki bir yetmiş günlük evrede de, manası ile öğrenebilir.
- Ben hemen başlamak istiyorum... Ama... dedi ve ağlamaya başladı... Sen, sen.... dedi kekeleyerek...
- Ben senin kalbini açıp içine Kur’an’ı koymayacağım... Onu sen öğreneceksin. Sadece ben sana yol gösterip, CD getireceğim. “Kur’an öğreniyorum” CD’leri var. Onunla çok rahat bir şekilde öğreneceksin. Ama, burada o CD’yi nasıl çalıştıracağız? En azından CD’nin TV ekranında gösterilmesi için TV lazım. Bu konuda müdürle görüşebilirim. Gerçi teknoloji müthiş bir hızla ilerlemekte. Küçük ekranlı ve küçük hacimli TV’ler bu işe çok müsait... Neyse orasını sen merak etme...
- Ben zaten Elif-ba’yı bir araya okumaya çalışmış harfleri ezberlemiştim...
- İyi, yani daha önceden dimağın ve gözün aşina olmuş... Bu öğrenme işinde pür dikkat kesilmek zorundasın. Aksi takdirde öğrenme şansın azdır. Üstün nitelikli bir eğitim için, insanın okuduğunu hatta dinlediğini tam ve doğru anlaması ile gerek.
- Göreceksin ben üç –dört haftada bu işi süper götüreceğim... Çünkü ben senden şunu öğrendim. Allah’a sığınan bir kişinin asla yolda kalmayacağını, aksine daha da ileri giderek, mükemmel bir hayat sistemine ulaşılacağını öğrendim.... kapı açılıp içeri gardiyanlar girdiğinde.... Galiba, resim yaptığımız koğuşa taşınmaya başlıyoruz... Dur Bekir abi sen hiçbir şeye dokunma , Allah’ın izniyle ben taşırım...
- Ben Peygamberimiz (SAV)’in yaptığı gibi yapmaya çalışmalıyım. Çünkü benim önderim o. Kul kula hizmette bazı sınırları zorlamamalı. Peygamberim, nefsinin isteklerini bir başkasına söyleyerek yaptırmazdı. Yani, su ver, şunu ver, bunu ver v.s gibi emirler vermezdi. O sadece Allah’a mükemmel bir kul olma yollarında emir verirdi. O nedenle benim hizmetime sakın koşma. Bırakında ben de eğilip doğrularak, nefsimi ayaklarımın altına alma gayretini gösterebileyim.... Eeee, madem gidiyoruz, gidelim o halde.... Ya Allah, bismillah... dedi ve bavulu kaldırdı.
- Arkadaşlar... dedi gardiyan Yusuf.... İlk önce ranzaları götürmek zorundayız. Eşyalarınızı şu boş köşeye koyabilirsiniz. Ranzaları ister söküp götürün, isterse öyle götürün. Onu siz halledeceksiniz. Hadi bir an önce taşınmalıyız.... Sallanmayın, sallanmayın... Biraz çabuk olun.....
Mahkumlar arasında bir koşuşturma başlamıştı. Kapıya en yakın olan yatağın dört köşesinden yakalayan mahkumlar, kaldırıp götürdüler. Peşinden diğer mahkumlar aynı yöntemle ranzaları kapıp yan taraftaki resimli koğuşa götürmeye başladılar. İlk ranza götüren grup gelmemiş, peşinde gelenler de içeri girince şaşkın bir ifadeyle öylece kalakalmışlardı. Hepsi şaşkınlık içinde duvardaki resmi seyrediyordu. Hem seyrediyor, hem de kendi aralarında fısıltılı bir halde konuşuyorlardı. Gardiyan Yusuf tekrar bağırdı....
- Hadi arkadaşlar, hadiyin ama... Ne bakıp durursunuz ki, yarın geceniz gündüzünüz o resme bakmakla geçecek.... Hadi, hadi artık sallanmayın....
Koğuşun taşınması iki saatte bitmişti. Boşalan koğuşu temizlemek için Ufuk, Cangat ve Yetim ellerine süpürge, paspas, kova alarak koğuşa doğru gitmek üzereydi ki, Mahir de eline bir fırça alıp onlara yetişti. Yetim’in omuzuna elini atarak onu kendisine çekip alnından öptü. Bu olaya şahit olan diğer mahkumlar, bakışlarını bir Mahir’e bir de Bekir’e yöneltiyordu. Bekir ise, yetim’in yatağını düzeltmekle meşguldü. Yetim’in yatacağı yerin üstü kısmını da düzelterek, kendisi için hazırladı.
- Bırak be Bekir abi... Sen buradan kurtuluyorsun... Ne diye yatak düzeltirsin ki?
- Bir an sonra bile ne olacağını kimse bilemez.. Üstelik haftada bir gün sizin gönüllü olarak misafiriniz olacağım. Bakarsınız yatıya kalmam gerekir. Öyleyse yatağım, yorganım varsın burada beni beklesin. Ne çıkar?
- Senin yerinde bir başkası olsa asla buraya gelmez. Bırak gelmeyi, burayı asla bir daha anmaz.
- Niye buranın sadece bir özelliği var. Oda dört duvardan ibaret olması. Biz bu resmi duvara niye nakşettirdik? İşte bunu gördüğünüz zaman, sizler burada asla kendinizi mahkum hissetmeyeceksiniz. Burada hır gür içinde değil, birbirinizi severek, sayarak, dayanarak, bu günleri aşmalısınız. Cebelleşerek, hır-gür kavga ederek, bir yere varamazsınız. Gönlünüze de man nuru hakim olduğu zaman, sizin için her yer, cennet olur. Siz yeter ki, Allah’ın ipine sarılın. Çünkü o ipten sağlam ip bulma şansınız asla yok.
Bu arada içeri Yetim ve arkadaşları girdi... Bekir’in yataklarını düzeltmiş olduğunu görünce yüzünde ki ifade birden değişti.
- Hocam, siz kimseyi kendinize hizmet ettirmiyorsunuz, bize örnek olmaya çalışırken, bir başka yanlış yapmaktasınız. Madem hizmet edilmek iyi değil. Nefsi kabartabilir. Siz neden benim yatağımız düzelttiniz?
- Ben senin büyüğünüm. Önemli olanda bu. Bu benim, sana olan muhabbetimden kaynaklanıyor. Hizmet etmek başka, hizmet ettirmek bir başka mânâ ifade eder. Bana sen hizmet ettirmiyorsun, ben sana hizmet etmekten hoşlanıyorum. ... Neyse şimdi yanıma otur, sana söyleyeceklerim var.... Bak yiğidim. Şu üst ranza benim olarak kalacak. Şu da benim valizim. O da onun üstünde kalabilir veya ranzanın altında olabilir. Bu valizde bildiğin gibi çok değerli İslâm âlimlerinin eserleri var. Hepsi birbirinden güzel, hepsi ışık saçan, hepsi yol gösteren, emri bil maruf, nehy-i anil münker ile şekillenmiş eserlerdi. Özellikle şu kitapları bir hafta boyunca okuyup hatta ezberlemelisin. İşte bu kitaplar İslâm âlemine, girmek için kullanılan anahtarlardır. Bu diyara gönüllü girilir, gönülsüz çıkılır. Sen girmek için ve kalmak için mücadele yolunu seçmelisin. O nedenle de bu kitapları dimağına yerleştireceksin. Ben her Cuma geldiğimde bunlardan sana sorular soracağım. Sen bunları öğrenirken, boş durmayacaksın. En azından bir başka kardeşini de aydınlatmakla yükümlüsün. Çünkü bu dersleri öğrendikçe bir kandil gibi ışık saçmaya başlayacaksın. İster istemez her kandilin de etrafında pervaneler dönmektedir. Ve olacaktır. Bu söylediklerim nefsini kabartmasın. Sen şimdiden bunları bil ve hiçbir zaman nefsin sana galebe çalmaya güç yetiremesin.
- Her Cuma görüşeceğiz mi hocam?
- Bir kıssa anlatayım... Bu kıssadan buraya sizi görmeye gelmem manasını çıkarmayın... Bu anlatacağım kıssadan sizler, namaz ve niyaz bölümünü düstur edinin. Bir zamanlar Horasanda bir vali varmış. Horasan vâlisi Abdullah bin Tâhir, çok âdil bir idareciymiş.. Jandarmaları birkaç hırsızı yakalamış, vâliye getirilirken hırsızlardan birisi kaçmış. O sırada Hiratlı bir demirci, Nişapur'a gitmişti. Demirciyi, gece eve giderken, jandarmalar yakalayıp diğer zanlılarla beraber vâliye çıkarmışlar. Vâli demiş ki:
- Hepsini hapsedin!
Bir suçu olmayan demirci, hapishanede hemen abdest alıp, namaz kılmış ve ellerini uzatarak:
- Yâ Rabbi! Bir suçum olmadığını ancak sen biliyorsun. Beni bu zindandan ancak sen kurtarırsın! '' diye duâ etmiş. Vâli uyurken rüyâsında dört kuvvetli kimse gelip, tahtını ters çevirecekleri zaman uykudan uyanmış. Hemen kalkıp, abdest alıp iki rek'at namaz kılmış. Tekrar uyumuş. Tekrar o dört kimsenin tahtını yıkmak üzere olduğunu görmüş ve uyanmış. Kendisinde bir mazlumun âhı olduğunu anlamış. Vâli hemen hapishane müdürünü çağırtıp sormuş:
- Acaba bu gece hapishanede mazlum birisi kalmış mı?
Müdür demiş ki:
- Bunu bilemem efendim. Yalnız biri namaz kılıyor, çok duâ ediyor göz yaşları döküyor.
- Hemen adamı buraya getiriniz demiş. Demirciyi vâlinin yanına getirmişler. Vâli hâlini sorup, durumu anladıktan sonra demiş ki:
- Sizden özür diliyorum. Hakkını helâl et ve şu bin gümüş hediyemi kabul et. Herhangi bir arzun olunca bana gel! Demirci de cevabında demiş ki:
- Ben hakkımı helâl ettim. Verdiğiniz hediyeyi kabul ettim. Fakat işimi, dileğimi senden istemeye gelemem.
- Neden gelemezsiniz? Dediğinde ise.
- Çünkü benim gibi bir fakir için, senin gibi bir sultanın tahtını birkaç defa tersine çevirten sâhibimi bırakıp da, dileklerimi başkasına söylemek kulluğa yakışır mı? Namazlardan sonra ettiğim duâlarla beni nice sıkıntılardan kurtardı. Pek çok murâdıma kavuşturdu. Nasıl olur da başkasına sığınırım? Rabbim, nihayeti olmayan rahmet hazinesinin kapısını, ihsân sofrasını herkese açmış iken, başkasına nasıl giderim? Kim istedi de vermedi? Kim geldi de, boş döndü? İstemesini bilmezsen, alamazsın. Huzûruna edeple çıkmazsan rahmetine kavuşamazsın!
- Akıl isen namâzı, çün saâdet tâcıdır. Sen namazı şöyle bil ki, mü'minin mi'râcıdır. Elbette görüşeceğiz.... Şimdi ben hiçbir eşyamı yanıma almadan buradan çıkıp gideceğim.... dedi ve sesini yükselterek koğuşa seslendi.... Arkadaşlar, Allah sizlerin kalplerinize göre versin. Hayatlarınızı, kalplerinizdeki özlemleriniz üzere kılsın.... Şimdi gitmek zorundayım. Yine sizlerle beraber olacağım. Şeklen burada olmadığım zamanlar, kalben burada olacağımı bilin. Benim sizler için yapmamı istediğiniz şeyler varsa, lütfen onları bir kağıda yazıp verin. Uzak yakın fark etmez. Ben sizin verdiğiniz adrese gider, yapılmasını istediğiniz hak şeyleri yapmaktan gurur duyarım... Unutmayın ki her Cuma burada olacağım. Ona göre her zaman sevdiklerinize ulaşmada beni bir postacı olarak algılamanız bana şereftir....
Koğuşta bir anda kağıt sesleri duyulmaya başlandı. Neden sonra harıl harıl mektuplar yazıldı. Mektubu yazan, hiçbir şey demeden mektubu uzatıyordu. Pek çok mektup üzerinde “Hocam lütfen içini aç oku” yamaktaydı. Bazıları ise ağzı kapatılmış sadece üzerine gideceği adres yazılmıştı.
Akşama kadar koğuş içinde temizlik ve yerleşme yapıldı. Neden sonra Bekir kalkıp hepsi ile tek tek vedalaşarak koğuştan ayrıldı. Koğuşta derin bir ölüm sessizliği vardı. Çık ses çıkmıyordu. Çoğunun gözünden yaşlar akmaktaydı. Koğuşun kapısı sert bir şekilde kapanınca, pek çok mahkum kendisini ranzasına bıraktı....



21